“Bir gün, edebiyatını incelemeye, düşüncelerini okumaya, Shakespeare ve Moliére’den bahsedip, Rousseau üzerine konuşmaya başladım. Tatlı Fransa; kültürünle ağartıldım ama bir zenci olarak kaldım, başta olduğum gibi. Sana Afrika’nın selamını getirdim. Tatlı Fransa; sana geliyorum, evime geliyorum”
Büyük umutlarla Moritanya’dan Fransa’ya göç eden ama tüm eğitimine rağmen iş bulmakta zorlanan ve ten rengi nedeni ile sürekli bir ayrımcılıkla karşı karşıya kalan bir siyah adamın hikâyesi.
Afrika sinemasının kurucularından biri kabul edilen, Moritanya asıllı Fransız sinemacı Med Hondo’nun (Gerçek Adı: Mohamed Abid Hondo) senaryosunu yazdığı ve yönettiği bir Fransa ve Moritanya ortak yapımı. 1970’de Locarno’da Altın Leopar ödülünü kazanan üç yapıttan biri olan çalışma yönetmenin filmografisinde hemen hep ele aldığı üzere, sömürge dönemini ve ırklar arasındaki ayrımcılığı ele alıyor. Rahatlıkla bir belgesel kategorisine de sokulabilecek olan yapıt sadece ırk ayrımına değil, sınıflar arasındaki sömürü ilişkilerine ve genel olarak tüketim toplumuna da eleştirilerini yönelten ilginç bir film. Hondo’nun saf ve doğrudan sinema dili, hikâyesinin ve görüntülediklerinin gerçekliği konusunda hiçbir soru işareti yaratmaması ve sinemanın politik olmaktan çekinmediğinde gücünün nasıl arttığını göstermesi ile kesinlikle ilgiyi hak eden bir sinema eseri bu.
Ataları arasında Mali’den gelenlerin de yer aldığı Med Hondo 1936’da doğduğu Moritanya’dan Fransa’ya 23 yaşında göç etmiş. 1958’de özerk, 1960’da ise bağımsız bir devlet olarak Fransa kolonisi olmaktan kurtulan bir ülkeden “uygar Avrupa”ya gelen Mondo’nun hikâyesi filmin kahramanınınkine de esin kaynağı olmuş görünüyor. Hikâyemizdeki genç adam Paris’te trenden indiğinde elindeki küçük bavulun üzerinde Sudan, Moritanya, Gana, Kamerun ve Gine’nin isimleri yazmaktadır ve bu isimler onu bir bakıma sadece Moritanya kökenlilerin değil, Fransa’nın ve diğer Avrupa ülkelerinin kolonileştirdiği ülkelerin halkının da sembolü yapmaktadır. Onu canlandıran Robert Liensol ise Fransız Antilleri’nde doğmuş ama Fransa’da büyümüş ve tüm kariyerini orada yapmış bir tiyatro ve sinema oyuncusu. Özetle yönetmeninden baş oyuncusuna ve “oyuncu” kadrosunun büyük bir kısmına kadar, hayatları boyunca kendilerini hep bir göçmen olarak hissetmiş olanların yarattığı bir film çekmiş Hondo.
Martin Scorsese’nin kurduğu World Cinema Project ve George Lucas Vakfı tarafından 2017’de uzun ve özenli bir restorasyon çalışmasından geçirilen filmin politik içeriği, günümüz sinemasının sınıf veya politik gördüğü diğer unsurları özenle dışarıda tutan ve sadece“kimlik” hassasiyetli yaklaşımının ne kadar yanlış olduğunu hatırlatıyor öncelikle. Restorasyon işlemlerinde kullanılan negatiflerin yönetmen tarafından Fransız Komünist Partisi’ne bağışlanmış olmasının, sinemacının politik duruşunun bir göstergesi olarak kabul edilmesi gereken filmin hikâyesinde öne çıkan, elbette eski kolonilerden gelen göçmenlerin ten renkleri nedeni ile uğradıkları ayrımcılık ve bu konuda gerçekten çarpıcı pek çok saptaması ve görsel unsurlarla desteklenen iddiaları var yapıtın. “Yüz yıl sonra torunlarımızın hepsi zenci olacak” veya “Burada yeterince zenci var! Neden ülkenize dönmüyorsunuz?” türü endişeli/öfkeli diyaloglar ve iş başvurularının sadece siyah olduğu için ret edilmesi bir göçmen/siyah karşıtlığını işaret ediyor ama Hondo anlattığının aslında bir sınıf meselesi olduğunu da unutmuyor hiç. Burada hikâye içinde, bu bağlamda hayli kritik bir önem taşıyan bir sahneyi anmak gerekiyor: Fransa’da devam etmekte olan grevlere katılan işçilere destek amacı ile toplanan ve kaynağı yurtdışı olan parayı sendika yetkilisi kabul etmez; gerekçesi ise eylemlerinin “ulusal bir mesele” olması ve grevin “devrimci” bir yanının bulunmamasıdır. Sınırları aşan bir sınıf dayanışmasının önüne set çeken bu tutumun bugün de benzer örnekleri yaşanıyor dünyanın farklı bölgelerinde. “Bu şekilde yakında milyonlarca beyaz zenci olacak, beyaz ve aynı zamanda ekonomik açıdan köleleştirilmiş: Köle fakat uygar” türündeki diyaloglar kapitalist düzenlerde üretim sürecini ve araçlarını ellerinde tutanların, “zencileri dahi” bir tüketici olarak sömürmekten geri durmayacaklarını anlatmanın bir ifadesi olmuş.
Göçmen meselesinde en hümanist yaklaşımın sahibi olanların bile tereddütleri olduğunu da özenle gösteriyor film. Örneğin kahramanımızın iş bulma kurumunun kendisine gönderdiği beyaz adamla yaptığı sohbette, göçmenlerin “seçilerek” alınması (bugün Avrupa’nın iltica taleplerinin sahiplerini özenle “ayıklaması” ve uygun görmediklerini “mülteci yardımı” adı altında verilen paralarla Türkiye’de tutulmasını sağlamasını hatırlayalım) veya Afrikalılara göre daha kolay uyum sağlayabilecek Avrupalı göçmenlerin tercih edilmesi (bugün Ukraynalı bir göçmenin bir Afganistanlıya göre Avrupa’ya kabul edilmek için çok daha yüksek bir şansa sahip olması) gibi konuşmalar göçmenlerin her koşulda ve zamanda hep zorlanacaklarını gösteriyor. Duvarlarında “Zenci – Arap Tehdidini Durun” yazılarının yer aldığı bir şehirde Arap kökenli biri ile Afrika kökenli bir diğeri arasındaki tartışma ve ilkinin ikincisini “Tenim seninkinden beyaz; defol buradan, zenci” sözleri ile kovması gibi örnekler ise ırk ayrımının herkesin kendinden aşağı gördüğünü aşağılayacağı kadar içselleştirilmiş bir sorun olduğunu gösteriyor.
Kendisi de kısa ve uzun metrajlı animasyonların yönetmenliğini yapmış olan Jean – François Laguionie’nin sade ve derdini çok iyi anlatan çizimleri ile başlayan ve ellerini göğüslerinde kavuşturarak kameraya bakan birkaç siyahın görüntüsü ile devam eden açılış sahnesi hem iyi bir giriş sağlıyor hikâyeye hem de meselelerinden biri olan “beyaz uygarlık” üzerine söylemini açıyor. Kahramanımızın anlatıcılığı ya da iç sesi olarak tanımlanabilecek bir ses “Bizim kendi medeniyetimiz vardı” cümlesi ile başlayan uzun bir konuşma yapıyor ve bu konuşma beyaz bir rahibin vaftiz ettiği siyah erkeklerin görüntüsüne bağlanıyor. Kendi “vahşi” uygarlıklarını, dillerini ve dinlerini beyaz adamınkilerin uğruna terk edenlerin; o beyaz uygarlık tarafından, aralarında yaratılan yapay ayrımlarla birbirlerine düşürüldüğünün alegorisi olarak dikkat çekiyor bu başlangıç. Hikâyenin ilerleyen bölümlerinde Med Hondo’nun bir başka ilginç alegorisine daha tanık oluyoruz: Kahramanımız komşu çiftin ev hayatına tanık oluyor: Yan yana duran ama iki farklı televizyonda farklı programlar seyreden çift arada hayli şiddetli ağız kavgalarına girişiyorlar ve o derece ileri gidiyor ki tartışmaları, ağızlarından çıkanlar bir süre sonra anlamsız sözcüklere ve vahşi seslere dönüşüyor. Beyazların siyahlara yönelik aşağılamalarını tersine çeviriyor adeta Hondo ve “uygar Avrupalı”ların içinde oldukları iletişimsizliğe çevirmemizi sağlıyor bakışımızı.
1967’de başlayan çekimleri ancak 1969 sonlarında biten filmin yaratım süreci başta Fransa olmak üzere dünyanın pek çok bölgesinde gerçekleşen “1968 Olayları”nın tanığı da olmuş bir bakıma ve sahip olduğu politik metinde o dönemde yaşananların da payı olmuş görünüyor. İki ayrı sahnede, kahramanımızın arkasından koşarak gelen bir adam, yanından geçerken “Koş, koş, yoldaş; eski dünya arkanda!” diye bağırıyor ona. 1968’in bugün unutulan sloganlarından biri bu ama gerçekleşmeyen 1968 hayalinin de iyi bir özeti. Bu slogan eylemlerde o denli popülerdi ki ünlü Fransız yazar, şair ve görsel sanatçı Jean Louis Brau’nun 1968’de basılan ve Avrupa’daki protestocuları ve eylemlerini konu alan ilk eserlerden biri olan kitabına da isim olmuştu: “Cours, camarade, le vieux monde est derrière toi!”.
Film adını bugünkü Benin’den Karayipler’e köle olarak gönderilen Afrika yerlilerinin acılarını anlatan bir şarkıdan alıyor ve bu seçime uygun olarak da, açılıştan itibaren müziği ana unsurlarından biri yapıyor. Kamerunlu George Anderson’un ritm ve melodileri ile hep bir Afrika esintisi taşıyan müzikleri, onun film için özel olarak yazdığı “Apollo” şarkısının kullanıldığı sahnede olduğu gibi filme önemli bir güç katıyorlar. Yönetmenin sokaklarda çektiği, belgesel tarzı görüntülerin gerçekliğini güçlendirmesi önemli Anderson’un çalışmasının; çünkü hikâyenin kurgu hemen her sahnesinde bile bu belgeselci yaklaşımı kendisini gösteriyor. Örneğin çok kötü koşullar içinde ve kalabalık bir şekilde yaşamak zorunda kaldıkları evler üzerine tartışan göçmenleri gördüğümüz sahne bugünün dünyasında da bir benzeri -maalesef ve rahatlıkla- yaşanabilecek görüntüler ve diyaloglar içeriyor. Bu yaklaşım çok doğru bir tutum olmuş; bu sayede gördüklerimizin gerçekliği çok daha güçlü bir biçimde yer ediyor zihinlerimizde.
Baştaki umut dolu gülümsemenin sonda öfke ve isyan dolu bir çığlığa dönüştüğü film Avrupa uygarlığının üzerine kurulduğu kolonyalizmin unutulmamasını sağlayan sinema yapıtlarından biri ve tüm o karamsar yapısı içinde bir ironiyi de hep canlı tutuyor. Siyahların “yatak performansları” hakkında söylenenlerden dolayı meraka kapılan bir beyaz kadının kahramanımızı ayartması ve hayal edilenle gerçeğin çatıştığı sahne örneğin, hayli eğlenceli. Yönetmenin beyaz bir kadınla siyah bir erkekten oluşan çifte merak, alay ve eleştiri dolu bakışlarla bakan beyaz Fransızları gösteren ve muhtemelen gerçek görüntülerden oluşan sahne ile bu eğlenceye eleştirel bir saptama da katıyor.
Karakterlerin zaman zaman kameraya konuşarak seyircinin de hikâyeye katılmasını ve üzerinde düşünmesi sağlayan yapıt “Devam edecek” yazısı ile bitiyor. Bu ifade bir devam filmini değil, seyrettiğimizin -içinde bulunduğumuz düzen sürdükçe- yenisi ve benzerleri her zaman karşımıza çıkacak bir hikâye olduğunu anlatıyor; günümüzün en yakıcı olgularından biri olan mülteci/göçmen sorununu düşününce, haklı bir söylem bu kuşkusuz. Robert Liensol’un başroldeki performansının belgesel gerçekçiliği ile alegorik sahneler arasında ustaca gelip gittiği filmin finalinde, karakterinin üç çocuklu bir beyaz çift ile kırdaki yemeği onun “ait olamama” durumunu vurgulamak için yaratılmış ama filmin geneli ile kıyaslandığında bir parça ayrıksı duran bir bölüm olmuş. Rahatlıkla sinema tarihindeki radikal yapıtların arasına yerleştirilebilecek olan film Med Hondo’nun beyaz Avrupalılara sert eleştiri oklarını yönetmesi ile de ilgiyi hak ediyor. Şu tür sözleri duyabildiğimiz filmler çok fazla değil çünkü: “Dünyadaki bütün suçların ortağısınız. Köleliğin, suikastlerin ve soykırımın devam etmesine göz yumuyorsunuz. Kurbanlarınızı ve faillerinizi derilerinin rengine göre, politikalarınızı kabul edip etmemelerine göre seçiyorsunuz. Ruhunuz sakin, huzur içinde uyuyorsunuz. Temiz bir vicdana sahip olmanın hoş hissi sizi sarmalıyor. İyi beyazlar, iyi siyahlar oluyorsunuz. Hepiniz merhametlisiniz. İyi birer Hristiyansınız. Ancak bütün temasların menfaat içerdiğini biliyorsunuz. Her diyalog bir alışveriş, her yardım bir yatırım. Bütün bağışlar, gelecekte geri dönsün diye. Bütün gerçekler satın alınabilir. İnsanlar gözlerinizin önünde ölüyor; yok edilmiş, hakir görülmüş, fırlatılıp atılmış. Afrika, Afrika, Afrika, Afrika…”. Belki filmi değerli kılan yanlarından biri de bu ve benzeri sözler içeren metnine, ırkçı ayrımcılıkla kapitalizmi ve daha da ileri giderek emperyalizmi eşleştirmesine rağmen hiçbir anında didaktik olmamayı da başarması ki bunda kendisini hep hissettiren ironik tavrının da önemli bir payı var.
(“Oh, Sun”)