Lazzaro Felice – Alice Rohrwacher (2018)

“İnsanlar hayvanlar gibidir. Ancak serbest kaldıklarında, sefaletleri içinde sıkışıp kalmış köleler olduklarını anlarlar. Şu anda acı çekiyorlar ama farkında değiller. Ben onları sömürüyorum, onlar da şu zavallı adamı. Bu, engel olunması mümkün olmayan bir zincirdir”

Doğası gereği iyi bir insan olmaktan başka bir yol bilmeyen genç bir köylünün ve köyde ortakçı olan diğerlerinin bir markize olan bitmek bilmeyen borçları için köle gibi çalışmalarının hikâyesi.

Alice Rohrwacher’in yazdığı ve yönettiği bir İtalya yapımı. Aralarında Cannes’daki senaryo ödülünün de bulunduğu pek çok ödülün sahibi ve adayı olan yapım, iyi yürekli Lazzaro’nun hikâyesini anlatırken sıkı bir politik eleştiride de bulunan, adının da çağrıştırdığı gibi bir tür Lazarus olan bir genç adamın bir köyde başlayıp bir büyük şehire uzanan yaşadıkları ile geçmişten günümüze ekonomik sömürünün hep var olduğunu hatırlatan başarılı bir çalışma. Büyülü gerçekçilik denebilecek bir içeriği ve dili olan ve genç oyuncu Adriano Tardiolo’nun karakterinin doğasına çok uygun fiziği ve sade oyunculuğu ile dikkat çektiği yapıt yönetmenin 2014 tarihli “Le Meraviglie” (Mucizeler) adlı filmindeki başarısını bir adım daha ileri taşıyan güçlü bir çalışma.

İnandıkları ve sorgulamadıkları bir yalan nedeni ile, bir markizin marabası olarak tütün yetiştiricliği yapan köylüleri ve onlardan biri olan genç Lazzaro’yu anlatıyor film. Büyülü gerçekçi yanı olan bir masal adeta seyrettiğimiz. Herkesin işine koşan, kendisinden her isteneni yapan; doğası aksini aklına bile getirmesine izin vermediği için, iyilik yaptığının farkında bile olmayan bir genç Lazzaro. Annesi ve babasının kim olduğunu bilmeyen, yürüme güçlüğü nedeni ile sık sık kucağında taşıdığı büyükannesi ile yaşayan Lazzaro ve diğer köylülerin iç içe bir hayat sürdükleri Inviolata adında bir yerde geçiyor hikâye; bu kelimeyi Türkçeye bozulmamış, saf olarak çevirmek mümkün ve Rohrwacher’in neden bu sözcüğü seçtiği üzerine düşünmek gerekiyor bir parça: Öykünün ikinci yarısının geçtiği şehir hayatı ne kadar soğuk, gri ve tatsız bir şekilde resmediliyorsa, ilk yarıda gördüğümüz köy de o kadar sıcak, renkli ve eğlenceli bir resme sahip. Bu bağlamda değerlendirince, -ama ne yazık ki sadece görünüşte- çok saf bir hayat burada sürülen ve insanın şehrin betonlarına değil, doğaya ait olduğunu ileri sürdüğünü söyleyebiliriz bu seçimin. Öte yandan, bir yalan üzerine kurulu sömürünün kurbanı olan köylülerin bu yalanın farkına bile varmamalarına neden olan saflığına (temizliğine) bir gönderme olarak düşünmek de mümkün bu ismi. Bu saflığın en güçlü örneği de Lazzaro karakteri. Markizden izin almadıkları için terk edemedikleri (şehre gitme hayali kuran bir genç çiftin yaşadıkları ve bir su birikintisini geçmeleri gereken köylülerin tereddütleri ve korkuları iki güçlü örnek) köyde yaşayanlardan biri olan genç adamın saflığı sinema tarihinde benzeri görülmemiş bir örnek olsa gerek. Bir kadının, “Ne diye teşekkür ediyorsun? Az daha seni öldürüyordu” tepkisini verdiği sahnede tanık olduğumuz durum Lazzaro’nun doğasını gösteren örneklerden sadece biri. Annesi ile birlikte köye gelen markizin oğlu ile tanışması farklı olaylara neden olurken, Lazzaro’nun bu oyunbaz gençle ilişkisi adeta insanın ne olabilecekken ne olmayı seçtiği ile ilgili çarpıcı bir resim çiziyor bize. Bir aziz diye de düşünebilirsiniz Lazzaro’yu ama onun iyiliği örneğin bir azizin aksine düşünerek/seçerek ulaşılan bir hâl değil; çünkü başka bir yol, hayat ve tavır onun için mümkün bile değil. “Müziğin onun için kiliseyi bile terk etmesi” ve bir bankada geçen linç sahnesi geniş kitlelerin hırsları, kötülükleri, bencillikleri ve “boş kutsallıklar”ı ile dünyada iyi ve güzel olanı nasıl yok ettiklerini acı bir biçimde gösteriyor bize.

Alice Rohrwacher senaryoyu İtalya’nın gözleden uzak bir bölgesindeki topraklarında ortakçılığın yasak olduğundan haberi olmayan köylüleri sömüren bir markinin hikâyesini duyduktan sonra yazmış. Filmde sömürüldüklerinden haberleri bile olmayan ve içinde bulundukları yaşamları sorgulama gereği bile duymayan köylüleri görüyoruz. Kendilerine çocuklarının okula gidip gitmediğini soran birisine, “Ne okulu? Okula sadece zenginler gider” cevabını veren bu çiftçiler yine de eğlenceli bir havaya sahipler. “Bunca çatal bıçağı var ama bizi bir kere bile yemeğe çağırmadı” dedikleri markiz için hazırladıkları pastaya, köydeki çocuklar dokunmalarının bile yasaklanmasına tepki olarak tükürüyorlar ama bu tür tepkiler sadece onların düzeyinde kalıyor (Bu eğlenceli tükürme sahnesinin sert bir versiyonunun, Alex Haiey’nin romanından uyarlanan ve Afrika kökenlilerin sömürülmesini anlatan “Roots” (Kökler) adlı televizyon dizisinde bir köle ile sahibinin kendisini tanımazdan gelen kızı arasında yaşandığını da hatırlatalım ilginç bir not olarak ve sömürülenin sömürene çok haklı bir tepkisi olduğunun altını çizelim bunun). Markizin oğlu ile dalga geçiyor köylüler (üfleyerek yaratılan rüzgâr filmin “büyülü gerçekçi” anlarından biri) veya markize yılan adını yakıyorlar ama bir eğlenceden öteye geçmiyor bu tür davranışlar. Bu kabullenme (otoriteyi ve onun iktidarını) hâli ve bankadaki linç sahnesi de sömürü düzeninin parçası olmaya herhangi bir itirazları olmayan (“Benim de dört çocuğum var beslemem gereken ama biz soygun yapıyor muyuz?”) ve bu düzeni sorgulamayanların, sadece ayakta kalabilme ve kendilerini kurtarabilme telaşında olduğunu gösteriyor.

Alice Rohrwacher Lazarus türünden bir “mucize” içeren filmi için yine de şunları söylemiş: “…mucizeler, güçler veya süper güçler, özel efektler içermeyen bir film… hiç kimse için kötü düşünmemek ve sadece insana inanmak üzerine…”. Lazzaro karakteri gerçekten de tam da bu ve “üvey kardeş”in isteği üzerine söylemek zorunda kaldığı masum bir yalandan bile son derece mutsuz olabiliyor. Kilisede geçen sahnede; güzellik, doğruluk ve iyilik için bir metafor olarak görebileceğimiz müziğin onun ardından gitmesinin nedeni de bu olsa gerek. Sahnenin kilisede geçmesi ise insanlık için var olduğunu iddia eden bu kurum ve benzerlerinin tam aksi bir konumda, güçlünün yanında ve kendi iktidarları için durduğunun altını çiziyor.

Daha önce hiç duymadığı bir kokuya (“iyi insan kokusu”) sahip olduğu için, karşısına çıkan azizi yemeyen kurt masalının varlığının da desteklediği masalsı havasının da büyülü gerçekçiliğini desteklediği filmin şehirde geçen ikinci yarısında oldukça soğuk, çirkin ve ilk sahnede karşımıza çıkan dev antenlerin de güçlendirdiği bir çirkinlikle karşılaşıyoruz hep. Orijinalliği ile gerçekten çarpıcı bir içeriği olan senaryosu ile sömürünün zaman ve mekândan bağımsız olarak sürdüğünü gösteren hikâye düzen eleştirisini sesini yükseltmeden ama kesinlikle net bir biçimde yapıyor ve tarım işçilerinin ihalesi sahnesinde olduğu gibi güçlü örneklerini de veriyor bunun. Lazzaro’nun zamanda yolculuğu da bu bağlamda, bu değişmezliğe gönderme olarak değerlendirilebilir. Ne var ki bir umutsuzluk değil, filmin yaratmak istediği duygu; “Hep orayı biz kurduk diye şikâyet edersin. Orada bizim emeğimiz, bizim terimiz var dersin. İşgal edelim o halde! Fakat bu sefer efendi falan olmayacak” sözlerini duyuyoruz dayanışma içinde yaşayan küçük bir topluluğun bireylerinin birinden örneğin, tam aksi bir yönde tutumun işareti olarak.

Dünyaya merakla açılmış iri gözleri ile bakan Lazzaro’nun kahramanı olduğu hikâyesinin zamansızlığı, görüntü yönetmeni Hélène Louvart’ın dünyevî olandan farklı olanın havasını yaratan görüntüleri ve kurtuluşun duvarın dibinde, betonun altında biten otların inatçı mücadelesinde olduğunu hatırlatması ile önemli bir film bu. Bizde bağlamından kopartılarak, daha çok “Din kitlelerin afyonudur” ifadesi ile öne çıkarılsa da, Karl Marx’ın “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı” adlı kitabındaki sözlerinden yola çıkarak “Ezilen yaratığın iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz koşulların ruhudur” ile tanımlayabileceğimiz Lazzaro ise Adriano Tardiolo’nun harika bir olgunluğa ve alçak gönüllülüğe sahip performansı ile sinemanın en ilginç karakterlerinden biri olarak geçiyor bu sanatın tarihine. Taviani Kardeşler’in ve Ermanno Olmi’nin klasik olmuş filmlerini özleyenler için İtalyan sinemasından son dönemde çıkan en önemli yapıtlardan biri kesinlikle bu Alice Rohrwacher filmi.

(“Happy as Lazzaro” – “Mutlu Lazzaro”)

Film Ekimi 2014 – 1

Mucizeler (Le Meraviglie) – Alice Rohrwacher : Cannes’da Jüri Büyük Ödülü’nü alan film İtalyan yönetmen Alice Rohrwacher’in ikinci uzun metrajlı çalışması. Büyük laflar etmeden ve dramatik olayların peşine düşmeden kaybolmakta olan bir hayata, burada İtalyan köy hayatına adanan bir ağıt olarak nitelenebilir bu çalışma. Dört kızı ve karısı ile bu hayata sığınmış görünen ve değişmeye veya değiştirmeye sonuna kadar direnen bir adamın, değişen (daha doğrusu ekonomik ve politik sistemler tarafından değiştirilen) bir dünyaya nereye kadar direnebileceğini seyircisine de düşündürten film, bunu genç kızların en büyükleri üzerinden anlatılan bir büyüme hikâyesi ile de birleştirmeyi başarıyor. Babanın otoriter (ama pek de sözünü dinletemeyen bir otoriterlik bu!) havasının doğallığı ile televizyon yarışmasındaki demokrasinin(!) yapaylığını da akıllıca yan yana getiren film reality şovları ile ustaca dalgasını geçiyor. Özellikle Etrüsk tarihi (daha doğrusu onun sahte kelimesini sonuna kadar hak eden taklidi) üzerinden yaratılan ve yarışmacıların bir adada toplandıkları yarışma programı, içine atıldığımız sahte mücadeleleri ve hikâyeleri dibine kadar sömürülüp sonra hemen unutuluveren bireyleri bize hatırlatırken, film özellikle çocuk oyuncularının başarısı ile de dikkat çekiyor. Rohrwacher’in bu ilginç filminin kimi anları ile İtalyan Yeni Gerçekçi akımının filmlerini hatırlattığını da belirtmek gerek. Yok olan bir “doğal” hayat ve yerine koyduğumuz sahtelikler üzerine görülmesi gerekli bir film olan bu çalışma, küçük mizahı ile de dikkat çekiyor. Karakterlerini seyirciye yeterince tanıtamamak gibi bir sıkıntısı olsa da filmin bütünü içinde çok da rahatsız edici değil bu durum.
(“The Wonders”)

Karda Bir Beyaz Kuş (White Bird in a Blizzard) – Gregg Araki : 2010 tarihli ve eşcinsel sinemanın en kötü örneklerinden biri olan “Kaboom – Gümmm” adlı filminden dört yıl sonra Araki gerilimi de olan bir dram yapmayı seçmiş Laura Kasischke’nin romanını kendi senaryosu ile sinemaya uyarlayarak. Romanı bilmiyorum ama film hemen tüm tanıtımlarının ortak cümlesi olan “annesi kaybolan bir genç kızın” dramını (veya travmasını) anlatmaya soyunmuş olsa da bunu pek başarabilmiş görünmüyor. “Kaboom” ile kıyaslandığında -neyse ki- daha dozunda tutulmuş bir oyunbazlığı var filmin ama yine de “renkli” bir havadan kaçın(a)mamış görünüyor yönetmen. Kaçınamayınca da yaratmak istediği gerilim veya dram da daha çok bir sıradan bir gençlik filminde görebileceğinizden farklı olmamış ne yazık ki. Araki’yi tanıyanların tahmin edebileceği ama diğerleri için belki çarpıcı olabilecek finaldeki sürpriz eğlendirebilir bazılarını mutlaka ama sadece bu, filmi ayağa kaldırmaya yetmiyor. 1980’lerden güzel şarkılar, Araki ve görüntü yönetmeni Sandra Valde-Hansen’in yaratttığı estetik dünya ve cinsel keşif peşindeki karakteri ile kimileri için çekici olabilir yine de.

İnsanları Seyreden Güvercin (En Duva Satt På En Gren Och Funderade På Tillvaron) – Roy Andersson : İsveçli yönetmen Roy Andersson’un “Yaşayanlar” üçlemesinin bu sonuncu filmi Venedik’te Altın Aslan ödülünü almıştı bu yıl. Her bir sahnesi kesintisiz ve sabit kamera ile çekilmiş tek plandan oluşan film bu tercihinden kaynaklanan statikliği, absürt mizahı ve gerçeküstücü öğelerini anlamanın (daha doğrusu yorumlamanın) çaba gerektirmesi nedeni ile herkese göre değil kuşkusuz. Bazı bölümlerinin (özellikle iki satıcı ile ilgili bölümler) bir parça sarkmış göründüğü çalışma, bu kusuru bir yana bırakılırsa görülmeyi kesinlikle hak ediyor. Senaryoyu da yazan Andersson çok çarpıcı bölümler yaratmış hikâyesinde. Örneğin 17. Yüzyılda Rusya ile savaşmaya giden ve bir başka bölümde de geri dönen İsveç ordusunun ve kralları 12. Karl’ın sahneleri kesinlikle çok başarılı. Benzer şekilde İkinci Dünya Savaşı sırasında paraları olmadığı için içkilerini birer öpücükle ödeyen askerler veya hemen açılıştaki flamenko dans dersi bölümleri çok eğlenceli. Andersson filmlerinde sıklıkla yaptığı gibi İsveçliler’in hayat tarzları ile de sıkı bir şekilde geçiyor dalgasını (siparişi verdikten sonra ölen adamın siparişinin ne olacağı konusu veya apartmanın kuralları nedeni ile kendi evine giremeyen adam gibi). Filmdeki tüm telefon konuşmalarının değişmez cümlesi olan “iyi olduğunu duyduğuma sevindim” cümlesi insan ilişkilerindeki sıcaklıktan uzak “profesyonel samimiyeti hatırlatırken”, film bir ağaç dalına konup insanlığın halini seyreden bir güvercin gibi gözlüyor insanoğlunu ve gördüklerini de bize aktarıyor küçük hikâyeler halinde. Geçmişteki monarşizmden günümüzdeki kapitalizme insanın hep sömürüldüğünü de hatırlatıyor bize Andersson görsel gücü hayli yüksek olan bu filminde. Her bir statik sahne ayrıntılara önem veren seyircisini de görselliği ile ödüllendiriyor ve vampir maskelerinden zombiler gibi yürüyen karakterlerine ve pek çoğunun yüzü ölümün beyazlığını taşıyan karakterleri ile ölümün kendisini de doğrudan veya dolaylı olarak sürekli hatırlatıyor bize.
(“A Pigeon Sat on a Branch Reflecting on Existence”)