Morfiy – Aleksey Balabanov (2008)

“Ağlama, Anna. Dozu azalttım bile, tamamen bırakacağım. Mecbur kalırsam tedavi de olurum”

Devrim sürecindeki Rusya’da merkezden çok uzakta bir köye atanan genç bir doktorun, bir aşıya karşı gelişen alerji nedeni ile aldığı morfine bağımlı hâle gelmesinin hikâyesi.

Rus yazar Mikhail Bulgakov’un 1925 – 1927 arasında yazdığı ve kendisinin 1916 – 18 arasında yeni mezun bir doktor olarak görev yaptığı küçük bir köy hastanesinde yaşadıklarından esinlenen hikâyelerinden uyarlanan bir Rusya yapımı. Senaryosunu Sergey Bodrov’un yazdığı, yönetmenliğini ise Aleksey Balabanov’un yaptığı film uzun bir süre uzaklardan gelen haberlerden öteye geçmeyen devrimin fonunda genç bir adamın tüm tecrübesizliği ile zorlu vakalarla ve bunların getirdiği yük ve izolasyonun artırdığı yalnızlıkla baş etme çabasının dramatik sonuçlarını anlatıyor temel olarak. Bağımlılığın başlamasını yeterince ikna edici bir güçle anlatamamasına ve doktorun vakalarının zaman zaman birer bağımsız bölüm gibi görünmesine rağmen, genç adamın koyu bir karanlığa doğru olan yolculuğunu ilgi uyandırıcı biçimde anlatmayı başarması, başroldeki Leonid Bichevin’in karakterinin gittikçe narinleşen bedenine uygun oyunculuğu ve özellikle de 1917 Rusyası’nı karşımıza getiren set tasarımları ile ilgiyi hak ediyor kesinlikle bu yapıt.

Genç doktor Polyakov’dan önce köyde görev yapan ve Şubat Devrimi’nden sonra köyden ayrılan meslektaşının geride bıraktığı gramofon ve plaklar sayesinde dönemin şarkılarının eşlik ettiği bir hikâye anlatıyor film. Rusya’nın (ve Sovyetler’in) ünlü şarkıcısı Alexander Vertinsky’den açılış sahnesi ile birlikte duymaya başladığımız “Snezhnaya Kolybelnaya” (“Kar Ninnisi” olarak çevrilebilir dilimize) bunlardan biri ve hikâye boyunca yine aynı sanatçının sesinden dinlediğimiz diğerleri ile birlikte dönemin ruhunun bize yansımasını sağlıyorlar. Yahya Kemal “Kar Mûsikîsi” adlı ve Varşova’da elçi olarak görev yaparken yazdığı şiirinde “Duydumsa da zevk almadım İslâv kederinden” der ve ülkesine duyduğu özlemin de sembollerinden biri olarak kullanır bu kederi. Bu filmde hikâyesini seyrettiğimiz Polyakov sanki işte bu “İslâv kederi”nin (Keder yerine hüzün daha anlamlı bir tanımlama olarak görünüyor bu duyguyu anlatmak için) vücut bulmuş hâli; gözlüğü ve narin bedeni, omuzlarındaki ağır yükün altında inatla işini yapmaya çalışırken karşı karşıya kaldığı güçlükler, kar altındaki izole hayatın yarattığı yalnızlık ve tüm bunların da sonucu olan bağımlılık onu bu hüznün somut bir karşılığı yapıyor.

1917’de yaşanıyor hikâye ve yeni bir dünyanın başlangıcı olan Ekim Devrimi’nin ayak sesleri uzaktan da olsa duyulmaktadır. Kendisinden başka bir sıhhiyeci ve iki de hemşirenin görev yaptığı küçük hastanenin tek doktorudur Polyakov ve karşılaştığı vakalar önceki doktorun neyse ki arkasında bıraktığı tıp kitaplarını sık sık karıştırmasını gerektirecek kadar çeşitli ve karmaşıktır. Seyrederken bizi bile zorlayan (burada yönetmenin bazı sert tercihleri anlaşılır olsa da, bir kısım seyirciyi zorlayabilir gördükleri) vakalara müdahale etmek zorundadır ve tecrübesiz biri için çok yıpratıcıdır yaşadıkları. Üstelik halkın doktora çok geç gelme, kocakarı ilaçlarına başvurma gibi tercihleri de işini ayrıca zorlaştırmaktadır. Film tüm bunları açık bir şekilde gösteriyor ama bir şekilde, doktorun sürüklendiği yol için yeterince güçlü bir gerekçe olarak görünemiyor tanık olduklarımız. Bu sıkıntı filmi ulaşabileceği noktanın gerisinde tutuyor ve gücünü de azaltıyor doğal olarak.

Ünlü sinemacı babası ile aynı adı taşıyan Sergei Bodrov yazmış senaryoyu. Aslen bir oyuncu olan Bodrov ikinci yönetmenliği olacak filmin çekimleri sırasında yaşanan bir kaza sonucu 2002’de hayatını kaybettiğinde sadece 30 yaşındaydı. Onun hazırladığı senaryoyu beyazperdeye taşıyan Aleksey Balabanov bölüm başlıklarını göstermek için kullanılan arayazılardaki font seçimi ve her bir yeni vaka için doktorun koşuşturmasına eşlik eden piyano müziği ile sessiz sinemaya selam göndermiş bir bakıma ve hikâyenin etkileyici finalinin bir sessiz filmin gösterildiği sinema salonunda geçmesi de bu selamı güçlendirmiş. Hikâye son anlarına kadar, köye ulaşan birkaç haber dışında, devam eden devrim sürecini anlatımının ana veya yan konusu yapmıyor ama zengin bir adamın evinde geçen sahnedeki konuşmalar gibi bölümlerle bir şekilde hissettiriyor devrimi hep.Örneğin bu sahnede büyük toprak sahibi içlerinde doktorun da olduğu konuklarına şöyle diyor: “Söylesenize, devlet gibi karmaşık bir mekanizma cahil işçiler tarafından yönetilebilir mi? Hukuk, ekonomi, askerî bilimler ne olacak?”. Kahramanımız bu tür konularla pek ilgilenmiyor; o bir yandan hastaları tedavi etmek için insanüstü bir gayretle çalışırken, diğer yandan morfinin yokluğu ve varlığının neden olduğu zıt ruh halleri arasında gidip gelmektedir. Hatta kendisine sorulan bir soruyu, “Benim için sadece iki sınıf vardır: Hasta ve sağlıklı” cümlesi ile cevaplar konudan kaçmak için. Doktorun çok zor vakalarda gösterdiği mucizevî başarıların kısmen de morfine, onun verdiği özgüven ve enerjiye bağımlı olduğunu hissettiriyor film ama aynı maddenin doktorun üzerinde yaratacağı vicdan azabının da sorumlusu olmasına da tanık ediyor bizi. Bağımlılığın başlangıcını olmasa da, sürecini ve sonuçlarını seyircinin ilgisini çekecek bir başarı ile anlatıyor film özetle söylemek gerekirse.

Başta doktorun çalışma ve yaşam alanları olmak üzere set tasarımları oldukça başarılı filmin ve Aleksandr Simonov’un görüntü çalışması bu tasarımların da katkısı ile hayli çekici. Doktorun elinde çantası ve kar altında yürüdüğü, etrafında çocukların kar topu oynadığı sahnede bir klasik tablo havası yaratmak ama bunu bir görsel oyun yapaylığından uzak bir şekilde yapmak gibi anılması gereken başarıları olan görsel çalışmada iç mekânlarda doğal ışıklandırmanın kullanılması da (ya da en azından bu hissin yaratılabilmesi) doğru bir seçim olmuş kattığı gerçekçilik açısından.

2013’te hayatını kaybeden ve Stalin’i suçun babası olarak resmetmeyi planladığı filmi çekemeyen yönetmen Balabanov Sovyet dönemine hiç sıcak bakmayan bir sinemacıydı. Burada Rusya’nın komünizme geçiş süreci ile hikâyenin kahramanının bağımlılık sürecinin eş zamanlı ilerliyor olması, bu açıdan bakıldığında manidar görünebilir meraklılarına ama hikâye böyle bir ilişkilendirmeyi mutlak kılacak bir yaklaşımdan uzak durmuş. Dolayısı ile bu bağlantı bir ihtimal olarak elle tutulur olsa da, ille de bu tür bir okumayı gerekli ve doğru kılmıyor hikâye.

(“Morphine”)