“Umarım nasıl olduğu sorulduğunda, gerçekten nasıl hissettiğini söyleyen insanlardan değilsindir”
Bir ünlü sanatçı, onun sevgilisi, o sevgiliye aşık bir oyuncu adayı ve bir dedektif arasında geçen cinayet, masumiyet ve aşk hikâyesi.
Alfred Hitchcock’un başyapıtlarının arasında nispeten gölgede kalan bir film. Bir romandan uyarlanan senaryo bir yandan dram ve polisiye üzerinden bir gerilim filmine aracılık ederken diğer yandan da bu gerilim atmosferini zaman zaman mizah ile dengelemeye çalışmış. Bir başyapıt değil ve pek çok Hitchcock filminden geriye kalan kült olmuş sahneler açısından zayıf ama yine de ustanın izlerini taşıyan, seyri keyifli ve klasik sinemanın tadını taşıyan bir film karşımızdaki.
Marlene Dietrich ve Hitchcock iş birliğinden daha üst düzey bir sonuç çıkabilir ve Dietrich daha çarpıcı bir karakter aracılığı ile daha etkileyici bir performans verebilirdi belki ama sonuçta onu bir filmde ve örneğin “La Vie en Rose” söylerken izlemek her zaman cazip bir aktivitedir. Buradaki eksiklik belki filmin finali ile tutarlılığı sağlamak adına filmde zaman zaman beliren “femme fatale” havasının yeterince işlenmeden kalmış olması. Jane Wyman rolünde idare eder bir havada oynarken Michael Wilding ise zeki ve esprili dedektif rolünde filmdeki en başarılı isim oluyor.
Yönetmenin kendini gösterdiği ve diğer filmlerine göre daha kısıtlı sayıda olduğu görülen klasikleşmiş karelerin başında barda geçen “dedektife yaklaşma ve sarhoş adamdan kurtulma“ sahnesi gösterilebilir. Burada Hitchcock özellikle kurgu ve diyaloglar aracılığı ile filmin en çok gülümseten anlarını yaratmayı başarıyor. Wyman’ın oyuncu adayı ve hizmetçi karakterleri arasında gidip gelirken içine düştüğü durumlar ve kimliğini saklama gayreti de tam da Hitchcok filmlerinde bekleyeceğiniz türden bir “kahramanımız zor durumda” gösterisi. Diyaloglar demişken burada birkaç örnek de vermek gerekiyor. O günlerin sineması için biraz sıra dışı bir karakter olan boşanmış babayı canlandıran Alastair Sim’in alaycı ve zeki cümleleri filmin en sarkastik anlarını oluşturuyor. Polisin cinayet için tanıklığına başvurduğu hizmetçi kadın ise kendisine çok soru sorulmasını “kendisini Sovyetler Birliği’ndeymiş gibi hissetmek” ifadesi ile anlatarak Soğuk Savaş’ın başlangıç yıllarından bir tipik karşıya bakışı getiriyor filme.
Finali ve gerçeğin keşfi zaman zaman eleştiri konusu olmuş bu filmin ama bu eleştirilerin geçersizliği başlardaki flash-back sahnesi dikkatli bir şekilde seyredilirse görülecektir. Burada yönetmen seyircinin çabuk yargıya varma alışkanlığını ve klişelere olan eğilimini kullanarak seyirciyi bir anlamda ters köşeye yatırıyor. Sürpriz finali, günümüz gözü ile bakıldığında çok komik duran “gizli dinleme” sahnesi, herkese kısmet olsun dedirtecek bir fedekâr sevgili karakteri ve bazen doğruların en inanılmaz görünen olduğunu hatırlatması ile en üst düzeyden olmasa da keyifle seyredilecek bir Hitchcock filmi.
(“Sahne Korkusu”)