Spectre – Sam Mendes (2015)

“Öldürme yetkisi, aynı zamanda öldürmeme yetkisidir”

Hızla değişen dünyada artık eskidiği düşünülen James Bond’un gizemli SPECTRE örgütüne karşı savaşının hikâyesi.

James Bond serisinin yirmi dördüncü filmi. Sam Mendes’in ikinci kez bir Bond filminin yönetmen koltuğunda oturduğu çalışma; John Logan, Neal Purvis ve Robert Wade’in orijinal hikâyesinden yola çıkarak yine bu üçlünün ve Jez Butterworth’un yazdığı senaryodan aktarılmış beyazperdeye. Bond ve patronu “M”nin modasının geçtiğinin düşünülmeye başlandığı bir zamanda geçen hikâye, seri içinde hikâyesinin Bond için kişisel önemi olması ve bir parça karanlık olan tonu ile dikkat çekiyor. Ne var ki filmin temel zayıf noktası da hikâyesinin yeterince güçlü olmaması. Bu durum aksiyon sahnelerinin uzatılmış olmasını açıklıyor belki ama süreyi nerede ise iki buçuk saate kadar çıkarmanın gereğinin olup olmadığı da tartışmaya açık. Bu problem bir yana; eğlendiren, heyecanlandıran ve bu kez hikâyenin duygusal tonu ve -kötü adamın kendisi ile olan bağında doğan- Bond için kişisel önemi ile de ilgi uyandıran film, izlenmeyi hak eden bir çalışma.

Meksika’da, “Ölüler Günü” festivalinde geçen bir sahne ile açılıyor film. Yaklaşık 1500 (CGI ile sayı çok daha fazla gösteriliyor) figüran ile çekilen sahne uzun süren bir plan ile başlıyor (festivalin karmaşası içindeki sokaklardan bir otelin içine, oradan otelin bir odasına ve sonra da çatılara kesintisiz tek bir çekim ile uzanıyor kamera) ve temposu, dinamik kamera kullanımı ve havadaki kapışma başta olmak üzere heyecan veren pek çok ânı ile sıkı bir giriş sağlıyor bu sahne. Bu heyecan verici sahnede kimi görüntülerin efektlerle elde edildiği fazlası ile açık ediyor kendini ama ve bazı kareler adeta bir bilgisayar oyunundan alınmış gibi duruyor. Tam da bu durum bir yandan da hikâyenin teması ile ilginç bir şekilde karşı karşıya bırakıyor bizi. İstihbarat içinde yeniden yapılanmanın konuşulduğu ve bunun için harekete geçildiği, Bond’un ve “M”nin gözden düştüğü ve hatta “00” serisindeki diğer personelin de asıl fonksiyonlarına son verilmesine karar verildiği zamanlar bunlar. Bir başka ifade ile söylersek, yeninin eskinin yerini kalıcı bir biçimde almaya hazırlandığı günlerdeyiz. On yıllardır sinema perdesinde karşımıza çıkan Bond’un başlardaki eski usul casusluk maceraları serinin her bir yeni örneği ile birlikte teknoloji ile daha fazla iç içe geçerken, efektlerin görkemi artarken ve filmler “büyürken” (bütçe, kadro vs.) karakter “eski” kalabilir mi bilmiyorum açıkçası ve bu hikâyede olduğu gibi filmin eskinin arkasında durması ne kadar tutarlı gerçekten? Karakterin ruhunu korumak ancak teknolojinin bir şekilde hep ikinci planda kalması ile mümkün olabilir ama bu filmin örneği olduğu gibi hikâye yeterince güçlü olmayınca ve tüm o duygusallık ve kişisellik iyi anlatılamayınca, bunu elde etme pek de mümkün olamıyor doğal olarak.

Sıkı açılış sahnesinden sonra Sam Smith’in seslendirdiği “Writing’s On The Wall” şarkısı eşliğinde seyrettiğimiz ve yedinci kez bir Bond filmi için çalışan Daniel Kleinman’ın tasarladığı açılış jeneriği görkemli estetiği ile çok yakışmış filme. Altın sarısı renkler ile siyah-beyaz arasında gidip gelen görüntüler SPECTRE örgütünün logosu olan ahtapot sembolünü de getiriyor karşımıza ve buradaki profesyonel başarıdan etkilenmemek mümkün değil açıkçası ve hatta bu jeneriğin vaat ettiğinin altında kalıyor filmin kendisi. İngiltere, İtalya, Meksika, Avusturya ve Fas’ta geçiyor hikâye ve Léa Seydoux, Monica Bellucci (baştan çıkarma sahnesinde harcanıyor ve haksızlığa uğruyor kesinlikle) ve Naomie Harris’in canlandırdığı kadın karakterlerin sağladığı çekicilik, orijinal müziği de dahil olmak üzere sıkı bir soundtrack ve elbette tüm o efektler ve görkemli çekimler ile anlatmayı başarıyor derdini. İki araba veya bir araba ile bir uçak arasında geçen takip sahneleri beklentiyi fazlası ile karşılarken, kimi anlarında da -yine beklendiği gibi- inandırıcılığı pek de dert etmiyor. Açılış sahnesinde bir stadyum dolusu insanı kurtarmak için, bir helikopter içindeki kötü adamlarla dövüşen Bond’un bu sırada üzerinde uçup durdukları binlerce insanı tehlikeye atması veya içinde kurtarmak istediği kadının da olduğu araca saldıran Bond’un tüm kötüleri yok edip kadını araçtan sağ salim çıkarması gibi anlar gerçekçiliğin değil heyecanın peşinde olmanız gerektiğini söyleyen anlardan ikisi sadece.

İnsana ait olandan uzak duran yeni yaklaşımı reddedip eskiyi destekleyen, küçük ülkeleri ikna etmek için büyük ülkelerin neler yapabileceğini göstermekten çekinmeyen (uzlaşmayan Güney Afrika’yı ikna eden terör vakası), öldürme yetkisinin aynı zamanda öldürmeme yetkisini de verdiğini vurgulayan yaklaşımı ve Bond’un “karanlıkta yaşamak, avlamak, avlanmak ve sürekli arkasını kollamak”la geçen hayatını sorgulayan (ve ona sorgulatan) film, hedefine, keyifli bir eğlencelik hikâye olmaya rahatlıkla ulaşan bir çalışma sonuç olarak. Yukarıda isimleri anılan kadın oyunculara ek olarak, Bond rolündeki Daniel Craig (hikâyenin havasına uygun olarak özellikle yakın planlarda yaşlı görünüyor bir parça) ve diğer rollerdeki Christoph Waltz (kötü adam), Ralph Fiennes (“M”), Ben Whishaw (“Q”) ve Andrew Scott (“C”) bu görkemli Bond filminin kadrosunu oluşturuyorlar ve bir parça boş olan hikâyeyi pek de umursamadan keyif almanızı sağlıyorlar filmden. Yönetmen Mendes ise, “beraber olamayız” sahnesi gibi dramatik anlarda aksasa da, genel olarak iyi bir Bond yönetmeni performansı gösteriyor ve aksiyon ve macera sahnelerinin üstesinden şık bir şekilde geliyor.

(Visited 108 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir