“Burası ısınmaya başladı. Pekâlâ, görebildiğim kadarı ile iki olası sonuç var: Ya tek parça halinde aşağıya inerim ve anlatacak müthiş bir hikâyem olur ya da on dakika içinde yanıp kül olurum. Her iki durumda da kimsenin kabahati yok”
Bir kaza sonucu uzayın boşluğunda mahsur kalan iki astronotun hayatta kalma ve dünyaya dönme mücadelelerinin hikâyesi.
İki Meksikalı sinemacı, Alfonso Cuarón ve oğlu Jonás Cuarón’un senaryosunu birlikte yazdıkları, yönetmenliğini ise baba Cuarón’un üstlendiği bir ABD ve Birleşik Krallık ortak yapımı. Aralarında yönetmen, görüntü yönetmeni ve kurgunun da olduğu yedi dalda Oscar kazanan, film ve kadın oyuncunun da aralarında olduğu üç dalda da bu ödüle aday gösterilen film seyircinin de beğenisini kazanan ve 91 dakikalık süresi boyunca “basit” bir hikâye anlatmasına rağmen izleyicinin ilgisini hep üzerinde tutmayı başaran bir çalışma. Özellikle teknik ustalığı konusunda eleştirilecek bir yönü bulunmayan film bu tür sinema eserlerinde genellikle olduğunun aksine kadın karakteri hikâyesinin asıl kahramanı yapıyor ve Sandra Bullock’un önemli bir kısmını astronot kıyafeti ve başında bir kaskla oynadığı karakterini George Clooney’in oynadığı erkek astronot karakterinin önüne geçiriyor. Seyrettiğimiz temelde bir zamana karşı ve birbirinden tehlikeli koşullar altında verilen bir hayatta kalma mücadelesinin hikâyesi ve bu bakımdan çok yeni şeyler anlatmıyor ama baba oğul Cuarónlar bu hikâyeyi ustaca anlatıyorlar ve süreyi dozunda tutmalarının da yardımı ile iyi bir gerilim yaratmayı başarıyorlar.
“Dünyadan 600 km yükseklikte ısı +258 °F (+126 °C) ile -148 °F (-100 °C) arasında değişir. Sesi iletecek hiçbir şey yoktur, hava basıncı yoktur, oksijen yoktur. Uzayda yaşam imkânsızdır” yazısı ile açılıyor film. Sonra bu imkânsızlığı alt edip yaşama tutunmaya çalaışan ve dünyaya geri dönmeye çalışan astronotların hikâyesini izliyoruz. Bilimde “Kessler sendromu” adı ile bilinen bir olay gerçekleşiyor ve Rusya’nın eskiyen bir casus uydusunu uzayda yok etmesi ile oluşan enkaz ve bu enkazdan çıkan binlerce parça bir keşif gezisinde olan astronotların içinde bulunduğu uyduya ve daha sonra da sığınmaya çalıştıkları uzay istasyonuna çarparak onları yok etme tehlikesi yaratıyor. Astronotların üçü hayatını hemen kaybederken, ikisi zorlu bir mücadeleye girişiyorlar. Clooney’nin canlandırdığı ve gereksiz bir “zor durumda bile espri yapabilen kahraman”klişesi ile çizilmiş karakter daha tecrübeli ve bilgili olsa da hikâyenin asıl kahramanı geçmişinde trajik bir kayıp olan (ve küçük çocuğunu kaybetmiş olan bir annenin yaşayacağı travmayı düşününce pahalı ve tehlikeli bir görev için uzay gönderilmesi açıkçası biraz tuhaf olan) kadını öne çıkarıyor senaryo. Uzayda boşlukta süzülen, zaman zaman büyük bir hızla üzerine gelen enkaz parçalarının (uzay çöpünün, bir başka ifade ile söylersek) tehdidi altında olan ve oksijeni gittikçe tükenen bu kadının hikâyesini teknik ustalığına diyecek bir şey olmayan bir başarı ile anlatıyor film.
Çalışması ile Oscar kazanan görüntü efektleri sanatçısı Tim Webber filmde %80 oranında CGI teknolojisi kullanıldığını söylemiş ve açıkçası hakkı da verilmiş bu efektlerin. Uzay çöplerinin “saldırı”sından astronotların kablolara bağlı olarak uzayda sürüklendikleri anlara, uzay kapsülünün arkasındaki paraşütün uzay aracına takılarak kapsülün hareketini engellemesine ve uzay istasyonu içindeki yangına kadar pek çok -teknik açıdan- etkileyici bölümü var filmin ve bunların her birinde karşınıza çıkan teknik ustalığa hayran olmamak mümkün değil. Buna tasarımın (özellikle uzay istasyonunun içi) başarısını, Emmanuel Lubezki’nin Oscar kazanan görüntülerini ve Alfonso Cuarón ile Mark Sanger’ın ortak kurgu çalışmasının tempoyu nadiren düşüren, hemen hiç aksamayan içeriğini de ekleyince ortaya biçimsel olarak takdiri kesinlikle hak eden bir sonuç çıkıyor.
Kadın astronotoun hareket halindeki uzay kapsülü üzerindeki hareketleri ile bir James Bond’a dönüştürülmesi ve yine aynı karakterin pes etmek üzere olduğu bir anda bir hayalin etkisi ile mücadeleyi sürdürmesi (bu sahne sanki Clooney’i filme geri döndürmek üzere yazılmış gibi bir zorlama duygusu yaratıyor) gibi tuhaflıkları olan hikâyenin sembolik öğeleri de var: Sığındığı uzay istasyonunda oksijene kavuşunca rahatlayan kadının cenin pozisyonu alması ve o sırada bağlı olduğu kabloların bir göbek bağını hatırlatması, sondaki denizden çıkma sahnesinin belki de dünya üzerindeki hayatın denizde başladığı teorisine göndermede bulunması ve kadının bu sahnede adeta bir bebeğin adımları ile yürümeye başlaması hikâyenin bir “doğum” teması etrafında döndüğünü gösteriyor bize. Bu temanın odakta olması hikâyenin hayata düzülen bir övgü olduğunu gösteriyor ve o hayatı -en azından şimdilik- bulabildiğimiz tek yer olan dünyaya. Diyaloglara da yansıyan ve dünyayı “kutsallaştıran” bir bakış bu ve çok çekici “dünyaya iniş” sahnesinin de desteklediği gibi tüm hikâye boyunca bu gezegenin varlığı için minnettar olmayı ve hayatın her anı için şükran duymamızı söylüyor bize film. Aslında uzayın “boşluğu ve korkunçluğu” ile dünyanın “kutsallığı”nı bir arada düşününce tüm o uzay araştırmalarının ne kadar güç ve maliyetli olduğunu bir kez daha fark ediyor ve bu çalışmaların gerekliliğini de sorguluyorsunuz elinizde olmadan. Bir başka ifade ile söylersek, dünyayı talan edip uzaydan medet ummak yerine dünyaya daha iyi davranmak daha akıllıca bir çözüm olabilirmiş diye düşünmeye yönlendiriyor sizi bu ve benzeri hikâyeler.
Alfonso Cuarón’un usta yönetmenlik çalışması sizi hep hikâyenin içinde tutarken, yönetmenin uzun sahnelerden çekinmemesi ve kurgunun (ve teknik unsurların elbette!) yardımı ile gerilimi hep ayakta tutmasının dikkat çektiği filmde Steven Price’ın Oscar kazanan müziği de başarılı ama zaman zaman fazla Hollywood koktuğunu da söylemek gerekiyor bu çalışmanın. Basit hikâyenin güçlü bir sinema dili ile başarıya nasıl ulaşabileceğini gösteren filmde Sandra Bullock kariyerinin en iyi performanslarından birini verirken, filmde gördüklerimiz kadar duyduklarımızın da oldukça başarılı bir şekilde tasarlanmış olduğunu belirtelim son olarak.
(“Yer çekimi”)