Proust Yaşamınızı Nasıl Değiştirebilir – Alain de Botton

İsviçre doğumlu Britanyalı yazar Alain de Botton’un 1997 tarihli ve kurgusal olmayan ilk kitabı. ABD ve Birleşik Krallık’ta çoksatanlar listesine giren, 2000’de aynı isimle ve yazar ile uzun bir konuşmayı da içeren bir BBC yarı-belgeseline konu olan kitap, Fransız yazar Marcel Proust’un 1922 – 1931 arasında 7 ayrı cilt halinde basılan “Kayıp Zamanın İzinde” (À La Recherche du Temps Perdu”) adlı dev eserinin ve yazarının hayatının bizim yaşamımızı nasıl değiştirebileceğini (ya da değiştiremeyeceğini) ele alan bir çalışma. 2000 tarihli kitabı “Felsefenin Tesellisi”nde (The Consolations of Philosophy) felsefenin günlük yaşamdaki işlevleri ve yeri üzerine yazan Alain de Botton burada da benzer bir iş yapıyor ve “derin konular”ı popüler bir dil ile “basitleştirerek” çıkarıyor okuyucunun karşısına ve bunu yaparken zaman zaman esprili ve ironik bir yaklaşım kullanarak, rahat ve keyifle okunan bir sonuç elde ediyor. Kitabının son cümlesinde, “En iyi kitap bile bir kenara atılmayı hak eder” diyen de Botton edebiyatın ve edebiyatçıların dünyasından kendimize ne tür dersler çıkarabileceğimizi anlatırken, yaşamın güzel basitliğini ve gizemli sıradanlığını hatırlamamızı da sağlıyor. Bir kişisel gelişim kitabından elbette daha üst düzeyde ama yine de sonuçta o türe sokulabilecek, okumanın güzelliğini ve yararlarını anlatan kitap Proust’un eseri üzerinden, aslında kendisi yaşamınızı değiştirmeyi hedefliyor!

Pulitzer ödüllü edebiyatçı ve eleştirmen John Updike, The New Yorker için 1997’de yazdığı eleştiride, Alain de Botton’un kitabı için Proust’un sadece dev eserini değil, özel yaşamını da detaylı bir şekilde araştırmasını överken şu ifadeleri kullanmış: “Birçok kurgusal kitaptan daha fazla ilgileniyor insanla, daha çok düş gücü içeriyor… de Botton, Proust’un yaşamından bizim için dersler çıkarırken, onun yapıtlarını bizim yerimize bir kez daha okuyor; o kocaman, kutsal gölü damıttığı tatlı, berrak suyla dolduruyor”. Proust için “kocaman ve kutsal göl” ifadesi ne kadar doğruysa, de Botton’un da bu kitabı ile onu ortalama bir okur için kolayca içine girilebilir ve içilebilir tatlılıkta bir suyla doldurduğu o derece doğru gerçekten de. De Botton’un kendi resmî sitesinde ise kitap için şu ifadeler kullanılmış: “Kitabın çıkış noktası, büyük bir romanın -okuyucu için- hayat değiştirici olabileceğidir… Kitap edebiyatın gücü ve önemini Marcel Proust’un “Kayıp Zamanın Peşinde”si üzerinden ele almaktadır… Neredeyse belirsizliğin ve alakasızlığın eş anlamlısı olan Proust’un romanı; aşkın, toplumun, sanatın ve varoluşun anlamının işleyişine dair paha biçilmez bir içgörü kaynağıdır”

Evet, derin bir felsefenin veya analizin peşine düşmemiş de Botton ama Proust’un gerek kaynak ve araç olarak kullandığı kitabını gerekse yaşamını sıkı bir şekilde incelemiş ve bu incelemesinin sonuçlarını da kendi eserinin hemen her sayfasına ve bu sayfalardaki saptamalara yansıtmayı başarmış. Toplam dokuz bölümde oluşturmuş kitabını de Botton ve her birine içeriğini anlatan isimler koymuş: “Bugünü Yaşamayı Nasıl Sevebiliriz”, “Kendimiz İçin Okumayı Nasıl Öğrenebiliriz”, “Zamanı Nasıl İyi Kullanabiliriz”, “Nasıl Başarıyla Acı Çekebiliriz”, “Duygularımızı Nasıl İfade Edebiliriz”, “Nasıl İyi Bir Arkadaş Olabiliriz”, “Gözlerimizi Nasıl Açabiliriz”, “Aşkta Nasıl Mutlu Olabiliriz”, “Kitapları Nasıl Elimizden Bırakabiliriz”. Başlıkların sonunda soru işareti olmaması, de Botton’un kitabının cevaplara, Proust’un eserleri ve yaşamı üzerinden ulaşmaya çalışan, yanıtlara odaklanan bir içeriği olduğunu gösteriyor.

Alain de Botton’un ironik üslubunun zaman zaman kendisini gösterdiği kitap bu yaklaşımın da örneği olan hayli karamsar şu cümlelerle açılıyor: “İnsanoğlunun kendini mutsuzluktan daha fazla adadığı pek az şey vardır… Umutsuz olmamız için pek çok neden var: Bedenlerimizin kırılganlığı, aşkın kaypaklığı, toplumsal yaşamın sahtelikleri, dostluklarda verilen ödünler, kişiyi yavaş yavaş öldüren alışkanlıklar…”. Yazar eserinde işte bu zorluklarla mücadele yöntemi olarak Proust’u çıkarıyor okuyucunun karşısına ve Fransız yazarın söylemleri ile eylemleri arasındaki çelişkileri de -ironisinin parçası olarak- ortaya koyan bir şekilde, “ne yapabiliriz”e yanıt(lar) veriyor. De Botton çağdaş Batı aydınlarının liberalleşerek apolitikleşen ruhuna sahip bir yazar olarak, bu “ne yapmalı”yı sadece ve sadece bireysel/kişisel bakışla ele alıyor ve toplumsal düzeni değişmez kabul ederek, günümüz “kişisel gelişim” yapıtlarının izinden gidiyor bir bakıma. Ne var ki o yapıtlarla olan bu ortaklık, neyse ki ve her zaman olmasa da, çoğunlukla bununla sınırlı ve de Botton, Proust gibi edebiyatın bir dev ismini eserinin ana nesnesi yaparak farklı sulara açıyor yelkenini. Ayrıca Proust gibi usta bir ismi, yaşam kılavuzu yapabilmenin ve bunu yaparken de onu geniş kitlelerin karşısına, çekici ve merak uyandırıcı olarak çıkarabilmenin ustalık isteyen bir iş olduğunu da unutmamak gerekiyor.

Kitabın çekici yanlarından biri, Proust da dahil olmak üzere hiç kimsenin ya da kime ait olursa olsun hiçbir söylemin mutlak doğru bir konumda olamayacağını ama bir referans noktası olarak taşıdıkları değerleri görmeyi de atlamamamız gerektiğini hatırlatması. 1880 – 1947 arasında yayımlanan L’Intransigeant adlı Fransız gazetesinin bir anketine verdiği cevap örneğin, Proust’un söylemlerinin yol göstericiliğinin de kısıtlı olduğunu gösteren hoş bir anektot: Gazetenin, “Dünyanın sonunun geldiğini biliyor olsaydınız, yaşamınızın son dakikalarında neler yapardınız” sorusuna “… hayat gözümüze birdenbire harikulade görünürdü herhalde… Ah! Şu felaket bir gelmese, ilk işimiz Louvre’un yeni galerilerini görmek, Bayan X’in ayaklarına kapanmak, Hindistan’a bir yolculuk yapmak olacak” cevabını vermiş Proust ama de Botton bu yanıtın onun kişiliğine tamamen ters düştüğünü söylüyor; çünkü Proust’un müzelere gitmekten hoşlanmadığını (bu yanıtı verdiğinde on yılı aşkın bir süredir Louvre’a gitmemiş), Hindistan yolculuğunun yatağından zorlukla çıkan bu adam için pek uygun olmadığını ve “iyi soğutulmuş bir biranın sevişmekten daha güvenli bir zevk alma yolu olduğunu” söylediğini açıklıyor de Botton. Bu anketle ilgili açıklamalarını bir kara mizah örneği ile bitirmiş yazar ve Proust’un ankete verdiği cevapta böyle bir felaketin ancak uzun yıllar sonra geleceğini yazmasına rağmen, “kişisel felaketinin” çok kısa bir süre sonra karşısına dikildiğini belirtmiş; sadece dört hafta sonra ve henüz elli bir yaşındayken soğuk algınlığından ölmüş Proust. Buna karşılık, de Botton bizim asıl olarak Proust’un o yanıtındaki başka bir bölüme odaklanmamız gerektiğini hatırlatıyor: “Aslında bugünü yaşamayı sevmek için felaket haberlerine gereksinim duymamalıyız. İnsan olduğumuzu ve ölümle -(kendi akıbetinin de gösterdiği gibi)- her an yüz yüze olduğumuzu bilmek yeterli olmalı bunu becermek için”.

Alan de Botton, Proust’un yaşamını ve karakterini belirleyen faktörleri, başta ailesi olmak üzere ele aldığı kitabında aslında bir biyografi de oluşturmuş bir bakıma ve onun üzerinden edebiyat, okumak ve kitapların dünyasına da sokmuş bizi eğlenceli bir şekilde. Son cümlesinde en iyi kitabın bile bir kenara atılabileceği yargısına varsa da, dokuz bölümden ikisini -başlıkları ile de vurgulandığı gibi- doğrudan bu dünya üzerine kurarak oluşturmuş ve diğerlerinde de en azından Proust’un şaheseri “Kayıp Zamanın İzinde”den alıntılar ve kitabın karakter ve olaylarına göndermelerle yine bu dünyayı hep ön planda tutmuş. Okuma deneyiminin kendisi de hep gündeminde de Botton’un ve örneğin “okuduğumuz romanın kahramanına sevdiğimiz birinin özelliklerini atfetmemek olanaksız” veya “Okuma süreci içinde her okuyucu aslında kendini okur… o kitabı okumadan belki de asla farkına varamayacağı şeyler keşfeder kendi içinde” gibi Proust alıntıları ile bu gündeme odaklanmayı keyifli kılmış.

Kalın kitaplar ve uzun cümlelerin yazarı olan bir ismi geniş kitlelere hitap edecek ve popüler sularda gezinen bir kitabın nesnesi yapabilmek önemli bir başarı kuşkusuz ve de Botton, evet “basitleştiriyor” ama kesinlikle -belli kalıplar içinde kalsa da- hakkını da veriyor onun. “Kayıp Zamanın İzinde” romanındaki en uzun cümlenin “tek aralıkta standart ölçülerde yazıldığında, dört metreden biraz kısa, bir şarap şişesinin çevresini tam on yedi kez dolanabilecek uzunlukta” olduğunu yazmış de Botton ve kitabında Proust’la ilgili bunun gibi başka ilginç noktalara da değinmiş ve dostluklarından hastalıklarına, hastalık hastası olmasından annesi ile olan ilişkisine ve -mektupları üzerinden- cinselliğine ve hatta bağırsak hareketlerine(!) pek çok ilginç noktayı okuyucuya aktarmış. De Botton’un buradaki başarısı, bu “özel konular”ı kendi kitabının bağlamı içinde ve kesinlikle doğal bir şekilde ele alabilmesi. Bunlardan biri arkadaşı Maurice Duplay’in, Proust’un uyuyamadığı zamanlarda okumaktan en çok hoşlandığı şeyin bir tren tarifesi olduğunu söylemesi bilgisi örneğin. Uzun süredir Paris’ten ayrılmamış olan Proust’un bu tarifeyi “taşra yaşantısını anlatan ilginç bir roman”mış gibi okuduğunu düşünen de Botton bunun Proust’un “bir yazarın büyük sanat yapıtlarıyla hiç bağdaşmayan şeylerden esinlenme yetisine sahip olması” düşüncesinin kanıtı olarak kullanıyor.

Proust bilgeliğe varmak için iki yöntem olduğunu söylüyor (“Bir öğretmen sayesinde, acı çekmeden varılan bilgelik ve hayat sayesinde acı çekerek varılan bilgelik”) ve bu görüşünü daha da ileri götürüyor: “Mutluluk beden için iyidir ama zihnin gücünü artıran şey kederdir”. De Botton “keder konusunda çok deneyimli olan” Proust’un dev romanındaki karakterlerin fiziksel ve/veya ruhsal sıkıntılarına çözüm önerileri getiriyor. Örneğin burjuva sınıfından bir kadın olan Madam Verdurin sosyal yaşamında aralarına karışmak istediği aristokratların onu davet listelerine hiç katmamasından çok mutsuzdur ve tepkisini onları “cansıkıcı” olarak niteleyerek gösterir. De Botton, kadının yapması gerekenin “sahip olmadığımız şeyleri sıkıcılıkla itham etmek” yerine, neden o gruptan uzak tutulduğunu düşünmek, rahatsızlığını açıkça itiraf etmek ve hatta olaya alaycılıkla yaklaşmak olduğunu söylüyor. Kitabın “Nasıl Başarıyla Acı Çekebiliriz” bölümünde bunun gibi, “Kayıp Zamanın İçinde”den seçilmiş pek çok vaka, karakterlerin yaptığı hatalar ve doğru davranış şeklilleri üzerine keyifli satırlar var.

Monet’nin Le Havre’ı resmettiği tablo (İzlenimcilik akımına adını veren “Impression, Soleil Levant” (İzlenim, Gün Doğumu) adlı resim) üzerinden Proust’un sanata yaklaşımını da ele alan ve bu yaklaşımı duygularımızı ifade etmemizin yollarından biri olarak gösteren Alain de Botton, onun Fransız ressam Jean Siméon Chardin’in eserleri üzerinden ihtişamı aramak yerine, sıradanın içindeki değeri keşfetmek önerisini paylaşmış bizimle. Resimlerinde çoğunlukla çocuklar, evdeki hizmetliler, mutfak gibi günlük hayatın “sıradan” objelerine eğilen ressamın eserlerini “bütün nesnelere aynı değeri vermek”tense “her nesneye doğru değeri vermeye” davet etmek için kullanmış Proust ve bunun bir benzerini “Kayıp Zamanın İçinde”nin anlatıcı karakteri için de yapmış. “Romatizmalı, keyifsiz anlatıcı”nın, annesinin getirdiği kekten bir parça koparıp ıhlamurun içine atması ve ıhlamurdan bir yudum alması ile yaşanan mucizeyi anlatmış bu bölümde. Bu ânı bir “Proust ânı” olarak niteliyor de Botton ve karakterin bu kek sayesinde, sıradan olanın kendi yaşamı değil de belleğindeki imge olduğunu kavradığını söylüyor; bu saptama kuşkusuz kendi yaşamımız için bir yol gösterici de Botton’a göre.

“Aşkta Nasıl Mutlu Olabiliriz” bölümünde kitabın kalanından farklı olarak, soru ve cevap biçimini seçmiş de Botton. Bu sorulardan ilki olan “Proust aşk romanlarıyla ilgili akıl danışılabilecek biri mi acaba?” için yazarın André Gide’e yazdığı bir mektuptan yaptığı alıntı ile cevap veriyor de Botton. Bu alıntının başındaki “Kendime pek yararım dokunmasa da, en küçük beladan bile kendimi sakınmayı beceremesem de, başkalarını mutluluğa kavuşturma, onların acılarını dindirme gücü (ki bu benim tek yeteneğim) bahşedilmiş bana” ifadesi de Botton’un kitabının yaklaşımının da özeti olabilir aslında. Proust kendi yaşamı ve eserlerindeki karakterleri aracılığı ile, kendisinden daha çok okuyucuya, bize yararı olabilir diyor de Botton ve ondan yaptığı bir diğer alıntı ile okumanın değerini aktarıyor bize: “Okumak ruhsal yaşamın eşiğidir, bizi ona yönlendirir ama onu içine almaz”.

“Proust’a duyulan içten bağlılık, kendi gözlerimizle onun dünyasına değil, onun gözleriyle kendi dünyamıza bakmamızı gerektiriyor” diyor de Botton. Okumayı isteyenlerin ya da en azından bu arzusunu -doğru ya da yanlış- dile getirenlerin çok olduğu bir yazar olan Proust’a yaklaşmakta okuyucuyu yüreklendirmesi ve onu okuma serüveninin çok değerli ve “hayat değiştirici” olabileceğini eğlenceli ve hafif bir havada dile getirebilmesi ile ilgiyi hak eden bir kitap bu; ama sonuçta asıl önemli ve gerekli olanın, onu Botton’un bizim adıma okuması değil, bu okumayı bizim kendimizin yapmasının önemli olduğunu unutmamalı.

(“How Proust Can Change Your Life”)

Aşk Üzerine – Alain de Botton

Alain de Botton’un 1993 tarihli romanı. İsviçre doğumlu bu Britanyalı felsefeci ve yazarın henüz 23 yaşındayken yazdığı ve yayımlanan ilk yapıtı olan kitap otobiyografik ögeler de barındıran ve bir ilişkinin başlaması, gelişmesi ve sona ermesi üzerinden, ne onunla ne de onsuz yapılabilen aşkı odağına alan bir eser. “Mutlu -biten- aşk yoktur”u doğrularcasına, her ilişki gibi sonu belli olan bir aşkın hikâyesi aracılığı ile de Botton keyifle okunan, düşündüren ve güldüren ve aşkın düşündüğümüzden daha derin ve bir o kadar da, düşündüğümüzden daha basit bir kavram olduğunu hatırlatıyor bize. Popülerden klasiğe farklı isimlerin eserlerine ve düşüncelerine göndermeler de içeren, yazarı ve okuyucusu için uzun bir terapi seansı olarak da görülebilecek ve kurgu ile kurgu-dışının karışımı ilginç bir kitap.

Bir uçak yolculuğu sırasında tanışan bir kadın ve erkeğin (bu karakterin ağzından yazılmış kitap) bir aldatma ile son darbesini yiyerek biten aşkını anlatıyor Alain de Botton. Her bir bölümde ve bu bölümlere verilen isimlerle yazar aşk ile ilgili bilimsel ve günlük düşünceleri, onunla ilgili mitleri ve gerçekleri oldukça eğlenceli bir biçimde sorguluyor ve okura da sorgulatıyor. Bunu yaparken de Elias Canetti’den Shakespeare’e Baudelaire’den Nietszche’ye Platon’dan Kant’a sanatın ve felsefenin pek çok isminin düşüncelerini kitabına doğru, çekici ve eğlenceli bir şekilde yerleştirmiş de Botton ve okuyucunun ilgisini yapıtın başından sonuna kadar hep canlı tutmayı başarmış. Neden severiz, nasıl severiz ve neden sevgimizi yitiririz gibi sorular soran ve bu sorular üzerinde düşünen (ve düşündürten) kitap aşkın insanın ezelî ve ebedî gereksinimi (ve ezelî ve ebedî problemi) olduğunu konusuna özenle ve saygılı bir eğlence ile yaklaşarak anlatıyor. Dili ve yaklaşımı ile rahatlıkla popüler eserler arasına sokulabilir ama bu sadelik ve kolay anlaşılabilirlik yapıtın değerini azaltmıyor. Aşkın her zaman popüler bir tema ve üzerine her zaman yazılabilecek bir konu olduğunu düşünürsek, kitap baştan bir ilgiyi garantiliyor kuşkusuz ama yazarın becerisinin değerini azaltmıyor bu durum.

“Aşkı trajik kılan geçiciliğidir” veya “Aşkın en büyük tehlikelerinden biri, kısa bir süre için de olsa, bizi mutlu etme tehlikesi taşımasıdır” gibi önermeler içeren, “romantik terörizm” gibi çarpıcı bir doğruluğu olan tanımlamalar yapan yazar aşkı adeta felsefenin mikroskobu altına alıyor ve onu atomlarına ayırıyor. İlginç olan, tüm bu “aşkı herhangi bir obje gibi bileşenlerine ayırma ve ona bilimsel bir yaklaşımla bakma” tecrübesinin kitabın sıcaklığına hiç engel olmaması ve “Neden beni sevsin ki?”nin “Neden beni sevmiyor?”a dönüştüğü bir süreci aşkın tüm o vazgeçilmez sıcaklığını hep hissettirerek anlatılabilmesi okuyucuya. Alain de Botton kitabı cevaplar verme üzerine değil, anlama çabası üzerine kurmuş ve okuyucuyu kendi ilişkisi aracılığı ile bu çabanın parçası yapmayı başarmış. Günlük bir konuya entelektüel denebilecek bir bakışla yaklaşan kitap aşkı arayan, aşkın içinde olan veya aşkı yitiren herkesin okuyabileceği ve -muhtemelen- her satırında “Evet!” diyeceği bir roman.

(“Essays in Love”)

Felsefenin Tesellisi – Alain de Botton

Alain de Botton’un hayatımızda sıkıntı yaratan durum ve olaylarla, acı veren sorunlarla baş etmek için felsefeyi nasıl kullanabileceğimizi anlattığı kitabı. Daha önce “Proust Yaşamınızı Nasıl Değiştirebilir” adını verdiği kitabı ile benzer bir “rehber” eseri okuyucuya sunan yazar, bu kitabında ise seçtiği altı filozofun felsefelerinden ve yaşamlarından yola çıkarak bize altı farklı kategori altında topladığı güçlüklerle nasıl mücadele edebileceğimizi anlatmış. Alain de Botton, kitabının adını Romalı filozof Boethius’un aynı adlı eserinden almış; Boethius karıştırıldığı bir suikast suçlaması nedeni ile öldürülmeden önce, bir kadın olarak çizdiği felsefe ile kendisi arasındaki diyaloglardan oluşturduğu kitabını yine kendisine bir teselli olarak yazmış. Korkunç bir işkence ile öldürülen Boethius en azından öncesinde bir teselli bulmuş mudur kitabı ile bilmiyorum ama bu kitabın yazarı okuyucusunu teselli etmek için elinden geleni yapıyor. Alain de Botton bunu yaparken de popüler bir dili tercih ediyor; bir yandan felsefeye ve adı geçen altı filozofa uzak olanlar için okuma tecrübesini kolaylaştırması ile doğru bir tercih bu ama öte yandan bu popüler yaklaşım felsefenin derinliğine pek de uymuyor ve hatta filozofları (ve elbette yazarın kendisini de) bir yaşam koçu rolüne büründürüyor. Yine de okuması hayli keyifli bir kitap bu ve onu adı geçen filozofların öğretilerine hâkim olmanızı sağlayacak değil, o öğretilere yumuşak bir giriş yapmanızı sağlayacak bir araç olarak düşünüp öyle okursanız epey bir teselli bulmanız da mümkün.

Altı bölüme ayrılan ve metin içinde sık sık çeşitli görsellerin kullanıldığı bu eğlenceli (yazarın zaman zaman ironik bir tonu da var bu eğlenceyi arttıran) kitap çok rahat okunan bir eser ve “felsefeye giriş” için ideal bir kitap bile denebilir; daha doğrusu felsefeyi günlük hayatımıza sokmanın ve tüm o öğretilerin aslında sonuçta hayatla ve insanla ilgili olduğunu fark etmenin bir aracı olarak ilgiyi hak eden bir kitap. “Kabul Görmemenin Tesellisi” için Sokrates, “Yeterince Paraya Sahip Olmamanın Tesellisi” için Epikuros, “Düş Kırıklığının Tesellisi” için Seneca, “Kendini Yetersiz Hissetmenin Tesellisi” için Montaigne, “Kırık Bir Kalbin Tesellisi” için Schopenhauer ve “Zorluklar Yaşamanın Tesellisi” için Nietzsche karşımıza çıkıyorlar sırası ile bu kitapta. Yazar bir klasik resim veya kaldığı bir otelin lobisinde gördüğü bir dergi gibi unsurlardan yola çıkarak giriş yapıyor bölümlere ve “yaşamın kusurlu yanlarına karşı hazırlıklı olmak” için altı farklı filozoftan nasıl yararlanabileceğimizi anlatıyor. “Dışarıdaki gürültü patırtı hiç bitmeyebilir, yeter ki içimizden yükselen sesler bize rahatsızlık vermesin” diyerek bir bakıma, rehberliği eşliğinde bizi bu filozofların dünyasında gezdiriyor. Bu rehberlikte karşımıza çıkan/çıkardığı teselli yöntemlerinin bir kısmı tanıdık/basit vs. gelebilir ama bu yöntemlerin sonuçta o büyük filozofların düşünceleri/felsefeleri ile örtüşmesi güçlendiriyor onları ve açıkçası sık sık da “teselli ediyor” okuyucuyu.

Montaigne ile ilgili bölümde ondan bir alıntı yapıyor yazar; “Nasıl önemli birinin özel yaşamından yola çıkarak tüm bir ahlâk felsefesine varabiliyorsak, aynı şeyi sıradan birinin özel yaşamından yola çıkarak da yapabiliriz” demiş Montaigne ve bu ifadeyi yine onun “Biz, her birimiz sandığımızdan çok daha zenginiz aslında” cümlesinin hemen arkasından kullanmış yazar. Teselli için gerekenleri kendi “sıradan” yaşamlarımızda bulabileceğimizi anlatan bu ifade, yazarın bize teselli kaynağı olarak sıradan insanları değil, altı ünlü ismi seçmiş olması ile hoş bir zıtlık yaratıyor belki ama bu filozofların yerine altı sıradan insan herhalde bizlerin pek de ilgisini çekmezdi. Yine Montaigne ile ilgili bölümde, “Okumakta olduğumuz kitabı anlamadığımızda, genellikle bunun entelektüel birikim gerektiren bir kitap olduğunu düşünürüz” diye yazan ve filozofun “Zor (gizemli) kitaplarla pek bir alışverişim yok; ben ilgimi çeken, bana keyif veren, basit kitapları seviyorum” sözünden de destek alarak tam da bu şekilde yazmış kitabını. Channel 4 kanalında yayınlanan “Philosophy: A Guide To Happiness – Felsefe: Bir Mutluluk Rehberi” adlı belgeselin esin kaynağı da olan kitap, popüler sularda geziyor olsa da bir yaşam rehberi (üstelik eğlenceli türünden bir yaşam rehberi) olarak okunabilecek bir eser ve yalnız bir anımızda yaşamın herhangi bir acısı ile karşı karşıya kaldığımızda bir teselli sunabilir de bize gerçekten…

(“The Consolations of Philosophy”)

Öp ve Anlat – Alain de Botton

apveanlat

Biyografi gibi bir roman mı yoksa roman gibi bir biyografi mi? Hangisi olduğunu bilmiyorum ve yazarın da çok umursadığını sanmıyorum. Sonuçta Alain de Botton’un “sıradan insana da hitap eden ama felsefe, psikoloji vs gibi alanlardaki kavramlar üzerine el alıştırmalarını içeren” kitaplarından biri bu da. Belki de en çekici yanı biyografi kavramı üzerine de kendisi çok derin olmasa da derin tartışmalara yol açabilecek konuları ortaya atması; biyografi ne kadar detaya girmeli, sıradan insanların biyografisi yazılabilir mi, biyografinin yazarı ile öznesi arasındaki yakınlık ne olmalı vs. Tüm bu konular zaman zaman oldukça eğlenceli bir üslup ile ve bir “sahte biyografi” tarzı ile ele alınıyor. Bu nedenle hızlıca okunabilecek, keyif verici bir kitap. Yazarın nesnesi üzerinde, yazanın ve paylaşanın kendisi olması nedeni ile sahip olduğu hükümranlığın ne derece korkutu olabileceğini de hatırlatıyor.

(“Kiss and Tell”)