Solaris – Stanislaw Lem

Polonyalı yazar Stanislaw Lem’in sadece kendisinin değil, tüm bilim kurgu edebiyatının da başyapıtlarından biri olan romanı. İlk kez 1961’de yayımlanan kitap bir uzay istasyonunun konuşlandığı gezegenin tümünü kaplayan gizemli bir okyanusun niteliğini anlama ve onunla iletişim kurma çabasını ve bu okyanusun istasyondaki insanları tuhaf bir şekilde etkilemesini anlatıyor. Tiyatro, bale ve opera uyarlamaları da olan roman bir kez televizyon filmi olarak, dört kez de sinemaya uyarlanmış: Lidiya Ishimbaeva ve Boris Nirenburg’un yönettikleri 1968 tarihli SSCB yapımı televizyon filmi, uyarlamaların en başarılısı olarak kabul edilen ve Andrei Tarkovsky’nin yönettiği 1972 SSCB yapımı başyapıtı, Steven Soderbergh’in 2002 tarihli Amerikan yapımı ve Japon yönetmen Ryûsuke Hamaguchi’nin 2007’de ve henüz öğrencilik zamanlarında çektiği filmi. Kitapta oldukça önemli bir yer tutan astrobiyolojik unsurlar -belki de sinemaya taşınmalarının güçlüğü ve hatta imkânsızlığı nedeni ile- bu uyarlamalarda pek yer bulamazken, Lidiya Ishimbaeva ve Boris Nirenburg’un filmi romana en sadık kalan uyarlama olmuş, diğer uyarlamaların aksine istasyondakileri değil, gezegenin kendisini odağına almıştı.

Lem’in kitabı bir olay (veya olaylar zinciri) anlatmıyor okuyucuya. Kitabın türünü anlatmak için kullanılan “felsefi bilim kurgu” ifadesi gerçekten de çok doğru bir seçim bu nedenle; insanların keşfetmek için uzayın her köşesine erişmeye çalıştığı zamanlarda “kendini keşfettirmeyen” bir gezegen ve o gezegeni tamamen kaplayan bir okyanusun gizemi üzerine odaklanıyor roman. Uzun sayfalar boyunca bu gizemle ilgili onlarca teori, yüzlerce (belki binlerce) araştırma ve kitaptan söz ediyor Lem. Okyanusun niteliği veya neyin sembolü olduğu konusunda pek çok yorum yapılmış bugüne kadar ve hatta bu gizemli “canlı” varlığın Sovyetler Birliği’ni temsil ettiğini söylemeye kadar uzanmış bu değerlendirmeler. Belki de okyanusun ne olduğunu bir kenara bırakıp, insanların onu anlama ve onunla iletişim kurma çabasına ağırlık vermek ve onun uzay istasyonundakiler üzerindeki etkisini ele almak gerekiyor asıl olarak.

İstasyona yeni gelen bir adamın ağzından anlatılan romanda onun dışında iki karakter daha ve kuşkusuz romanın en gizemli ögelerinden biri olan “ziyaretçi”ler var. Kevin adındaki anlatıcı iki ayrı güneşi olmasına rağmen, beklenenin aksine yörüngesi değişmeyen gezegenin istasyondaki diğerlerine ve kendisine gönderdiği ziyaretçilerin sırrını -okyanusunki ile birlikte- anlamaya çalışırken bizi de çabasının parçası yapıyor ama herhangi bir çözüm veya açıklama sunmuyor bize. İletişim çabasının sonuçsuzluğu insanların kendi türleri dışındakileri anlamasının imkânsızlığına işaret ederken, Snow isimli karakterin şu sözleri uzayın keşfi çabalarının arkasındaki asıl amaçla ilgili olarak -romanda sonradan üzerinde durulmasa da- tartışmaya ve düşünmeye değer bir fikir öne sürüyor aynı bağlamda: “Aslında kozmosu ele geçirmek değil istediğimiz, yalnızca Yer’in sınırlarını kozmosun sınırlarına dek genişletmek istiyoruz… Yalnızca İnsan’ı arıyoruz biz, başka dünyalara gereksinimimiz yok. Ayna gerek bize. Başka dünyaları ne yapacağımızı da bilmiyoruz… Bizimkinden üstün bir gezegen, üstün bir uygarlık arıyoruz, ama kendi geçmişimizin prototipi üzerinde gelişmiş olsun istiyoruz…”. Gezegeni ve okyanusu anlama çabasının umarsızlığını da açıklıyor bu sözler bir bakıma; insanın arayışına kendi birikimi, değerleri, beklentileri ve amaçları açısından yaklaşıyor olması (ve belki de bunun bir alternatifinin olmaması) bu çabayı umarsız kılan.

Romanın önemli yanlarından biri de ziyaretçilerden biri olan ve Kevin’e gelen Rheya’nın kendisinin ne olduğu konusundaki kafa karışıklığı. “Neyim ben” sorusunun çok iyi bir özeti olduğu kimlik karmaşası, en az kendilerine ziyaretçi gelenlerin bu ziyaretçilerin onların geçmişlerindeki suçluluk duyguları ve trajedileri ile bağlantılı olması kadar önem taşıyor. Her parçası ile birisi gibi olmak ama gerçekten o birisi olup olmadığından emin olamamanın neden olacağı karmaşayı Rheya karakteri üzerinden etkileyici bir şekilde anlatıyor Stanislaw Lem. Bununla bağlantılı olarak, yitirilen bir insanı ve onunla ilgili tüm anıları tekrar bulmanın -bulunanın gerçekliği söz konusu olmayacak olsa da- yaratacağı ikilemi de çok iyi işliyor. Tekrar yakalanan ve bir suçluluk duygusunu giderecek mutluluk fırsatına gerçekliğini umursamadan sarılmanın anlamı ya da anlamsızlığı üzerinde düşünmenizi de sağlıyor Lem ve sadece bir bilim kurgu yazarı olmanın çok ötesine geçiyor.

İletişim kavramı da Lem’in eserindeki önemli temalardan biri; sadece okyanusla istasyondaki insanlar arasındaki değil, bu insanların kendi aralarındaki ve daha da çarpıcı olarak onların ziyaretçileri ile olan iletişim nitelikleri ve olasılıkları ile sürekli kendisini gösteriyor roman boyunca. Bu kavramı işlemekte gösterdiği başarıyı ele aldığı diğerlerinde de gösteren Lem’in, bilim kurgunun başyapıtlarından biri olan bu romanı felsefe, astronomi ve biyoloji meraklılarının da ilgisini çekebilecek önemli bir yapıt kesinlikle ve bir klasik.

(Visited 153 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir