Maudie – Aisling Walsh (2016)

“Fazlasını istemiyorum, anlıyor musun? Önümde bir fırça olduğu sürece, umurumda değil. Bir pencere… pencerelere bayılıyorum. Pır pır eden bir kuş. Bir yaban arısı. Her zaman farklıdır. Hayatın tümü. Hayatın tümü çoktan çerçevelenmiş. Tam orada”

Genellikle küçük boyutlu olan resimleri ile tanınan Kanadalı folk sanatçısı Maud Lewis’in hayat hikâyesi.

Senaryosunu Sherry White’ın yazdığı, yönetmenliğini Aisling Walsh’ın üstlendiği bir Kanada – İrlanda ortak yapımı. Birtakım doğum kusurları ile dünyaya gelen ve romatoid artrit rahatsızlığı ile hareketleri kısıtlanan Kanadalı sanatçının genellikle çocukluk hatıralarını ve yakın çevresinde gördüklerini çizdiği ve çoğunluğu kartpostal boyutunda olan resimleri bir dergide hakkında çıkan bir makaleden sonra popüler olmuş. İçinde bulunduğu zor koşullara rağmen yaşama sıkı sıkıya sarılan Maud Lewis’in hayatını ilgi ile seyrettiren, potansiyelini yeterince değerlendiremediği hikâyesini farklı bir dil arayışına girmeden klasik bir sinema ile anlatan ve öncelikle başroldeki Sally Hawkins’in parlak performansı ile dikkat çeken bir film bu.

Hayatı yoksulluk içinde geçen, annesinin teşviki ile resim yapmaya başlayan ve özellikle Noel kartları ile kendisini tanıtan bir sanatçı Maud Lewis. Naif ve yalın resimlerinde hepimizin aşina olduğu türden insan, hayvan, doğa ve manzara figürlerini parlak renklerle yaratan sanatçı bir sahnede şöyle diyor: “Bunu kimse öğretemez, resim yapmayı istiyorsan yaparsın. Ben hiçbir yere gitmiyorum, o yüzden sanırım zihnimde resmediyorum. Kendi tasarımlarımı oluşturuyorum”. Hareketleri kısıtlı olan (ama buna rağmen kilometrelerce yürümekten çekinmeyen) Maudie kendisini dışlayan ağabeyi, para karşılığında onunla ilgilenen teyzesi ve fiziksel özürü nedeni ile özellikle çocukların alay konusu olmasına rağmen hayata tutunmayı başaran bir isim. Hayatını kendi başına idare etmesinin mümkün olmadığı söylense de ona sürekli olarak, o inatçı kişiliği ve cesareti ile kendisine bir yol çizmeyi başarıyor. Hizmetçi arayan kaba, soğuk ve sert bir adamın ilanına başvuruyor ve bir başka zor hayatın içine girse de bu hayatında da resim ve yaşam sevgisi ile ayakta kalmayı başarıyor.

Filmin ilk sahnelerinden biri Maud Lewis’in karakteri için iyi bir seçim olmuş. Teyzesinden gizli olarak evden çıkıp tek başına bir eğlence kulübüne gidiyor Maud ve kimse kendisinin farkında olmasa da ve onunla ilgilenmese de elinde içkisi ile tek başına eğlenerek dans ediyor. Konuşkan, zeki ve duyarlı bir kadındır o ve kendisi ile taban tabana zıt bir erkeğin ilanına başvururak teyzesinin evinden kaçış için kendisine bir fırsat yaratır. Yetimhanede büyümüş, balık ve odun satarak geçinen, sürekli çalışan bir adamdır ilanın sahibi ve yorgun argın geldiği evin temiz olması amacı ile vermiştir ilanı. Kadının yaratıcı, duyarlı ve sanatçı kişiliği ve pozitif havasının evine yerleştiği adamın sertliği karşısında canlı kalıp kalmayacağı hikâyenin temel odak noktalarından biri ve Aisling Walsh bu hikâyeyi alışılagelenden farklı olmayan bir sinema dili ile ve bizi hiç şaşırtmadan anlatıyor. Çoğunlukla, gerçek ve ilginç bir karakteri anlatmanın sağladığı gücün ve Sally Hawkins’in kuvvetli performansının katkısı ile ilerlemeyi tercih eden bir sinema dili bu ve açıkçası daha farklı ve çarpıcı olma fırsatını da kaçırmış görünüyor Walsh.

Country türündeki şarkıların renk kattığı film bulduğu her objeyi resim yapmak için kullanan kadının gerek önceki yaşamını gerekse yanına hizmetçi olarak yerleştiği adamla evliliği ve sonrasındaki hayatını anlatırken birkaç başarılı sahne getiriyor karşımıza. Örneğin müziğin olmadığı sessiz dans sahnesinde adamın “Yarın yine huysuz olacağım” sözleri kadın ile erkeğin hayatlarının da iyi bir özeti olan içeriği ve sade görselliği ile ilgi çekiyor. Kadının “Önümde bir fırça olduğu sürece, umurumda değil” sözünü söylediği sahnede kameranın pencereyi ve kadını görüntülediği sahne de dokunaklı ve hüzünlü havası ile ilgi çekiyor. Görüntü yönetmeni Guy Godfree’nin zaman zaman Maud Lewis’in sanatını hatırlatan kareleri filme katkı sağlıyor ama filmin bunun üzerine gitmemesi ve böylelikle rutinden ayrılmamayı seçmiş olması önemli bir fırsatın kaçırılmasına neden olmuş. Sanatçının yarattıklarının görsel biçimi ile kameranın karşımıza getirdiği görselliğin daha fazla örtüşmesi seyrettiğimiz filme önemli bir artı değer katabilirmiş.

Sally Hawkins’in karakterinin bedenine ve ruhuna girmeyi başardığı ve zor bir rolün üstesinden ustalıkla gelmeyi başardığı filmde kendisine eşlik eden Ethan Hawke aksamayan ama bize özel bir duyguyu da geçiremediği bir performans sunuyor. Senaryonun sonlardaki “annenin çocuğunu yıllar sonra ilk kez görmesi” sahnesinde olduğu gibi bazı önemli anları sıradanlıktan fazla uzaklaşamayan ve anlattığının trajikliği ile yetinen bir şekilde sergilemeyi tercih ettiği filmin sonunda Maud Lewis ve eşinin kısa gerçek görüntülerine de yer verilmiş ve kapanış jeneriğinde de sanatçının resimlerinden birkaçı seyirci ile paylaşılmış. Gereğinden fazlası ile konvansiyonel bir sineması olan film çok önemli bir folk sanatçısını gündeme getirmesi ile bile ilgiyi hak eden, Sally Hawkins’in güçlü oyunculuğu ile önem kazanan ve hüzünlü olduğu kadar da güzel (ama gereğinden fazla yumuşatılmış görünen) hikâyesi ile seyirciyi etkilemeyi başaran bir çalışma.

The Daisy Chain – Aisling Walsh (2008)

“Bana bak anne! Ben peri oldum”

Yaşadıkları trajik bir olayın ardından bir köye yerleşen bir çiftin komşularının kızının bakımını üstlenmeleri ile gelişen olayların hikâyesi.

Sinemanın evlat edinilen çocuklardan korkusu devam ediyor! Pek çok başarılı veya başarısız korku filmi işte hep bu “başkalarının çocukları” üzerine kurulur nedense. Bu filmde de benzer bir durum söz konusu. Film insanların çekindiği/ürktüğü küçük kızın gerçekten “kötü” olup olmadığını finalinde belirsiz bırakır gibi yapıyor ama temel soru filmin seyircinin ilgisini bu finale kadar ne kadar ayakta tutabildiği.

Filmin üzerinde durduğu üç temel ayak var: Samanta Morton’ın oyunu, hikâyenin geçtiği İrlanda’daki Achill adası ve senaryo. Bu üç ayağın ilk ikisi filmi gerçekten ayakta tutan unsurlar oluyor. Morton her zaman olduğu gibi rolünün içine girmiş ve karakterini yaşayan havası ile güçlü bir oyunculuk sergiliyor. Annelik üzerine, tutku ve bağlılık üzerine ve bir annenin başına gelebilecek en büyük felaket üzerine çarpıcı bir resim veriyor film boyunca. Çekimlerin yapıldığı ada ise görsel özellikleri ile hem kendi başına çekici bir neden oluyor filmi syretmek için hem de ıssız, geniş alanları ve sert dalgaları ve kayalıkları ile hikâyenin sunmaya çalıştığı atmosfere de katkıda bulunuyor. Buna karşılık üçüncü ayak –hikâyenin kendisi- yeteri kadar etkileyici değil ve istendiği kadar çarpmıyor seyredeni. Öyle ki küçük kızın gerçek kimliğinin ne olduğu konusundaki belirsizlik sık sık Morton’ın canlandırdığı anne karakterinin güçlü annelik duygusunun ve kıza duyduğu bağlılığın neden olduğu dramatik etkinin gerisinde kalıyor.

Türüne yeni bir zenginlik katmayan bu film hikâyesindeki kimi aksak yanlarına, dramatik bir film olmakla bir korku filmi olma arasında kalmış olmasına ve finalini ucu açık bırakan başarılı filmlerin aksine seyircide müphemliğin değil yarım kalmışlığın verdiği bir rahatsızlığa neden olmasına rağmen seyredilebilir bir film. Öncelikle ve özellikle Morton, İrlanda ve ne kadar aksarsa aksasın çocukların korkutuculuğu üzerine olan hikâyesi için. Sinemanın bu perili/cinli/şeytanlı çocuk hikâyeleri ailelere dışarıdan katılan çocuklar üzerinden anlattığı ve zaman zaman vasata kayan bir film özetle.

(“Daisy”)