“Irak’ın en sevdiğim yanı buydu. Hiçbir şey aynı kalmıyordu”
Tanık olduğu bir kaza sonucu kendisini gizemli bir kadın, onun polis kocası ve bir çanta dolusu parayı içeren bir maceranın içinde bulan bir adamın hikâyesi.
Avustralyalı sinemacı Craig Lahiff’ten kara film tarzına yakın bir suç filmi. Umut verici başlayan ama daha sonra güçlü ve zayıf yanlarının paralel yürüdüğü film Avustralya sinemasından son zamanlarda çıkan kimi sert filmlerin bir örneği. Kendisini kesinlikle seyrettirmeyi başaran çalışmanın kimi öne çıkan eksilerine rağmen bir cazibe taşıdığı da açık.
Güvenilirliği hikâyenin finaline kadar belirsizliğini koruyan (aslında bu konuda tam anlamı ile başarılı olduğu söylenemez filmin) gizemli ve bir sarışın kadın, onun öfke problemi yaşayan polis kocası, uyuşturucu ticaretinden gelen kayıp paranın peşindeki çetenin acımasız tetikçisi ve tüm bu “kötü” karakterlerin arasına düşen ve bir çanta dolusu parayı teslim edecek kadar dürüst kahramanımız. Film bu karakterler üzerine kurduğu hikâyesini bir kara film için fazla gelecek bir dozda “kırmızı” ile boyuyor ve kimi sert sahneleri ile dikkat çekiyor. Açılıştaki tam bir profesyonellik ile çekilmiş olan uyuşturucu alışverişi sahnesi ile başlayan film hikâye ilerledikçe ve olaylar karışmaya başladıkça zaman zaman inandırıcılıktan uzak düşmeye de başlıyor. Bu inandırıcılık sorunu bir yana, film atmosferi ve sarışını ile Hitchcock’u akla getirse de ve örneğin kasabaya yarışma için gelen bando takımları ile bu anıştırmayı desteklese de, bunu da süratle unutuyor ve bando takımlarının senaryodaki varlığı da otelde yer olmamasının açıklaması olmak gibi bir zorlamaya (ve gereksiz bir zorlamaya çünkü bu durum bile polisin adamı evine davet etmesini inandırıcı kılmıyor) bağlanıyor sadece. Oysa bir sarışın, bir tren ve para dolu bir çanta ile Hitchcock neler yapardı diye düşünecektir bir sinemasever ister istemez.
Senaryonun gittikçe yoldan çıkmasının bir örneği olan hareket halindeki trenin üzerine atlama gibi sahnelere de sahip olan film, tüm bunlar bir yana bırakılırsa sağlam kurgusu ve iyi kotarılmış sahneleri ile dikkat çekiyor. Anlaşılan senaryonun da sahibi olan yönetmen hikâyesinin dinamizmi ile yetinememiş veya dozunu kaçırmış ve işler bir parça yolundan çıkmış. Oysa hikâye bu gereksiz zorlamalara sapmasa ve hikâyeye bir şey katmayan sert sahnelerden biraz daha uzak durmayı başarsa çok daha doğru bir seçimde bulunurmuş. Herkesin herkese kazık attığı bu hikâyede kahramanımız tek kazanan veya daha doğru bir deyiş ile tek kaybetmeyen olurken, paradan aşka ve uyuşturucuya kadar her şeyin sahte olduğu bu dünyada film “iyi” olmanın imkânsızlığını da söylüyor gibi.
Kara mizaha göz kırpar gibi yapan film belki buradaki niyetini biraz daha açık etse kendisini daha üst bir seviyeye çıkarabilirmiş ama Avustralya çöllerini ve bu çöllerin ortasından geçen ıssız yollarını sık sık kadraja alan çekici görüntüleri, zaman zaman filmin dramından uzak düşse de bu hatadan uzak durduğu anlardaki çekiciliği ile başarılı müzik çalışması ve yukarıda sıraladığım kimi öğeleri ile film ticari sinemanın çekicilik kriterlerini tutturmayı başarıyor. Tekniği sağlam, oyunculukları yeterli, seyri heyecan verici ama kimi zaman keşke dedirten bir çalışma özet olarak.
(“Sapak”)