Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak – Ahmet Uluçay (2004)

“Karpuz kabuğundan gemiye binersen, çabuk inersin”

Sinemaya tutkun olan iki köylü çocuğun bir yandan kasabada çalışırken, diğer yandan ortak tutkuları için çabalamalarının hikâyesi.

Ahmet Uluçay’ın beş kısa filmden sonra çektiği bu ilk uzun metrajlı çalışması 2009’da ölümü ile sona eren sinema kariyerinin de toplam iki filminden biri. Uluçay kendi sinema tutkusundan yola çıkarak yazmış senaryoyu ve kendi hayatından da esinlenerek filmi yaşadığı yörede, Tavşanlı Kütahya’da çekmiş. Oyuncu olarak da yöre halkı rol almış filmde. İlginç bir şekilde bu amatör oyunculuklar hikâyenin hiçbir anında aksamıyor ve özellikle iki genç oyuncusunun doğallığı ve samimiyeti seyirciye büyük bir keyif sağlıyor. Film başı sonu olan bir hikâyeden çok bir takım anların, genç bir yaşın o özel günlerinin ve sinema tutkusunun peşine düşüyor ve kimi ilgi çekici büyülü anlara sahip olsa da asıl olarak gerçekçiliği ile göz dolduruyor.

Uluçay kısa süren hayatında ve kariyerinde iki filmi ile iz bırakmayı başaran ve sinemayı sevgi ile, tutku ile ve hayatın kendisi ile eş görerek yapan bir sinemacı oldu. Bu filmden beş yıl sonra çektiği ikinci ve son uzun metrajlı filmi “Bozkırda Deniz Kabuğu” ile de ilgi toplayan ama geride bıraktığı iz asıl olarak bu filme oluşan bir sanatçıydı Uluçay. Sanatçı burada gençliğe doğru adım atan iki çocuğu sinema tutkularını odağına alan ama onların büyüme veya aşk gibi konulardaki dertlerini de ihmal etmeyen bir biçim ve içerik ile ele alıyor. Dijital olarak çekilen film türkülerden ve sıklıkla türkü formundan yararlanan orijinal müziğinden (Ender Akay ve Alper Tunga Demirel) ve otantikliği sömürmeden hem yöresel hem evrensel olmayı başarabilen görüntülerinden (İlker Berke) aldığı destekle -kısmen hatalı olabilecek- bir çeşit büyülü gerçekçilik yaratmayı başarıyor. Tabutunda nefes alan ölü, karanlık ve dar yollarda havada asılı duran oyuncak bebekler veya yüzü görünmeyen bir karanlık siluet şeklindeki kadın gibi öğeler filme tuhaf ve çekici bir büyü katmış kesinlikle. Bu öğelerin kullanım şeklinin ise bir takdir edilmesi, bir de sorgulanması gereken yanı var. Cenazeevinin önündeki tabutun içinde nefes alan ölüye bakan karpuzcu sahnesi örneğin, kasaba hayatının, evet ilginç ama çok da şaşırtıcı olmayan bir anı gibi gösteriliyor. Büyünün doğal hayatın içine karıştığı buna benzer başka sahneleri de var filmin. Örneğin kahramanlarımızdan birinin dedesinin evin içinde türbeye dönüşmüş gibi görünen mezarındaki diyalogları da bu kapsamda değerlendirilebilir. Bu ve benzeri sahneler kattıkları gizem ile filmi zenginleştiriyor kesinlikle. Ne var ki örneğin edebiyattaki büyülü gerçekçiliğin aksine bu anlar hikâyenin bir parçası yapılmamışlar ve o nedenle büyü ve gerçekçilik karanlık ve dar bir yoldaki -gizemli müziğin de eşlik ettiği- kadın silueti sahnesinde olduğu gibi, yeterince kaynaşmıyor bazı anlarda.

Uluçay’ın başarılarından biri de oyuncularından (özellikle iki genç oyuncusu, Kadir Kaymaz ve İsmail Hakkı Taslak) aldığı başarılı performansları kendi hayatından ustalıkla seçip çıkardığı gözlemlerle etkileyici şekilde birleştirebilmesi. Kasabanın o sakin havası, zaman durmuş gibi görünen atmosferi vs. tam da nasılsa öyle yansıtılmış gibi görünüyor hikâye boyunca. Sinemanın kasabanın tek eğlencesini teşkil ettiği o günleri hatırlayanlar “Bereç” pillerinden gösterim sırasında filmin kopmasına veya “recisör” Yılmaz Atadeniz’in Zorro serisi filmlerinden Ses ve Hayat dergilerine dönemin (60’lı yılların) pek çok farklı nesnesinin filmde akıllıca bir şekilde dozunda kullanılması ile doğan nostalji duygusunun da tadını çıkaracaklardır kuşkusuz. Kahramanlarımızdan birinin aşık olduğu ve kendisinden büyük olan kıza ceviz ver(eme)mesi veya yine aynı genci berberde çıraklık yapan arkadaşının traş etmek zorunda kalması gibi keyifli sahneleri de var filmin, Uluçay’ın başarı hanesine yazılması gereken. Bu anlara genç kızın kendisine yazılan ama bizim içeriğini bilmediğimiz mektubu okurken yüzüne yayılan mahçup ve mutlu ifadeyi, filmin sadece sinema tutkusunu değil aynı zamanda sıkı bir dostluğu anlatan hikâyesini ve elbette kahramanlarımızdan birinin yazdığı senaryoyu anlattığı sahnedeki sinema sevgisini de eklemeli.

Hikâyenin zaman zaman yavaş akması ve bir yere doğru ilerlemiyor olması gibi bir kusuru ve kahramanımlarımızın gençliklerinin ve somuta dönüştüremedikleri sinema tutkularının onlarda yarattığı tıkanmışlığı ve/veya düş kırıklığını yeterince hikâyeye yedirememek gibi bir eksikliği de var açıkçası. Özellikle ikincisi çok daha zengin bir sinematik atmosfer sağlama potansiyeline sahipmiş üstelik. Yukarıda bahsettiğim senaryo anlatma sahnesi sinemanın şu ya da bu şekilde bir hikâye anlatma aracı olduğunu bize güçlü bir şekilde söylerken, filmimizin bunu bir parça ihmal etmiş olmasını da ekleyelim tüm bunlara. Ne var ki bu kusurlar filmi görmeye kesinlikle engel olmamalı. Uluçay’ın saf bir sinema sevgisinin her karesine sindiği bu film samimiyetin bir şekilde karşılığını mutlaka bulacağının da kanıtı. Amatör bir ruhla ve sevgi ile çekilmiş bu film o ruhu, amatörlük ruhunu kaybetmemiş herkes için çölde bir vaha kesinlikle.