Source Code – Duncan Jones (2011)

“Yaşamak için 1 dakikadan daha az vaktin kaldığını biliyor olsaydın, ne yapardın?”

Uyandığında kendisini başka birisinin bedeninde bulan ve deneysel bir hükümet programının parçası olarak bir trendeki bombacıyı bulmakla görevlendirilen bir askerin hikâyesi.

Ben Ripley’in senaryosundan Duncan Jones’un çektiği, bir “gizemli bilim kurgu” filmi. Heyecanı, temposu, gerilimi ve gizemi hep dozunda tutulmuş bu aksiyon filmi, türünün başarılı bağımsız örneklerinden biri. Başroldeki Jake Gyllenhaal’ın hikâyenin kahramanının trajedisine çok uyumlu hüzünlü ifadesi ile rol için çok doğru bir seçim olduğunu gösterdiği film, sürprizi ile de dikkat çekiyor. Hikâyesi zaman zaman bir tanıdıklık hissi verse de, Jones’un bu hikâyeyi başarılı bir şekilde anlatması ve aksiyonu merak ve hüzün duyguları ile çarpıcı bir şekilde süsleyebilmiş olması nedeni ile kesinlikle keyif veren bir çalışma çıkmış ortaya.

Duncan Jones hikâyesini anlatırken ilginç bir seçim yapmış: Jake Gyllenhaal’ın canlandırdığı karakteri seyirciye onun (yani filmde oynadığı askerin) yüzü ile gösterirken, oyuncu aynaya baktığında bedenine girdiği adamın yüzünü görüyor. Benzer şekilde hikâyenin trende geçen kısmındaki karakterler de onu yine bedenini devir aldığı bu adamın fiziği ile görüyorlar. Bu tercih kafa karıştırmıyor ama nedeni konusunda bir tereddüt de uyandırıyor. Yine de hikâyenin hem trendeki hem de gizli ordu laboratuvarında geçen sahnelerinde aynı yüzü (Gyllenhaal’In yüzünü) görmenin karakterle özdeşleşmek açısından ciddi bir fayda sağladığını ve onun trajik hikâyesine ilgiyi kesinlikle artırdığını söyleyebiliriz rahatlıkla. Aynı yüzü iki farklı zamanda ve yerde görmek, onun mücadelesini, sorgulamalarını ve yüzleşmelerini daha etkileyici yapıyor kuşkusuz. Bu etkileyicilikte Gyllenhaal’ın performansının da çok büyük bir payı var elbette. Sanatçı herhalde sinema tarihinde bakışlarına hüznün ve trajedinin en çok yakıştığı erkek oyunculardan biri; burada abartılı bir duygusallıktan söz etmiyorum. Bu yakışma hâli oyuncunun bu duyguyu içselleştiren ve gerçek/doğal kılan bir şekilde yansıtabilmesinden kaynaklanıyor ve bu filmde olduğu gibi hikâyenin cazibesini yükseltiyor.

Hikâyesi Chicago’da geçse de önemli bir kısmı Kanada’da çekilen filmin Chris Bacon tarafından hazırlanan müzikleri hikâyeye oldukça yakışmış ve gizem, gerilim ve trajediyi yansıtan melodileri ile seyir keyfini arttırıyor filmin. İki farklı zaman ve mekan arasında gidip gelmek zorunda kalan adamın bu hızlı hikâyesi, desteğini müziğin yanısıra Paul Hircsh’in kurgusundan da alıyor. Aynı sekiz dakikayı defalarca yaşayan adamın hikâyesini seyircide bir tekrar duygusu yaşatmadan ve her bir tekrarda farklı kamera açıları ve tempo tercihleri ile ilerleyen çekimle ve kurgu ile gösterebilmek bir teknik ustalığın göstergesi elbette. Trendeki patlama sahnesinin ilkindeki görsel efektler -fazla rahatsız etmeyen- bir yeterince doğal görünmeme problemine sahip ama burada da hikâyenin sağladığı avantaj devreye giriyor. Sonuçta bu patlamanın belki de o kadar da doğal görünmemesi gerekiyor çünkü defalarca tekrarlanacak bir patlama bu ve zamanda (ve/veya paralel evrenlerde) yapılan bir seyahatle kahramanımızın parçası olduğu bu anların doğallığı da tartışmalı sonuçta.

Bir bakıma bir geçmişe dönüş/onu değiştir(eme)me ve paralel evrenler hikâyesi seyrettiğimiz ve finalinin filmin geneli kadar tatmin edici olmaması belki de geçmişin değiştirilebilirliği/değiştirilemezliği konusunda yaptığı tercih. Evet, kahramanını kesinlikle seviyorsunuz ve keşfettiği trajedisine üzülüyorsunuz ama yine de bir parça zorlanmış görünüyor final (bir paralel evren söz konusu olsa bile) ve hikâyenin kendi gerçeküstücülüğü içinde bile zaman zaman -belki aslında çok da önemli olmayan- gerçekçilik problemlerine bir yenisini ve daha önemlisini üstelik ekliyor sanki. Irkçı önyargılara karşı net bir duruş sergileyen film, suçlu kişi tercihi ile de bu duruşunun altını çiziyor tekrar. Final sahnesinde yer alan, Chicago’daki ünlü Anish Kapoor heykeli “Cloud Gate”i de akıllı bir metafor olarak kullanmış film ve heykelin yüzünde oluşan imajları filmde paralel evren(ler)deki farklı gerçekliklerin sembolü olarak görmüş sanki.

Christopher Nolan’ın “Inception – Başlangıç” filmi gibi zekâya hitap eden ve anlattığı kompleks hikâye ile takdir edilmeyi talep eden yapıtlar ile kıyaslandığında, Duncan Jones’ın yapıtı çok daha samimi ve dürüst görünüyor açıkçası ve tüm o gerçeküstü (ya da bilimkurgusal ) hikâyesine rağmen çok daha da gerçek görünüyor üstelik. Jake Gyllenhaal’ın yanısıra Michelle Monaghan’ın da oyunu ile dikkat çektiği filmde seyirci olarak öleceğini bildiğiniz (en azından paralel evrenlerin bazılarında) insanların son dakikalarına tanık olmanın hüznü ve senarist ve yönetmen ikilisi Ben Ripley ve Duncan Jones’un hikâyenin teknik/teknolojik/bilimsel boyutundan çok, insan yanını öne çıkarmaları da ayrıca takdiri hak ediyor. Hikâyedeki kimi gelişmelerin inandırıcılığı (sekiz dakikada aşk gibi) problemli olsa da, kahramanını sevmeniz bu problemlerin olumsuz etkisini azaltıyor. Hikâyeyi algılama şeklinize bağlı olarak, kadercilik gibi bir eğilim de sezebilirsiniz belki ama filmin samimiyeti ve şıklığı bunun da üzerini örtüyor açıkçası.

(“Yaşam Şifresi”)

(Visited 126 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir