“Bir şeyler başarabilmek istiyorum. Allah beni sadece basit bir inşaat işçisi olayım diye yaratmış olamaz. Keşke savaş hiç bitmeseydi. Kimi şehit oldu, kimi kayboldu, kimi de gazi oldu; ölenlerin cenazeleri annelerine gönderildi. Bense tek sıyrık almadan eve döndüm. Neden? Değersizim de ondan”
Bir kadın gazetecinin, İran’ın Meşhed şehrinde hayat kadınlarını öldüren “Örümcek Katili” lakaplı adamın peşine düşmesinin hikâyesi.
Gerçek bir olaydan esinlenen ve Jonas Wagner’in de katkı sağladığı senaryosunu Ali Abbasi ve Afshin Kamran Bahrami’nin yazdığı, yönetmenliğini Abbasi’nin yaptığı bir Danimarka, Almanya, İsveç ve Fransa ortak yapımı. Pek çok adaylık ve ödülün yanında Cannes’da Altın Palmiye için de yarışan ve başrol oyuncusu Zar Amir Ebrahimi’ye En İyi Kadın Oyuncu ödülünü getiren film, bir seri katil ve peşine düşen bir kadın gazeteci üzerinden günümüzdeki İran’ı dinsel fanatizm, otoriter bir yönetim, kadınlar üzerindeki toplumsal baskı ve yozlaşma unsurları ile anlatan ilginç bir çalışma. Çekim sürecindeki sıkıntıların da işaret ettiği gibi, İran rejiminin uygulamalarına sert bir eleştiri olan, Zar Amir Ebrahimi ve Mehdi Bajestani’nin başarılı oyunları ile önemli katkı sağladıkları ve sert gerçekçiliği ile dikkat çeken yapıtın bazı sahnelerinin gerekli olduğu tartışılır rahatsız ediciliği, kimi gerçekçilik sorunları ve Hollywood tarzı bir anlatıma gereğinden fazla yaklaşma gibi problemleri de var; ama öykünün ilginçliği ve çok güncel bir dünyayı anlatıyor olması bu sorunlara rağmen filmi kesinlikle seyre değer ve önemli kılıyor.
Saeed Hanaei Ağustos 2000 ile Temmuz 2001 arasında, çoğu uyuşturucu bağımlısı da olan 16 hayat kadınını öldürmüş İran’ın Meşhed kentinde. Duruşmalarda cinayetlerinin nedenini “şehirdeki ahlaki kirliliği temizlemek” olarak dile getiren ve “Allah’ın, eylemlerini onayladığını” söyleyen Hanaei Nisan 2002’de asılarak idam edilmiş. Cinayetleri sadece halkın dinsel fanatizme yakın olan kesimlerinden değil, muhafazakâr medyadan da açık ya da örtülü destek alan Hanaei için söyle yazmış rejime yakın ve çok satan muhafazakâr Jomhouri-e Eslami gazetesi: “Kimin yargılanması gerekir? Hastalığın kökünü kazımak isteyenler mi, yoksa ahlaki yozlaşmanın kaynağında duranlar mı?”. Cinayetleri bir şekilde olumlu algılayanların varlığı İran rejiminin ülkeyi getirdiği ve özellikle kadınlar için nefes alması zor noktanın bir göstergesi kuşkusuz. Bu seri cinayetler Ali Abbasi’den önce de sinemacıların ilgisini çekmiş; Maziar Bahari’nin 2003’te televizyon için çektiği ve katille bir röportajın da yer aldığı “Va Ankaboot Amad” adlı belgeselin ve Ebrahim Irajzad’ın 2020’de çektiği “Ankaboot” adlı kurgu filmin de konusu olmuştu. Irajzad’ın kendi yapıtından fazlası ile ilham almakla suçladığı Ali Abbasi öyküyü sinemalaştırmak için ilk çalışmalara Bahari’nin belgeselini seyrettikten sonra başlamış ve katilin bu yapıtta verdiği röportajdan çok etkilenmiş. Olayı “toplumun bir katil yaratması” olarak gören ve bir seri katil hikâyesini, gerçekte olmayan bir kadın gazeteci karakteri ekleyerek, bir kadın nefreti öyküsüne de dönüştürmeye karar veren Abbasi’nin filmi ülkesi İran’da çekilememiş elbette. Ürdün’de başlayan çekimler, Covid-19 pandemisi yüzünden aksayınca, kısıtlamaların daha az olduğu Türkiye’ye kaydırılmış ama yönetmene göre, İran hükümetinin baskıları yüzünden ülkemizde de sorunlar yaşanmaya başlanınca, film ekibi Ürdün’e dönmek zorunda kalmış. İran hükümetinin, İran’dan destek verenler olursa mutlaka cezalandıracağını açıkladığı ve Cannes’dan ödül alan Zar Amir Ebrahimi’nin (kendisinin yer aldığının iddia edildiği bir özel seks kasedi yüzünden hapse atılma tehlikesi onu 2008’de Fransa’ya kaçmaya zorlamış) ölüm tehditleri almasına neden olan yapıt sadece eleştirileri ile değil, içerdiği kimi sahneler yüzünden de tepkisini çekmiş toplamış İran rejiminin.
“Her insan, kaçtığı şeyle yüz yüze gelir sonunda” sözünü görüyoruz açılışta; Hz. Ali’ye atfedilen ve onun Arap edebiyatçı Şerif er-Radî tarafından derlenen sözlerinin ve konuşmalarının yer aldığı “Nehcü’l-Belâga” adlı kitaptaki bir hutbeden bu sözler. Abbasi’nin filminde bu yüzleşmeyi tecrübe eden kadın gazeteci mi, yoksa İran toplumu mu anlaşılmıyor ama 1979’dan beri yönetimde olan İslamcı rejimin ülkeyi getirdiği nokta ve bunun özellikle de kadınlar üzerinde kendisini hissettiren olumsuz sonucu ile bir yüzleşme olduğu açık söz konusu edilenin. Uyumakta olan çocuğunu öperek sessizce dışarı çıkan, kıyafet değişikliği ve makyajdan sonra Meşhed kendinin sokaklarında mesleğini icra etmeye başlayan bir sokak kadınını göstererek açılıyor film. Kadının gördüğümüz ilk müşterisi zengin bir iş adamı ve hayli sert davranıyor kadına seks sırasında; adamın “Yılın İhracatçısı” ödülüne sahip olduğunun neden vurgulandığı ise yoruma açık: Ya adamın zenginliği ile kadının -sokağa düşmesine neden olan- yoksulluğu üzerinden bir sınıf meselesi vurgulanmak istenmiş ya da -ödülün rejime yakın olmayı gerektirdiğinden yola çıkarak söylersek- rejime çevrilmiş oklar ama her iki durumda da bir sömürünün (ilkinde sınıfsal, ikincisinde politik) ima edildiğini düşünmek mümkün. Filmde tanık olacağımız bu ilk cinayet, kadının bir sonraki müşterisi tarafından işleniyor. Motosikleti ile hayat kadınlarının gece çalıştığı sokaklarda dolaşan ve kurbanını arayan Saeed Azimi’dir (Mehdi Bajestani) bu adam ve cinayetleri hep benzer şekilde işlemektedir: Kurbanın kendi başörtüsününe çift düğüm atıp onunla kadını boğmak ve siyah (çarşafı hatırlatan) bir örtüye sardığı cesedi ıssız bir yere bırakarak bir gazeteciye cinayeti ve cesedi bıraktığı yeri söylemek. Vahşeti oldukça sert ve açık bir şekilde gösterme tercihinin ilk örneği bu ilk cinayet ve Abbasi’nin seçimini de sorgulamamıza neden olan ilk sahne oluyor. Vahşi bir eylemin bu denli açıkça gösterilmesi ve bunun daha sonra da birkaç kez tekrarlanması Abbasi’nin kolay yoldan etkileyiciliği elde etmeye çalıştığı düşüncesini uyandırıyor ki filmin lehine bir sonuç değil bu. Katilin karakterini ve kurbanlarına olan nefretinin onların kadın olmasından kaynaklandığını vurgulamak istemiş olabilir yönetmen ama gördüklerimizin varlığını yine de yeterince doğrulamıyor bu.
Abbasi bir “kadın nefreti” hikâyesi anlatmaya da karar verdiğini söylemiş ve Arezoo Rahimi (Zar Amir Ebrahimi) adındaki gazeteci ile ilk tanıştığımız sahneden başlayarak bunu gerçekten de hep gündeminde tutuyor hikâyenin. Otelde tek başına kalmasına çıkarılan zorluk, başını “düzgün” örtmesi için yapılan uyarı, soruşturması sırasında kadın olması yüzünden karşılaştığı engeller ve hatta resmî görevlilerin tacizkâr davranışları Abbasi’nin -gerçek hikâyede olmayan- kadın karakteri üzerinden İran’da kadınların sorunlarını öykünün parçası yapmasını sağlıyor. Kuşkusuz Batı’daki seyirci için bir ek cazibe alanı yaratan bu seçimi kurbanların kadın olması ile birlikte düşünmek gerekiyor. Abbasi bu cesur ve akıllı kadınla, kurbanların düşkünlüğünü bir zıtlık yaratmak için kullanmayı düşünmemiş kesinlikle ama özellikle sert cinayet sahneleri ister istemez böyle bir imayı akla getiriyor. Gazeteciye olayın çözülmesinde pek de gerçekçi olmayan bir önemli rol yüklenmesi de destekliyor bu imayı ve polisi / iktidarı eleştirmek için gerçek olmayan bir “kahraman” yaratmak pek doğru bir seçim gibi görünmüyor.
Bir dinî otoritenin, cinayetleri haklı / gerekli kılacak bir fetva olmadığını ama “olsaydı bile, bunun sadece dinî bir tavsiye sayılabileceği” söyleminin İran’a hâkim olan zihniyetle ilgili iyi bir ipucu olduğu ve katilin oğlunun yayınladığı videonun sorunun büyüklüğü ve kalıcılığı ile ilgili güçlü bir mesaj verdiği filmde Saeed Hanaei’nin ele alınışı ile ilgili bir belirsizlik var: Katilin dinsel motivasyonlarının onu bu uç noktaya götürmesinde İran-Irak savaşından kaynaklanan travmalarının yerini yeterince belirli kılmıyor senaryo ve bu bağlamda, örneğin piknik sahnesindeki öfke şaşırtıcı oluyor seyirci için. “Cesedin tacizi” de benzer bir belirsizlik içinde kalıyor ve senaryonun bu konuda kafası yeterince net değilmiş izlenimini yaratıyor film. Gerçek Saeed Hanaei’nin, annesi ile çok sorunlu bir ilişkisi olduğunu ve çocukluğunda onun şiddetine maruz kaldığını ifade ettiğini söylemekte yarar var bu konuya değinirken.
Martin Divkov’un öykünün geçtiği coğrafya ile değil, hikâyenin içerik ve atmosferi ile uyum sağlamaya özen gösteren gerilimli notaları ile önemli bir katkı sağladığı filmde kadının kahramanlığının inandırıcılığı sorunlu. Gerçek öyküye eklenen bu karakterin filme ek bir boyut kattığı ve günümüzde İran’da kadınların karşı karşıya kaldığı baskıları daha iyi anlamamızı sağladığı açık ama ona bir aksiyon becerisi yüklemenin doğruluğu tartışmaya açık. Bu arada Ali Abbasi’nin bu karakteri, esinlendiği belgeselde yer alan ve katil ile görüşme gerçekleştiren bir kadın gazeteciden esinlenerek yarattığı bilgisini de vermiş olalım.
Öyküsünü üç farklı odak noktasını (gazeteci, katil ve kurbanlar) alarak anlatan film yukarıda anılan kusurlarına rağmen kesinlikle ilginç bir yapıt. Abbasi’nin sahnelerin her birini -sertliğin dozunu kaçırdıkları da dahil olmak üzere- özenle görüntülemesi, detaylara önem veren kamera açıları / hareketleri ve gerilimin, katilin kimliği bilinmesine rağmen, adım adım inşa edilmesi filmi kesinlikle görmeye değer kılıyor. Abbasi’nin tarzının burada Hollywood’a ya da daha genel bir ifade ile söylersek, anaakım sinemaya yakın durması filme belli bir çekicilik katıyor ama öte yandan daha farklı ve sinema dili açısından daha önemli boyutlara ulaşmasına da engel oluyor. Üç farklı odaktan hangisi öne çıkarsa çıksın, rejimin “kadın düşmanlığı”nı hep ön planda tutan ve zaman zaman modern bir kara film havasına sahip olan yapıt görülmesi gerekli bir çalışma.
(“Holy Spider” – Kutsal Örümcek”)