Sans Toit Ni Loi – Agnès Varda (1985)

“Kimse cesedi teşhis etmedi. Bu yüzden de bir hendekten kimsesizler mezarlığına gitti. Tek bir iz bırakmadan doğal bir şekilde ölmüştü. Merak ediyorum, onu çocukken tanıyanlar hâlâ düşünüyor mudur onu? Ama onunla yakın zamanlarda karşılaşanlar hatırladılar onu. Bu tanıklar onun son kışının son haftalarını anlatmama yardımcı oldular. Her birinin üzerinde izini bırakmıştı. Onun öldüğünden haberleri olmadan konuştular hakkında. Adının Mona Bergeron olduğunu söylemedim onlara. Bence o denizden gelmişti”

Bir hendek içinde cesedi bulunan genç bir kadının geriye dönüşle anlatılan hikâyesi.

Agnès Varda’nın yazdığı ve yönettiği bir Fransız filmi. Fransız sinemasının yıldızlarından Sandrine Bonnaire’in ilk fimlerinden biri olan çalışma o sıralarda henüz on sekiz yaşında olan oyuncunun çarpıcı bir performans sergilediği ve Varda’nın kurgusal bir hikâyeyi belgesel havasına da bürünerek anlattığı önemli bir eser. Venedik Film Festivali’nde hem büyük ödül olan Altın Aslan’ı hem de sinema eleştirmenlerinin ödülünü kazanan film özgür ruhlu ve güçlü görünümlü bir genç kadının “Çatısız, kuralsız” günlerini getiriyor karşımıza ve bunu tam bir dürüst yaklaşımla gerçekleştiriyor. Sinemanın saf ve doğal halinin en parlak örneklerinden biri bu ve adım adım inşa ettiği hikâyesi ile seyircinin yüreğini burkuyor. Mutlaka görülmesi gerekli bir film.

Genç kadının macerası boyunca karşılaştıklarından biri onu şu sözlerle tanımlıyor: “Aniden gelen bir rüzgâr gibi çıktı ortaya. Plansız, hedefsiz… arzusu yok, bir isteği de… Ona bir şeyler önerdik ama tek bir şey bile yapmak istemedi. Başıboş dolaşmak mı? Hayır, onunki yavaş yavaş solup yok olmak. Hiçbir işe yaramadığını kanıtlayarak, ret ettiği bir sisteme yardımcı oluyor. Onunki başıboş dolaşmak değil, solup gitmek”. Bu genç kadının macerasının sonunu göstererek başlıyor film; bir hendeğin içinde muhtemelen donarak ölmüş genç bir kadın bulunuyor bir çiftçi tarafından. Bu görüntü üzerinde Varda’nın sesinden bu yazının girişindeki cümleleri duyuyoruz. Joanna Bruzdowicz’in acı dolu bir havası olan müziğinin de eşlik ettiği bu açılıştan sonra hikâye geçmiş zamana bağlanıyor ve otostop yaparak dolaşan, sırt çantalı bir genç kız geliyor karşımıza. Sandrine Bonnaire’in tüm güzelliği ve gençliği ile canlandırdığı kadın oldukça cesur ve güvenli bir görünüme sahiptir ve bir özgür kadın sembolüdür adeta.

Varda hikâye boyunca sık sık, kadının bir hendekte biten macerası boyunca karşılaştığı karakterleri konuşturuyor. Bazen kendi aralarında kadınla ilgili yorumlar yapıyorlar bu insanlar, bazen de doğrudan bize hitap ediyorlar. Etraf daha sakin ve yollar daha boş olduğu için yazın değil, bu soğuk havada yollarda olmayı tercih ettiğini söyleyen kadının gerçek hikâyesinin tümünü hiçbiri bilmiyor bu insanların. Biz de film boyunca kadının ağzından parça parça duyduğumuz bilgilerle yetiniyor ve bu insanlardan daha önde olsak da hikâyenin tümüne hiç hâkim olamıyoruz aslında. Parası olmayan, yıpranmış giysileri ile dolaşan kadının bir polis arabasını görünce neden saklandığını anlayamıyoruz örneğin. Derme çatma çadırını nerede yer bulursa oraya kuran, genellikle terk edilmiş evlerde geceleyen kadın özgürlüğünü ilişkilerinde de kuruyor. Erkekler tarafından seçilmiyor, onları kendisi seçiyor örneğin ve kendine yarattığı özgürlük alanının ihlal edildiğini hissettiği anda tepkisini gösteriyor ve yolculuğuna devam ediyor. Evet, özgürlük hep gündeminde bir kavram olarak hikâyenin. Bir sahnede genç bir oğlan çocuğunun ebeveynlerine kadının özgürlüğünü örnek gösterip ona imrendiğini söylemesi hem kadının bıraktığı izlere hem de özgürlük kavramına bir gönderme kuşkusuz. Felsefe okumuş ama şimdi köylü karısı ile birlikte hayvancılık yapan bir adamın kadının özgür hayatı ile ilgili yorumları da Varda’nın bu kavram üzerine sorgulamalarının bir uzantısı gibi. Benzer şekilde “yola düşen” kendi arkadaşlarından bir gün durmasını bilmeyenlerin sonunda mahvolduğunu anlatıyor adam kadına ve tam bir özgürlüğün tam bir yalnızlık demek olduğunu iddia ediyor.

Varda hikâyeyi anlatarken belgesel havasını bazen azaltıyor bazan artırıyor ama bir şekilde hep canlı tutuyor. Kuzey Afrikalı göçmen işçilerle olan bölüm gerçekçiliği, kamera kullanımı ve içeriği ile bu havanın en parlak örneklerinden biri. Karakterlerin zaman zaman doğrudan bize konuşmaları ve Bonnaire dışındaki hemen tüm oyuncuların ilk kez ve bunların da yine hemen tümünün son kez bir sinema filminde oynayan amatör oyunculardan seçilmiş olması da destekliyor bu belgesel yaklaşımını. Trajik sonu baştan göstererek cesur bir tercih yapan Varda -felsefecinin belki de biraz kıskanarak da söylediği gibi- solan bir hayatı bize dokunaklı bir biçimde anlatmayı başarıyor bu belgesel havasına rağmen ve gerçekçiliği hiç yitirmeden ve herhangi bir zorlama oyuna girişmeden duygusal olmayı da başarıyor. Karakter ile özdeşleşerek yaratılan bir duygusallık değil bu; aksine bundan özenle kaçınıyor yönetmen. Kadının bıraktığı izlerin de bir örneği olan “elektrik çarpması” sahnesinde akademisyen kadının ilk aklına gelenin kahramanımız olması bu “soğuk duygusallığa” örnek olarak gösterilebilir.

Trajik bir yol hikâyesi olarak da tanımlayabileceğimiz filmde herkesin kadını kıskanması, özenmesi veya -belki de gösterdiği cesaretten dolayı- eleştirmesini bir bakıma toplumun bireysel tavırları ve özgür yaşamı yok etmeye soyunmasının sembolü olarak görmek mümkün ama Varda’nın semboller yaratmanın ve oradan “toplumsal mesaj”lar vermenin peşinde olmadığını söyleyebiliriz rahatlıkla. Varda bir kadının hikâyesini dürüst bir biçimde anlatmayı ve bu hikâye aracılığı ile de sorular yaratmayı hedefliyor sadece ve bunu da doğal bir gücü olan film çekerek başarıyor. Güçlü bir kadının hikâyesinin sonunda olabilecek en aciz biçimde karşımıza çıkmasını da aynı bağlamda değerlendirmek gerekiyor.

Agnès Varda, sinemanın en büyük klasiklerinden biri olan, Orson Welles’in “Citizen Kane – Yurttaş Kane” filminin neden bu denli başarılı olduğunu anlatırken hikâyenin kendisinin değil, filmin bu hikâyeyi anlatma şeklinin ve bir adamın onunla tanışmış/karşılaşmış insanların gözündeki algısını ustalıkla anlatmasının asıl faktör olduğunu söylemiş. İşte burada da benzer bir tercihte bulunuyor Varda ve bir kadının hikâyesini sade bir ustalıkla anlatırken, hikâyeye değil kadının kendisine ve onunla hayatı bir şekilde çakışmış insanların değerlendirmelerine odaklanıyor ve filmi bunların üzerine kuruyor. Görülmeli!

(“Vagabond” – “Çatısız Kuralsız”)

Le Bonheur – Agnès Varda (1965)

“Sen, ben ve çocuklar; birlikte bir elma bahçesi, bir tarla gibiyiz biz. Derken tarlanın dışında büyüyen ve bizimle birlikte çiçek açan başka bir elma ağacını fark ediyorum. Daha çok çiçek, daha çok elma… Biliyorsun işte, var olanı çoğaltıyor bu”

Mutlu bir evliliği olan iki çocuklu bir erkeğin başka bir kadına da âşık olması ile yaşananların hikâyesi.

Agnès Varda’nın yazdığı ve yönettiği bir Fransız filmi. “Hiçbir neden yokken” bir başka kadına da âşık olan ve karısı ile birlikte onu da hayatında tutan bir adamın hikâyesi anlatılan. Filmin adının da özellikle vurguladığı gibi mutluluk üzerine, mutluluğun bileşenleri üzerine zarif ve dokunaklı bir çalışma bu ve Varda’nın özgün yönetmenlik çalışması ile ayrıca değer kazanan bir klasik. Başroldeki Belçikalı oyuncu Jean-Claude Drouot’ya eşi rolünde, gerçek hayatta da eşi olan ve tüm sinema kariyeri bu filmle sınırlı olan Claire Drouot’nun eşlik ettiği iki filmde iki çocukları da kendilerini canlandırmışlar bir bakıma. “Diğer kadın”ı Marie-France Boyer’in canlandırdığı filmde Varda üç ana karakterinin tümüne tam bir tarafsızlıkla yaklaşıyor ve herhangi bir mesaj kaygısı gütmeden, onların bu üçlü ilişki durumuna karşı takındıkları tavrı anlatıyor bize. İçeriği ve biçimi ile farklı, samimiyeti ve dürüstlüğü ile güçlü ve sinema dili ile çok önemli bir film bu.

Bir ayçiçeği tarlasında kameraya doğru yürüyen bir çekirdek ailenin görüntüsü ile başlıyor film. Varda’nın hikâye boyunca sık sık başvuracağı mutluluk resimlerinden biri bu. Baba, anne ve ellerinden tuttukları, bir kız biri erkek iki çocuk bu resmin ana öğeleri olarak ve flu bir şekilde gösteriliyorlar bu resimde. Varda resmin adını koymaktan da çekinmiyor ve bu görüntünün üzerine filmin adını yerleştiriyor: “Le Bonheur – Mutluluk”. Varda naif denebilecek bir yaklaşımla görüntüye birden çok ayçiçeğini ve tek bir ayçiçeğini dönüşümlü olarak getirerek görsel bir küçük oyuna da girişiyor bu açılış sahnesinde. Ve bu sahne bir başka mutluluk tablosuna, aynı ailenin piknik görüntülerine bağlanıyor. Sinema tarihinde mutluluğun, aile olmanın ve birlikte olmanın bu derece güzel ve doğal olarak sergilendiği nadir filmlerden biri seyretmekte olduğumuz. Güzel bir pazar günü mutluluğunun resmi bundan daha iyi çizilebilir miydi ve çizilen de bu derece doğal görünebilir miydi bilmiyorum ama bu açılış sahneleri ile göz yaşartacak bir başarı yakalıyor Varda. Mozart’ın eserlerinin eşlik ettiği ve müziğin vurgulu bir şekilde kullanıldığı bu sahneler filmin görsel tercihlerinin de en iyi örneklerinden biri. Claude Beausoleil ve Jean Rabier imzasını taşıyan görüntüler adeta izlenimci bir ressamın tablosunun canlandırılmış hâlini getiriyor karşımıza ve Varda’nın yönetmenlik becerisi de bu canlandırmayı biçimsel bir denemden öte ve inanılmaz bir şekilde doğal kılıyor.

Tam bir mutlu aile var karşımızda: Akrabaları ile birlikte marangozluk yapan bir adam, evde terzilik yaparak ve iki küçük çocuğu ile ilgilenerek hep kocasının yanında olan bir kadın ve birbirinden sevimli iki küçük çocuk. Varda bu resmi “bozulan bir yuvanın neden olduğu trajedi”yi anlatmak için kışkırtıcı bir şekilde kullanmıyor kesinlikle. Aksine -ve hatta kimi seyirciyi rahatsız edecek biçimde- en ufak bir provokasyonun peşine düşmüyor sanatçı. Öyle ki yaşanan gerçek bir trajediyi bile böyle bir yaklaşımın aracı yapmıyor yönetmen ve tümüne sevgi ve ilgi ile yaklaştığı ve birinin aleyhine diğerinin yanında taraf tutmadığı karakterlerini yargılama yoluna sapmıyor hiç. İşte tam da bu nedenle üç baş karakteri de anlıyorsunuz ve önyargılardan uzak yaklaşabiliyorsunuz siz de onlara. Üç iyi insan onlar ve kendilerini inanılmaz bir doğallıkla canlandıran oyuncuların başarısının da sayesinde o denli gerçek oluyorlar ki saf sinemanın gücünü hissediyorsunuz. Özellikle Jean-Claude Drouot’nun performansı müthiş bir güç barındırıyor içinde ve Varda’nın “büyükannesi” sayıldığı Yeni Dalga akımının da en kalıcı karakterlerinden birine imzasını atıyor usta bir oyunculukla. O denli gerçek ve o denli sevecen kılıyor ki karakterini eylemlerini/hislerini onaylasanız da onaylamasanız da yanında buluyorsunuz kendinizi.

Uçarı bir yönetmenlik anlayışının en parlak örneklerinden birini yaratmış burada Varda. Sahne geçişlerindeki kararmaları farklı renklerle gerçekleştirmesi (oldukça renkli bir film bu, kelimenin her iki anlamı ile), küçük kızın elindeki nesne ile birlikte kameraya doğru yaklaşması, reklam panoları ve vitrinlerdeki ifadelerin (“Ayartma”, “Gizem”, “Seviyorum”) hikâyenin ve karakterlerin hislerinin aracı olarak kullanılması gibi küçük oyunlarla filme dinamizm ve hafiflik sağlamış yönetmen. Görsel oyunlarının en çarpıcı örneklerinden biri adam ve yeni tanıştığı kadının bir kafede geçen sahneleri. Vitrinde yazılı kelimelerin de kullanıldığı bu sahnede zaman zaman, konuşan iki karaktere değil kafedeki bir başka müşteriye veya garsonun taşıdığı tepsiye odaklanıyor kamera ve onları net, ana karakterleri ise flu göstererek bu anları sıradanlıktan uzaklaştırıyor. Benzer bir biçimde “cinsellik” sahneleri de türünün en özgün örneklerinden kesinlikle. Bazıları tek karelik çekimlerden oluşan, diyaloglar ile vücut dillerinin birlikte “konuştuğu” bu sahneler göz alıcı bir doğal güzelliğe sahipler ve bu başarı Varda’nın kuralsız ve naif mizanseni ile daha da parlıyor. Bir kadının seven, gözeten ve çalışan ellerine odaklanıldığı sahnenin bir başka örneği olduğu “içerik ve biçim uyumu” ile de görsel başarısını hayli üst noktalara taşıyan bir film bu ve gerçek bir başarı kesinlikle.

Bir yaz gününün güzelliği ile başlayıp bir sonbahar gününün güzelliği ile sona eren, sarının açılışta ayçiçekleri ile kapanışta ise yapraklar ile egemen renk olduğu film mutluluğun ne olduğu ve mutlu olmanın mutlu etmekle ilişkisi üzerine seyircisini düşünmeye yönlendiren bir çalışma. “Basit” hikâyesini çok zarif bir şekilde anlatan film çekildiği günden bu yana çok farklı yorumlara neden olmuş. Anlattığı hikâyeye aslında alaycı bir şekilde yaklaştığını düşünen de var, “zina”yı teşvik ettiğini öne süren de; 1968’in yaklaştığı günlerin eseri olan filmin yavaşa yavaş dile getirilmeye başlanan feminist değerlerin izlerini taşıdığını iddia edenlerin karşısında ve tam tersi bir şekilde hikâyenin erkeğin tarafında durduğunu düşünerek filmi eleştirenler de olmuş; evliliği kutsayan bir hikâye anlatıldığını düşünen de var, evliliğin lanetlendiğini düşünen de. Açıkçası Varda’nın dürüst yaklaşımı tüm bu yorumların ötesine geçen bir içeriğe sahip: Onun sadece bir hikâyeyi tüm samimiyeti ve doğallığını katarak anlattığını ve mutluluk kavramını elle tutulur hâle getirdiğini düşünmeyi tercih ediyorum ben.

(“Happiness” – “Mutluluk”)

Salut les Cubains – Agnès Varda (1963)

“Küba’daydım. Karmakarışık fotoğraflarla döndüm oradan. Onları bir düzene sokmak için bu filmi yaptım. Filmin adı “Selam Kübalılar” oldu”

Agnès Varda’nın devrimden dört yıl sonra gittiği Küba’da çektiği fotoğraflardan oluşturduğu bir devrim hikâyesi.

Fransız sinemacı Varda devrimden dört yıl sonra gitmiş Küba’ya ve 1962’nin Aralık ile 1963’ün Ocak aylarında yaklaşık 4 bin fotoğraf çekmiş orada kaldığı bir ayı aşan süre boyunca. Bu fotoğraflardan yaklaşık 2 binini bir araya getirerek oluşturduğu bu ilginç “foto-montaj” türü belgesel yarım saatlik bir süre içinde devrimin tüm sıcaklığını ve tazeliğini taşıyan bir ülkenin havasını etkileyici bir biçimde yansıtan ve biçimsel özellikleri ile de ilgi çeken çok önemli bir çalışma. Varda’nın o hep alçak gönüllü kalan, her zaman farklı arayışlara açık ve saygın sinemacılığının bu parlak örneği devrime, devrimcilere ve devrimci bir ruha yazılmış bir aşk mektubu ama bir o kadar da sanata, dansa, müziğe ve bir devrimin coşkusunu yaşayan halka ithaf edilmiş bir mektup bu.

Film Varda’nın çektiği ve filmde de önemli bir kısmını kullandığı fotoğraflar için Paris’te düzenlenen ve Küba devriminin onuncu yılına ithaf edilen bir sergiden görüntüler ile açılıyor ve ardından sergi için bir mini konser veren Kübalı müzisyenlerin görüntüleri ile devam ediyor. Bir iki dakikalık bu kısa giriş hareketli görüntülerden oluşan bir belgesel formatında. Ardından Varda’nın ve Fransız oyuncu Michel Piccoli’nin dönüşümlü denebilecek anlatıcı sesleri eşliğinde Varda’nın fotoğrafları geliyor birer birer ekrana. Bir kısmı çok kısa, bir kısmı daha uzun bir süre kalıyor görüntüde bu fotoğrafların; ama bu fotoğraf ifadesi filmin hareketsiz bir görüntü zincirinden oluştuğu anlamına gelmiyor. Aksine çok hareketli bir film bu ve içerdiği “devrim aşkı”nın tüm heyecanı ile de kıpır kıpır bir çalışma seyrettiğimiz.

Fotoğraflar aracılığı ile bir müzisyene şarkı söyletiyor veya insanları dans ettiriyor Varda. Anlatıcı ses devreye girdiğinde sesi bir parça kısılan, diğer anlarda sesi hep öne çıkan bir müziğin eşlik ettiği görüntülerde doğal ve hatta naif denebilecek bir tavırla fotoğrafları canlandırıyor nerede ise yönetmen. Zaman zaman fotoğrafta bir bölüme zum yapıyor (örneğin aynı karede hem hamile bir kadının hem de eli ve beli silahlı erkeklerin olduğu bir fotoğraf veya bir çocuğun tişörtündeki Küba adasının resmi ile poz verdiği bir diğer fotoğraf) ve seyircinin herhangi bir detayı kaçırmamasına özen gösteriyor ama bu aynı zamanda filme hareketlilik getiren yaklaşıma sadece gerektiğinde ve az sayıda başvuruyor film ve anlattığı aşk hikâyesinin doğallığına hiç zarar vermiyor. Müthiş bir belge niteliği taşıyan ve tümü aynı zamanda yetkin bir fotoğrafçının elinden çıktığını belli eden bir kalitesi olan bu fotoğrafların her biri için anlatıcı sesin en az bir cümlelik yorum veya açıklama getirmesi veya “şarkı söyleme” sahnesinde olduğu gibi fotoğraftaki kişiye bir konuşma balonunun eşlik etmesi gibi akıllı tercihler de filmin hayli hareketli bir atmosfere sahip olmasını sağlıyor. Fotoğrafların önemli bir kısmında objeler Varda tarafından görüntülendiklerinin farkındalar; ama buna rağmen bu durum seyrettiğimizin doğal görünümüne en ufak bir zarar vermiyor. Vermiyor çünkü hem çeken hem de çeklien bir devrimin heyecanı ile ve en doğal halleri ile parçası olmuşlar filmin.

Kendi fotoğrafları dışında sadece birkaç kez eski illüstrasyonlar kullanmış Varda. Müzikler ve anlatıcı dış ses dışında bir kez Castro’nun bir konuşmasını bir kez de -kurşun delikleri olan bir binanın fotoğrafına eşlik eden- silah sesi efektini duyuyoruz. Bunun dışında sadece müzikler ve onun fotoğrafları var filmde. Baştaki sergi sahnesinde çok kısa bir an için Varda’nın kendisi de geliyor görüntüye ama filmin asıl karakterleri onun fotoğrafladığı Kübalı yöneticiler, gerillalar, sanatçılar ve devrimin tüm coşkusunu yaşayan Küba halkı. Film tamamlanmadan kısa bir süre önce ölen ve eğlenceli bir “dans ve şarkı sahnesi”nde seyrettiğimiz müzisyen Benny Moré; toprak reformunun başındaki politikacı Carlos Rafel Rodríguez; eski gerilla ve yeni politikacılar Raul Castro ve Osvaldo Dorticós Torrado; şairler Nicolas Guillen ve Roberto Fernández Retamar; yazar Alejo Carpentier; ressamlar Wifredo Lam, Raul Mulian ve eğlenceli bir ça ça ça dansı yaparken seyrettiğimiz sinemacı Sarita Gómez bu foto-belgeselin kısa süresi boyunca karşımıza gelen isimlerin bir kısmı olurken Varda sadece bu ünlü isimlerle sınırlamıyor kendisini ve hatta asıl olarak devrimin asıl mimarları ve sahipleri olan halka odaklanıyor. Halkı ve özel bir yer ayırmış göründüğü Kübalı kadınları İspanyol, Afrika ve Fransız kültürlerinin etkilerini taşıyan Küba müziklerinin farklı ritimleri eşliğinde getiriyor karşımıza ve bu ritimlere uyumlu bir şekilde onları şeker kamışı tarlalarında çalışırken ve sokaklarda dans ederken görüntülüyor.

Kurgu becerisi üzerine kurulu filmde birkaç kısa cümle dışında doğrudan politikaya girmiyor Varda (eskiden diktatörün karısına cep harçlığı olan piyango gelirlerinin şimdi Yeniden Yapılanma Enstitüsüne bağışlanması, SSCB lideri Nikita Kruşçev’in modern (ve özellikle soyut) sanata olan olumsuz bakışını Kübalı sanatçıların pek de umursamaması veya “Castro’nun halkı, halkın da onu temsil etmesi” gibi Varda’nın yorumu olan cümleler); bunun yerine devrimin tüm bir ülkeyi nasıl dönüştürmeye soyunduğunu anlatmayı ve devrimin güzelliği, yarattığı umut ve coşku dolu dünyayı sergilemeyi tercih ediyor. Varda’nın Küba’ya, tanık olduğu umuda ve en çok da Küba halkına aşkını dile getiren lirik bir belgesel bu ve onun tüm Küba’yı dans ettirdiği bu ilginç belgesel ünlü feminist ve anarşist Emma Goldman’ın “Dans edemediğim devrim, benim devrimim değildir” sözünü hatırlatıyor bize. Bir devrimin coşkusunu, belki ondan da çok, sonrasında insanların dans edebildiği bir devrimin güzelliğini hatırlatan bu Varda belgeseli mutlaka görülmesi gerekli bir çalışma, özellikle de bir devrim umudunu yitirenler tarafından. Filmi politik bir propaganda filminden uzak tutmayı başaranın ise samimiyeti, Varda’nın becerisi ve kuşkusuz daha iyi ve daha özgür bir dünya hayali peşinde koşan herkesin umudunu yansıtması olduğunu da belirtelim son olarak.

(“Selam Kübalılar”)

La Pointe Courte – Agnès Varda (1955)

“Mutlu olmak için gereğinden fazla konuşuyorlar”

La Pointe Courte adlı bir balıkçı köyündeki günlük yaşam ve bu fonda ilişkilerini sorgulayan ve köyün yerlisi olan bir adamla Parisli bir kadının hikâyesi.

Agnès Varda’nın yazdığı ve yönettiği bir Fransız filmi. Kimileri tarafından Fransız Yeni Dalga akımının başlangıcı olarak kabul edilen film çok düşük bir bütçe ile çekilen, oyuncuların ve teknik ekibin hiç ücret almadan çalıştığı ve köyün halkının da kendilerini “canlandırdığı” ilginç bir sinema eseri. Bir yandan köydeki günlük yaşamı belgesele yakın bir dil ile anlatan, buna paralel olarak da bir ilişkiyi onu sorgulayan tarafların diyalogları üzerinden sergileyen bir film bu ve yarı belgesel-yarı dramatik biçimi ile sinema tarihinin de en kendine özgü çalışmalarından biri. Üç ayrı görüntü yönetmeninin imza attığı ve Varda’nın sinema kariyerinden önce başladığı fotoğrafçılığının da izlerini taşıyan siyah-beyaz görüntüleri ile estetik açıdan üst düzey bir başarısı da olan film sadece Yeni Dalga’nın değil İtalyan Yeni Gerçekçilik’inin de izlerine sahip önemli bir çalışma.

Varda ilişkileri üzerinde konuşan çifti canlandıran iki baş oyuncusuna (Philippe Noiret ve Silvia Monfort), La Pointe Courte halkına ve tüm teknik kadroya teşekkür ettiği ve onlar olmadan gerçekleştirilemezdi dediği filmin yönetmeni ve senaristleri arasına köy halkını da eklemiş açılış jeneriğinde. Benzer bir biçimde, filmin orijinal müziklerini hazırlayan Pierre Barbaud’un yanında köyün bulunduğu yörenin yerel şarkılarının da adını anmış aynı jenerikte. Bu vurguların da gösterdiği gibi köy halkı ile birlikte yaratılmış bir film bu. Köyün günlük hayatı -elbette kurgu olan- bir takım olaylarla anlatılırken, tanık olduklarımızın aslında bu insanların gerçek yaşamında benzerlerini defalarca yaşadıklarından esinlendiklerine emin oluyoruz Varda’nın yarattığı gerçekçilik duygusu sayesinde. Köylülerin balık avladığı bölgenin suyun temizliği nedeni ile başlarının derde girdiği sağlık müfettişleri veya bir küçük çocuğun ölümü gibi ögelerin köylülerin gerçek hayatında yadırganmayacakları kesin. Louis Soulanes, Paul Soulignac ve Louis Stein’ın kamerası ve Varda’nın estetik gücü bu günlük hayatı müthiş fotoğraflarla sergiliyor bizim için ama bu görüntüler zorlama bir artistik çabanın ürünü değiller. Zaten orada var olanı veya bir başka ifade ile söylersek gerçek olanı, kendi usta gözü ile alıyor ve önümüze koyuyor Varda. İlk sahnede ağaç kabuğu üzerinde yazılı olan jenerikten köyün boş sokaklarına kayarak ilerleyen kamera benzer şekilde bir evin penceresinden içeri girdiğinde de gördüklerimizin bizim için özel olarak düzenlenmediğini ve zaten günün o anında o evin içinin aynen bu şekilde olacağına inandırıyor sizi film.

Köylülerin hayatına paralel olarak anlatılan ise bir çiftin hikâyesi. Erkek bu köyde doğmuş ve büyümüş, 12 yıl sonra geri dönmüş ve beş gündür tren istasyonuna giderek karısının gelmesini bekleyen bir karakter. Kadın Parisli ve ilk kez geliyor daha önce adamın ona defalarca anlattığı bu yere. “Ayrılmamız gerektiğini söylemeye geldim” diyor kadın ve sonrasında bu iki insanın ilişkilerini sorguladıkları konuşmalarına tanık oluyoruz. Çifti oynayan iki profesyonel oyuncu Philippe Noiret ve Silvia Monfort, Varda’nın yarı belgesel anlayışına çok uygun düşen bir performans sergiliyorlar tüm film boyunca. Dramatik tonu iyice düşürülmüş bir biçimde ve zaman zaman bir metni okur gibi konuşuyorlar ama ilginç bir şekilde en ufak bir yapaylık yok bu performans biçiminde. Zaman zaman kamera ikilinin yüzlerini yakın planda ve birbirlerine farklı açılarla bakan konumlara yerleştirilmiş olarak görüntülüyor ve onların köyün “sıradan” hayatına ters düşen “şehirli” konuşmaları ile çekici bir zıtlık yakalıyor. Bir bakıma, “basit” hayatlarla “karmaşık” hayatların paralel anlatımı üzerinden iki farklı dünyayı bir araya getiriyor ve bir köylü kadının dediği gibi “Mutlu olmak için gereğinden fazla konuşan” iki insanın bu ortamdaki ayrıksılığını ortaya çıkarıyor. Bir ölüm bu ilişki kadar konuşulmuyor örneğin ve Varda bize tüm bu sorgulamalardan bağımsız olarak aslında hayatın kendi düzeni içinde akıp gittiğini söylüyor sanki. “Birbirimizi gerçekten seviyor muyuz yoksa bu bir alışkanlıktan mı ibaret?” sorusunun cevabını bulmaya çalışan çiftten kadının köyde geçirdiği birkaç günden sonra adama söylediği “Kapı komşunda doğmuş olsaydım, her şey çok daha kolay olurdu” cümlesi de bunu ima ediyor aslında. Nitekim köylü bir kadınla erkeğin aşkı Paris’ten gelen çiftinki ile karşılaştırıldığında basitliğin güzelliğini gösteriyor sanki.

Kamera kendisi için yaratılmamış/düzenlenmemiş gibi görünen objeleri, manzaraları ve karakterleri düşülebilecek bir monotonluk tuzağını yok edercesine ustalıkla sergiliyor. Kayık evi, sokaklarda dolaşan veya bir evin mutfağında masa üzerinde uzanmış yatan kedi örneğinde olduğu gibi insanların hayatına karışmış olan hayvanlar, iplerde kurumaya bırakılan çamaşırlar, çocuklar, sokaklar, suya giren bir yengeç veya ölü bedeni suyun kenarında gelen küçük dalgalarla kımıldayıp duran kedi bedeni gibi objeleri tarafsız bir tutum içinde gösteren Varda oldukça gerçekçi ve yalın bir dramatik an da yaratmayı başarıyor filmde: Bir pazar şenliğindeki boş bir sandalye neden olduğu kuşku ile değme gerilim sahnelerine taş çıkartacak güzellikte ve yalın bir anlatımın aracılık ettiği bir gerçekçiliğin ne denli etkileyici olabileceğini kanıtlıyor has bir sinema duygusuna sahip bir yönetmenin elinde.

Kurgusuna ünlü sinemacı Alain Resnais’nin de katkı sağladığı filmin Varda’nın ilk yönetmenlik çalışması olduğunu düşününce onun ustalığına bir kez daha hayran oluyorsunuz. Onun 1962 yılında yaptığı bir söyleşide ifade ettiği gibi “İlişkilerini değerlendiren bir çiftle, hayatta kalmakla ilgili ortak problemlerini çözmeye çalışan bir köy halkı”nı anlatan film, kendi bildiği ve arzu ettiği sinemayı üretmekten hiç vazgeçmeyen ve yorulmayan bu büyük sanatçının hatırına bile izlenebilecek ama kendisi de zaten çok önemli olan bir çalışma.

(“Paralel Yaşamlar”)