Sønner av Norge – Jens Lien (2011)

“Bir eğitici olarak sizin göreviniz onları isyan edecek şekilde yetiştirmek olmalı. Gençler isyan etmeyi bırakırsa, dünya durgunluktan çöker çünkü”

1970’lerin Norveç’inde özgür ruhlu bir ailede yetişen bir çocuğun büyüme hikâyesi.

Norveçli yönetmen Jens Lien’in bir romandan uyarlanan filmi farklı bir ailede büyüyen bir çocuğun annesini ani kaybı nedeni ile iyice zorlaşan büyüme hikâyesini anlatıyor. Bir punk grubuna giren çocuğun büyümenin onun yaşındaki doğal zorluklarına ek bir sorunu daha var; babasının ondan daha fazla isyânkar ve sonuna kadar onu destekleyici davranması. Bu ilginç ailenin hem komik hem dramatik olmayı deneyen ve çoğunlukla başaran hikâyesi kısa süresine rağmen zaman zaman sarkan akışı ile belki yeterince çarpıcı değil ve özellikle sonlara doğru etkisini bir parça yitiriyor ama yine de kesinlikle ilgiyi hak ediyor.

Kolayı kapitalizmin siyah kanı olarak adlandıran, yılbaşı şarkısı olarak Enternasyonel’i söyleyen, hippi felsefesi ile yaşayan ve maymun geçmişimizi hatırlattığı için yılbaşı ağacına alışılan süsler yerine muz asan bir ailede yetişip isyankâr olmak zor gerçekten. İsyankârlığın zaten doğal ve istenen davranış şekli olduğu bir ailede isyan etmek normak davranmak anlamına geliyor ve bu da isyankârlığın çekiciliğini azaltıyor kuşkusuz. Punk eğilimlerin ve Sex Pistols şarkılarının yaygın olduğu bir dönemde “Punk dediğin iyi çalınmaz zaten. Kötü çalacağız, o kadar kötü çalacağız ki içimizden şeytan dökülüyor sanacaklar” diyen bir gencin önderliğindeki müzik grubuna giren çocuk bunun keyfini çıkarmaya çalışırken, hastalanan grup elemanının yerine davula geçen babası olunca çok rahatsız oluyor doğal olarak. Aileden başlayarak tüm diğer insanlara, toplumun kurallarından değerlerine kadar her şeye isyan etmenin keyfini alamıyor çocuk bu durumda elbette. Hikâye çocuğun bu ortada kalmışlığını, başta çıplaklar kampında geçen bölüm olmak üzere pek çok anında keyifli bir biçimde getiriyor karşımıza açıkçası. Özellikle de çıplak babanın kullandığı motosikle yapılan yolculukta polisin kendilerini durdurması üzerine çocuğun hissettiği mahcubiyet ve bu anlamda baba ile rollerinin değişmiş olması örneğin, hayli eğlenceli ve hatta dokunaklı. Bu dokunaklı olma hali filmin başta kaza geçiren ve bitkisel hayata giren annenin bağlı olduğu makinenin kapatılması sahnesi olmak üzere epey geniş bir yer tutuyor aslında ve burada küçük oyuncu Åsmund Høeg’in ağırlıklı olarak bakışlara ve ekonomik ama etkileyici mimiklere dayalı oyununun da ciddi bir katkısı var. Kahramanının bir türlü hedefini bulamayan, bulamayan çünkü babası ondan daha öfkeli, öfkesini, şaşkınlığını ve büyüme telaşını gerçekten çarpıcı kılmayı başarıyor. Baba rolündeki Sven Nordin de özgür ruhlu karakterini hayli inandırıcı kılıyor ve örneğin yaşadıkları banliyödeki alışveriş merkezinin varlığının arkasındaki gerçek nedeni, halktan tüketici üretmek bu neden, keşfettiği ve çocuğu ile paylaştığı sahnede hayli etkileyici oluyor.

Filmin kısa süresi içinde birden fazla şey göstermeye çalışması zaman zaman yüzeysel değinmelere yol açıyor aslında. Örneğin Norveçli gençlerin Pakistanlı bir aileyi taciz etmesi veya genç kahramanımızın ilk aşkı ve kıskançlığı filmin kısa süresi içinde silik kalıyorlar. Benzer şekilde filmin başında ve bir de hastane ziyareti sırasında görünen karakterin kimliği ve hikâyedeki yeri de anlaşılmıyor örneğin. Ginge Anvik’in başarılı ve kapanış jeneriğindeki hali ile Balkan esintileri de taşıyan müziğinin yanında film elbette dönemin punk şarkılarından epey destek alıyor. Özellikle Sex Pistols’ın “God Save the Queen” şarkısı başta olmak üzere film bu şarkıları hikâyeye yedirmeyi başarıyor. Sex Pistols grubunun solisti John Lydon’un da kısa bir sahnede görünüp kahramanımıza öğütler verdiğini (daha doğrusu hayat ve punk kültürü ile ilgili açıklamalarda bulunduğunu) belirtelim. Film ilk yarısındaki uçarılığını tüm zamanına yayabilse ve kısa süresine rağmen ikinci yarısında sarkmamayı başarsa çok daha etkili olurmuş kuşkusuz ama bu hali ile de çekiciliği var kesinlikle. Nikolaj Frobenius’un kendi yarı otobiyografik romanından uyarladığı senaryonun babanın çocuğu ile arasındaki çizgiyi koruyamamasını ve onun zaten hassas olan bünyesine bilmeden zarar vermesini uçarı bir biçimde anlatabilmesi bile başlı başına yeterli aslında.

(“Sons of Norway” – “Norveç’in Evlatları”)

(Visited 134 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir