“Yeni bir rejim geldiğinde önce, “her şey çok güzel olacak” der. Sonra, “çok kötü olacak” der. En sonunda da, ”suçluları yakalayın” der. Peki suçlu kim? Kim? Size soruyorum, kim suçlu?”
Devrimden sonra yaşanan iç savaş sırasında istemeden hamile kalan bir Kızıl Ordu görevlisinin ve onun doğum öncesinde evlerine yerleştiği bir Yahudi ailenin hikâyesi.
Sovyet yazar ve gazeteci Vasily Grossman’ın kısa hikâyesinden uyarlanan senaryosunu yönetmenliği de üstlenen Aleksandr Askoldov’un yazdığı bir Sovyet yapımı. Tıpkı hikâyenin yazarı gibi, Askoldov’un da başı Sovyet rejimi ile derde girmiş ve bu ilk ve son filmi 20 yıl yasaklı kaldıktan sonra ancak 1988’de gösterilebilmişti. Devrimin savaşan bir parçası olmakla yeni tadılan annelik duyguları arasında kalan bir kadının hikâyesini etkileyici bir görsellikle anlatan film içeriği ile de pek çok önemli tartışma konusunu gündeme getiriyor. Yahudi aile ve baba karakterinin bir parça klişe göründüğü hikâye yine de işte o karakterin “Peki ne zaman yaşayacağız” sorusunu sorma cüretkârlığı, Alfred Schnittke’nin bir film müziğinin nasıl olması gerektiği konusunda ders niteliğindeki çalışması, ses tasarımı, Valeri Ginzburg’un Sergei Eisenstein’ın ilk dönem filmlerini hatırlatan kamera çalışması ve Askoldov’un özenli yönetmenliği ile ilginç ve başarılı bir film. Yaratıcı sanatçıların eserlerini kendi ideolojilerine yakın bulmayan iktidarların aslında sadece ona değil tüm insanlık kültürüne verdiği zararı bir kez daha hatırlamak için de görülmesi gerekli bir sinema yapıtı.
1932 doğumlu Askoldov bu ilk ve son filmini otuz beş yaşındayken çekmiş ve 2018’de hayatını kaybedene kadar bir daha kamera arkasına geçememiş. Filminin yasaklanmasını Komünist Parti’den atılmak, Moskova dışına sürgüne gönderilmek ve sinema sektöründe ömür boyu çalışma yasağı izlemiş. İlerleyen yıllarda Almanya, İtalya, İsveç ve İngiltere’de üniversitelerde sinema dersleri veren Askoldov’un bu yaşadıkları herhangi bir sinemasever için de önemli bir kaybı işaret ediyor; çünkü “Komiser”in başarısı yönetmenin bugün birer klasik olarak izleyebileceğimiz başka filmleri de yaratma potansiyelie sahip olduğunun sağlam bir kanıtı. Tıpkı Askoldov gibi, onun senaryosuna kaynaklık eden hikâyenin yazarı Vasily Grossman da Sovyet rejimi tarafından cezalandırılan bir sanatçı; Sovyet karşıtı olmakla suçlanan kitapları yazar ölene kadar yasaklı kalmış.
Askoldov’un filminin yasaklanmasının nedenlerinden biri bir Yahudi aileyi sempatik bir bakışla göstermesi ve hatta idealize etmesi. Filmin kurgusunun yapıldığı sıralarda İsrail ile Arap ülkeleri arasında ilkinin kazancı ile sona eren Altı Gün Savaşı sürmekteydi ve Sovyetler de Araplara yakın duran bir tutum içindeydi. Bu nedenle Askoldov’dan hikâyedeki ailenin Yahudi olan etnik kökenini değiştirmesi istenmiş ama yönetmen reddetmiş bu talebi. Yasağın asıl nedeni ise devrimin her sorunun çözümü olmayabileceğini ima eden içeriği ve anti-semitizme karşı net duruşu ile birlikte Yahudi aile üzerinden savaşı değil, yaşamayı seçmeyi tartışmaya açması kuşkusuz. Devrimden hemen sonra ülkede iç savaşın sürdüğü bir dönem için tehlikeli bir içerik bu ve hikâyenin geneline üslup değil ama içerik açısından pek uymayan “devrimci” finali de kurtaramamış filmi yasaklanmaktan.
Hikâye 1922’de geçiyor ve iç savaş sırasında Kızıl Ordu’da “komiser” olarak görev yapan bir kadın askeri alıyor odağına. Klavdia Vavilova sert görünümlü, devrime yürekten inanan ve karısı ile buluşmak için kısa süreli firar eden bir askeri hemen infaz edecek kadar da katı bir askerdir. Savaşta hayatını kaybeden bir subayla ilişkisinden hamile kalmıştır ve doğuma çok az bir süre kaldığı ve çatışma alanından uzaklaştırılması güç olduğu için bölgedeki bir Yahudi ailenin yanına yerleştirilir. Gereksiz görünen bir klişe ile neredeyse “Damdaki Kemancı”daki Tevye karakterine benzetilen bir adamın eşi, annesi ve altı çocuğu ile birlikte yaşadığı evdeki günleri ve doğan çocuk Vavilova’yı bir ikilem karşısında bırakacaktır kısa bir süre sonra. Bu ikilemi “devrim mi annelik mi” ifadesi ile ve bir parça da kolaya kaçarak özetlemek mümkün. Hikâyenin özellikle ikinci bölümünde ve Vavilova ile sığındığı evdeki adam arasındaki diyaloglarda filmin “yaşamak ve yaşatmak” tarafında durduğunu hissediyorsunuz ama finalde bununla zıt bir şekilde, rejimi mutlu edecek ve sıkı bir görsel propaganda malzemesi olacak bir son sunuyor bize Askoldov.
Açılış sahnesinde kırlık bir alandaki Meryem heykelini görüyor ve bir kadının sesinden hüzünlü bir ağıt havası taşıyan bir şarkı duyuyoruz. Kamera kaymaya başlıyor ve önce ayak seslerini duyduğumuz yürüyüş halindeki yorgun askerleri görüyoruz. Onları bir süre takip eden kamera tekrar heykele dönüyor ve sahne sona eriyor. İlginç ve hikâye açısından doğru bir açılış bu; kadın ve annelik ile savaşı aynı anda görüntüleyen (ve bir anlamda karşı karşıya getiren) bu sahne hikâyenin özünün sembolü bir bakıma. Bir süre sonra, “karısını devrime tercih etmek”le suçladığı askeri hemen infaz ettiren “Komiser”i tanıyoruz. Bu infaz sahnesindeki görsel ve estetik yaklaşım, Askoldov’un “yaşamanın” tarafında durduğunun açık bir göstergesi. Film özellikle Yahudi Yefim karakteri üzerinden belki eleştiri sözcüğünün ağır kaçabileceği ama en azından sorgulatma denebilecek bir içeriği de getiriyor karşımıza: Kızıl Ordu’nun evine yerleştirmek istediği Komiser’e “Sovyet iktidarı benim odama mı kaldı?” diyerek tepki vermesi ve onunla komiser arasındaki bazı diyaloglar buna örnek olarak gösterilebilir. Bu ve benzeri örnekler filmin devrim karşıtı gibi bir yerde durduğunu göstermiyor kesinlikle elbette ama yine de bu hafif sorgulatma deneyiminin bile filmin yasaklanmasına neden olması baskıcı bir iktidar anlayışının tüm olgu, olay ve kişileri kendi dar kalıpları içinde eleştirme doğasını gösteriyor bize.
Gece bir evin içinde uyuyan yedi kişi üzerinde sessizce dolaşan kamera, Yefim’in eşi ile ilişkileri ve yaşam sevinci dolu anları, Yefim’in ailesi içindeki ilişkiler, zor şartlar altında altı çocuğu büyütmeye çalışan kadının sevecenliği ve mutluluğu karşısında Komiser’in uzun bir süre ona hâkim olan sert görünümü ve can vermeyi can almanın önüne koyan yaklaşımı (“Çocuk doğurmayı savaşmak kadar kolay mı sandınız? Hayır, o kadar kolay değil”) ile filmin yaşamın yanında durduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Atların büyük bir topu yaşadıkları yerden çekerek geçirmesini korkulu ve endişeli bakışlarla izleyen anne ve çocukları veya çocukların tanık oldukları dehşeti yansıtan oyunları ile film sıradan insanların yaşadıkları travmaların hayatlarını nasıl etkilediğini de etkileyici biçimde gösteriyor. Bu etki düzeyine ulaşmakta görsel açıdan yakalanan başarının önemli bir payı var. Örneğin düş ve doğum sahneleri sembolik görüntüleri, kamera çalışması, doğru bir havası olan müziğin aynı doğrulukla kullanılması ile filmin çarpıcı bir başarıya ulaşmasını sağlıyor. Askoldov Sovyet filmlerinde ve bizde de onlara özenen özellikle 1960 70’li yılların politik filmlerinde sıkça gördüğümüz şekilde “sıradan insanların güzelliği”ni anlatmayı unutmamış; Yefim ve eşini günlük hayatlarında izlediğimiz sahneler, hareketli bir kameranın kesintisiz çekimle aktardığı pazar yeri görüntüleri veya Yefim’in yaklaşan Leh ordusuna karşı kadını evlerinde misafir ediyor olmalarının neden olduğu risk hatırlatıldığında verdiği tepki sıradan ve iyi insanların o sinemadaki önemli örneklerinden biri bu yapıyor bu filmi.
İki farklı odada gittikçe hızlanarak gidip gelen kamera ve bu görüntülere eşlik eden ninni ve yaklaşan düşman ordusuna karşı tüm kapı ve pencereleri çiviledikleri tahtalarla kapatan köylüleri izlediğimiz sahnede parlak bir örneğine şahit olduğumuz ses çalışması gibi ögeleri ile zaman zaman deneysel denebilecek bir hava da yakalayan film masal ile gerçeklerin arasında kalan hayatları (“Masalları alırsan, insanlara ne kalır ki? / Masal değil, uğrunda ölecek gerçekler lazım bize”) anlatırken, yirmi yıl sonra yaşanacak bir soykırımın kâbusu ile gerçekten büyüleyici bir atmosfere de ulaşıyor.
İki başrol oyuncusunun (Komiser rolünde Nonna Mordyukova ve Yefim’i canlandıran Rolan Bykov) rollerinin hakkını verdiği filminin aşk hakkında olduğunu söylemiş bir röportajında Askoldov. “Bir kadına (Çok sıcak ve doğal bir “Seni seviyorum” ânı var filmde), çocuklara, aileye veya ülkeye duyulan aşk” diyor Askoldov ve işte bu konusunu da çarpıcı bir görsellikle ve özenle anlatıyor. Görülmesi gereken, haksızlığa uğramış bir klasik.
(“The Commissar” – “Komiser”)