Borgman – Alex van Warmerdam (2013)

“Bizi kuşatan bir şey var. Dışımızda ama, içimize girip çıkan bir şey. Bir sıcaklık… bizi hem zehirleyen hem kafamızı karıştıran bir sıcaklık. Bir şeyin zararlı olan kabuğu gibi. En azından ben böyle hissediyorum. Emin değilim”

Bir ailenin yaşamına giren gizemli ve serseri görünümlü bir yabancının neden olduğu olayların hikâyesi.

Hollandalı sinemacı Alex van Warmerdam’ın yazdığı ve yönettiği tuhaf, çekici ve cevap vermekten çok sorular üreten farklı bir film. 2014 yılında Hollanda adına Oscar’a aday olan çalışma, kim olduklarını ve amaçlarını açıklamadığı karakterlerin cinayetin de içinde olduğu her tür yöntemi kullanarak insanları etkileri altına almalarını ve yok etmelerini anlatıyor. Bittiğinde bir “tatmin edici” açıklama bekleyen seyircilere göre olmayan film ima ettikleri, düşündürdükleri, doğrudan veya dolaylı olarak çağrıştırdıkları ile önemli ve rahatsız etme hedefine ulaşan bir eser. Warmerdam’ın filmi Haneke’nin benzer havalı filmlerinden sonra belki o kadar orijinal görünmeyebilir, zaman zaman mizahı gereksizce gizeminin/tuhaflığının önüne geçiyor olabilir ve kimi biçimsel zorlamalara başvurmuş olabilir ama bunlar filmi görmeye engel olmamalı kesinlikle.

Etkileyici ve filmin hemen tümü gibi ne olduğu, daha doğrusu neden olduğu açıklanamayan şeylerin yaşandığı bir sahne ile açılıyor film. Aralarında bir rahibin de olduğu birkaç kişi yerin altında yaşayan üç kişinin peşine düşüyor bu sahnede. Bu üç kişi kim, neden yerin altında yaşıyorlar sorularının cevabını film bittikten sonra da pek almıyoruz aslında ama peşindekilerin neden onların peşine düştüğü sorusunun cevabını şu ya da bu şekilde veriyor film. Amaçları “yok etmek” bu karakterlerin ve hikâyenin sonunda bazılarını yok ederken, bazılarını da kendilerine “bağımlı” kılarak peşlerine takıyorlar ve anlaşılan yeni hedeflerine doğru ilerliyorlar. Bu tür gizemli yanı olan hikâyeleri yorumlamanın en riskli yanı bazen yaratıcılarının da düşündüğü veya amaçladığının dışına çıkıp, hikâyeye onların yüklemediği anlamları yüklemek ve bunun üzerinden değerlendirme tuzağına düşmek olsa gerek. Yine de bir sanat eserinin bir kez yaratıldıktan sonra, artık sanatçıya değil onunla yüzleşen (okuyan, seyreden, dinleyen vs.) bireye ait olduğunu düşünerek, bunun o kadar da dert edilecek bir risk olmadığını söylemek gerek.

Filmde hedef konumunda olan ailedeki baba ve annenin karakterleri ve temsil ettikleri hikâyenin derdini anlamakta bize yardımcı olabilir. Baba bahçıvan adayları ile görüştükleri bir sahnede anneye “Biz Batılıyız. Zenginiz ve bu bizim suçumuz değil” diyor (ki filmin en doğrudan ifadesi olarak, genel havaya da aykırı düşüyor bu ifade); bu açıklamayı yapıyor çünkü “beyaz” olmayan tüm adayları baştan ret eden bir davranış içinde kendisi. Orta üst sınıfa ait olan bu çiftin çok şık bir evleri ve bahçeleri var. Hikâye sanki dışarıdan (Doğu’dan veya daha genel bir ifade ile Batılı olmayandan) gelen bir tehdidi ima ediyor bize, bu ailenin karşı karşıya kaldığı şeyle ilgili olarak. Bu çifti çok da sevilesi karakterler olarak göstermiyor film ve yaşadıkları hayatın (sahip oldukları servetin?) arkasında ne olduğunu düşünmeyen, dünyadan kopuk yaşayan (hiç yakınları, arkadaşları vs. ile bile bir ilişkileri var gibi görünmüyor örneğin) bireyler olarak resmediyor onları. Kadının gizemli karakterlerin lideri konumundaki kişinin etkisi altına girmesi (doğrusu bunun nedenini yeterince iyi açıklayamıyor film), tanık olduğu kötülüklere ses çıkarmaması ve hatta teşvik etmesi onu bir parça saf; şiddete çabuk başvuran ve ırkçı bakışının izlerine tanık olduğumuz kocası ise davranışları ile yaşadıklarını hak eden bir erkek olarak gösteriliyor bize. Dolayısı ile tüm şeytani yanlarına rağmen, hikâye sadece gizemli karakterlerin değil bu hedefteki bireylerin kötülüklerine de odaklanmak gerektiğini söylüyor sanki; ne var ki ortada gizemi bu kadar güçlü karakter olunca filmin bu beklentisini karşılamak biraz güç açıkçası.

Eski Ahit’ten alınan “Ve saflarını güçlendirmek için yeryüzüne indiler” cümlesi ile başlayan film bu ifade ile bir ruhani güçle baş başa kalacağımızı baştan söylüyor bize. Filmin kimi posterlerinde de yer alan ve sık sık karşımıza gelen bir sahnede, baş şeytani karakter çıplak bir halde iken ve uyumakta olan kadının üzerinde otururken gösteriliyor. Filmle ilgili kimi eleştirilerde bu karenin İsviçreli ressam Henri Fuseli’nin “The Nightmare – Kâbus” adlı tablosu ile benzerlikleri vurgulanmış ki gerçekten de çok doğru bir tespit bu. Üstelik erotizmi, rüya havası ve gizemi ile filmin havasına çok da uyan bir tablo Fuseli’nin eseri. Filmin görsel gücünün örneklerinden sadece biri bu kare. Öldürülen kimi karakterlerin başları çimento ile doldurulan bir kovaya sokularak bir gölün dibine “dikilmeleri”, evin içinden ve bahçeden karşımıza getirilen başarılı ve Tom Erisman imzalı geniş açılı görüntüler vs. içeriğinde bazen “ikna edicilik” sıkıntı yaşayan filmin görsel alanda hiç zayıf düşmemesini sağlıyor.

Baş şeytani karakterin İsa’ya laf atmasını (“Sıkıcı ve sadece kendisini düşünen kahrolası bir adam”) onun “kötülüğü”nden çok kurulu bir düzene, benimsenmiş ortak değerlere bir saldırısı olarak okumak gerekiyor sanırım ama hikâye yok edilenin hiç de sevimli olmadığını da vurgulasa da bir taraf tutmaktan çok göstermeyi tercih eden bir yapıda ilerliyor çoğunlukla. Bunu yaparken de zaman zaman küçük ve arada da absürt bir yapıya sahip olan bir mizaha başvuruyor. Baş kötünün iki erkek yardımcısının (birini yönetmenin kendisinin canlandırdığı bu iki yardımcıdan başka, iki de kadın yardımcı var ortada) adeta bir komedi ikilisi olarak ortada dolaşması ve onların yer aldığı kimi sahneler filme artı hem eksi yönde etki etmiş gibi görünüyor. Seyircinin rahatsız edicilikten uzaklaşıp bir parça nefes almasını sağlıyorlar ama öte yandan da alegoriler, imalar ve gizemlerle örülü bir hikâyeye gereksiz bir yumuşaklık katıyor bu nefes.

Kimi sinemaseverlere sadece Haneke’yi değil, Bunuel’i de hatırlatacak filmde oyuncu kadrosu da bir oyuncu için zor (zor, çünkü hem inandırıcı olmak hem de düşsel/absürt/fantastik karakterleri oynamak durumundalar) denebilecek rollerin altından başarı ile kalkıyorlar. Özellikle Jan Bijvoet ve Hadewych Minis öne çıkan isimler bu oyuncu kadrosu içinde. Vincent van Warmerdam’ın müziği de hikâyeye katkısı ile dikkat çekiyor. Başarılı mekan seçimi ve set tasarımı ile de önemli olan filmin son bölümleri ilk yarısı kadar çekici olmasa da ve film bazı şeyleri açıklığa kavuşturup bir şekilde hikâyesini bağlamaya çalıştığında arada aksasa da görülmesi gerekli bir film, özet olarak.

(“Bela”)