Arapların Gözünden Haçlı Seferleri – Amin Maalouf

Lübnan asıllı Fransız yazar Amin Maalouf’un 1983 tarihli kitabı. Çok satan, beğenilen ve pek çok ödül kazanan Maalouf’un yayımlanan ilk kitabı olan eser, dönemin Arap tarihçilerinin ve yaşadıkları dönemdeki olayları tarihe kayıt düşmek için not eden vakanüvislerinin eserlerine dayanarak Haçlı Seferleri’ne Arapların gözünden bakan ilginç bir çalışma. İlki 1096 – 1099 arasında gerçekleştirilen, tam sayısı tartışmalı olsa da sonuncusunun 1291’de bittiği kabul edilen ve temel amacı Kudüs ve çevresindeki “kutsal topraklar”ı Müslümanların elinden almak olan “kutsal savaşlar”ı “öteki cephe”de “yaşandığı ve hikâye edildiği biçimde anlatmak” olarak ifade etmiş amacını Maalouf. Eserin sonundaki “Sonsöz” bölümünde bu seferlerin Arap dünyasında yarattığı kalıcı etkilere değinen yazar, bu kısım hariç bırakılırsa, gerçekten de sadece Arap dünyası üzerinden anlatmış bu seferlerin öykülerini. Kitabın sonunda Arap dünyasında 622 ile 1291 yılları arasında yaşanan olayları kronolojik olarak listeleyen Maalouf’un eseri o coğrafyalarda bugün de devam eden karmaşa ve kaosu, etnik ve dinsel unsurların nasıl iç içe geçtiğini, sadece tarih ve politika meraklıları için değil, tüm kitapseverler için de çekici bir biçimde aktarıyor okuyucuya. Batılı ve Doğulu yüzlerce farklı ismin ve “devlet”in öykülerinin iç içe geçtiği kitap bir tarih masalı tadını da taşıyor ve bugünün her olgusunun izlerini geçmişte aramak gerektiğini hatırlatıyor güçlü bir şekilde.

Fransız Akademisi üyesi olan ve eserlerini 27 yaşında yerleştiği Fransa’nın dili ile yazan Maalouf yapıtları ile Goncourt ve Prince of Asturias gibi prestijli ödüllerin sahibi olan bir sanatçı. Tarihçi olmayan bir ismin (üniversitede sosyoloji okumuş Maalouf), üstelik de kurgu olmayan bir kitapta, üzerine yazılmış koca bir literatür olan Haçlı Seferleri’ni anlatmayı seçmesi riskli bir tercih kuşkusuz. Ne var ki bu riski hem kaleminin gücü ile hem bu kutsal savaşları Batı’nın değil, Doğu’nun gözünden anlatması ile bir avantaja dönüştürmüş yazar. “Anlatıyı iyice ağırlaştırmamak için”, dipnot kullanmamış yazar ve onları kitabın sonunda ilgili bölümlerin notları ile birlikte sıralamayı tercih etmiş; aslında tek başına bu seçim bile yazarın bir tarih kitabı yazmaya, akademik bir eser üretmeye soyunmadığının göstergesi olarak değerlendirilmeli. Maalouf genellikle Arap tarihçi ve vakanüvislerin özgün metinlerinden yararlanmış ama notlarda belirttiği gibi Haçlı Seferleri ile ilgili Batılı kaynakların, çoğu 20. Yüzyıl’ın ilk yarısında üretilmiş eserleri de kaynak olmuş kendisine. Burada bizim adımıza üzücü olan, gerek o dönemdeki Arap yazarların eserlerinin gerekse bu Batılı kaynakların yapıtlarının hemen hiçbirinin Türkçeye çevrilmemiş olması. Altı boş milliyetçilik söylemlerinde boğulup gitmeyi seçenlerin ağırlıkta olduğu bir ülkenin neden bu halde olduğunun açıklamalarından biri bu olsa gerek. Batı’dan gelen yüz binlerce insanın geçiş yolu üzerinde kurulu olan, ilgili savaşların hemen tamamı Selçuklu, Osmanlı veya Türkiye Cumhuriyeti döneminde sahip olduğu topraklarda yaşanan bir ülke için akıl almaz bir eksiklik bu kuşkusuz. Bu arada YKY’den çıkan çeviri ile ilgili bir eksikliği de not düşmekte yarar var: Dilimize çevrilmiş olan az sayıdaki eserin Türkçe baskıları ile ilgili bilgi verilmemiş olması bir sıkıntı. Örneğin İskoç yazar William Montgomery Watt’ın orijinali İngilizce olan 1972 tarihli “The Influence of Islam on Medieval Europe” adlı kitabı dilimize Hulusi Yavuz tarafından 1986’da çevrilmiş ve Boğaziçi Yayınları tarafından basılmış “İslâmın Avrupa’ya Tesiri” adı ile; ama biz kaynaklar arasında, Maalouf o şekilde belirttiği için, 1974 tarihli Fransızca çevirisini görebiliyoruz sadece.

Altı bölümde ele almış Maalouf Haçlı Seferlerini: İstila (1096 – 1100), İşgal (1100 – 1128), Karşı Saldırı (1128 – 1146), Zafer (1146 – 1187), Erteleme (1187 – 1244) ve Frenklerin Kovulması (1224 – 1291). Her bir bölümün başında o kısımda ele alınan olaylarla ilgili bir alıntı var tarihsel bir kişilikten; örneğin İstila başlıklı bölümü Selahaddin Eyyubi’nin “Frenklere bakın! Dinleri için nasıl gözleri dönmüşçesine savaşıyorlar; oysa ki biz Müslümanlar cihat yolunda hiç de ateşli değiliz”. ifadesi ile açılıyor. Bunun gibi her bölümün başındaki alıntıyı, kitabın da bakış açısına uygun bir şekilde bir gerçek Arap karakterden (tarihçi ya da devlet adamı) seçmiş Maalouf.

Hristiyanların kutsal savaşlarının nedenlerinin ya da Müslümanlarla karşı karşıya kalıncaya kadar yaşadıklarının detayına hiç girmiyor Maalouf. Onun temel amacı bu savaşların Araplar tarafından nasıl algılandığı, Frenklerle nasıl mücadele ettikleri ve yaşananların Arapların (Türkler ve diğer bazı etnik kimliklerin de) toplumsal ve devlet yapılarında ne tür etkiler yarattığını anlatmak okuyucuya ki bunu da kesinlikle başarıyor. Kitabın ortaya koyduklarının en önemlilerinden biri, etnik ve dinsel kimliklerin bu savaşlar sırasında durmayı seçtikleri taraflar açısından birbirine karışması; Frenkler, Araplar, Hristiyanlar, Müslümanlar, Türkler vs. bu yıllarca süren savaşlar sırasında bazen “düşman” ile iş birliği yapıyorlar, kendi kimliklerinden olanlarla çatışıyor ve hatta ihanet ediyorlar birbirlerine. Bazen mezhep farklılıkları oluyor bunun nedeni, bazen kişisel hırslar veya çıkarlar; bazen de yönetilen birimin (devlet, emirlik, imparatorluk vs.) etnik ve / veya dinsel kimliklerinin ya da etnik ile dinsel olanın birbirinin önüne geçmesi. Bu konuda Maalouf’un kitabında onlarca farklı örnek var ve sık sık taraf değişiklikleri ve düşmanın dosta (veya tersi) dönüşmesini görüyoruz. Ekim 1108’deki bir savaşın manzarasını anlatan şu ifade iyi bir örnek bu konuda: “Bir tarafta, etrafında bin beş yüz şövalye ve Frenk piyadeleriyle Antakyalı Tancrède… yanlarında.. uzun örgülü altı yüz Türk süvarisi”. Başka örnekler ise gelen Frenklerin bazılarının yerlileşmesi nedeni ile çıkıyor: “Hiç Avrupa görmemiş Ermeni bir anneden doğma genç prenses, kendini Doğulu hissetmekte ve öyle davranmaktadır”. Bu da ne tarihin tamamının ne de tekil bir tarihsel olayın doğrusal bir çizgi ile ilerlediğini ve tarihin dar kalıplara sıkıştırılmış bir bakışla ele alınamayacağını hatırlatıyor okuyucuya. İç çatışmaların ne kadar sıradan olduğunu, “İstila” başlıklı bölümde okuduğumuz gibi, 1099 ile 1101 arasında “Bağdat’ın otuz ay içinde sekiz kez el değiştirmiş” olması sağlam bir şekilde gösteriyor.

İstisnasız tüm sınırların yapay olduğunu da anlıyorsunuz kitabı bitirdiğinizde; şu ya da bu eylem, karar ve düşüncenin sonucu oluşan bu sınırların az ya da çok hep birilerinin aleyhine, onları mutsuz eden bir sonuç yarattığını ve sonsuza kadar hep sorgulanacağını, yok edilmeye ya da değiştirilmeye çalışılacağını düşünmemek elde değil kitabı okurken. Bu “bitmeyecek” mücadelenin bugün de hâlâ en önemli odak noktalarından biri Kudüs elbette. Maalouf’un anlatısı, Haçlı Seferleri’nin tarihi boyunca bu “kutsal şehri” ele geçirmek ya da korumak için dökülen kanların da belli bir dönemi kapsayan özeti bir bakıma ve insanlığın ne kadar başarısız olduğunu da söylüyor bize. Üç farklı dinin farklı nedenlerle kutsal gördüğü ve aslında tam da bu nedenle dayanışmanın, hoşgörünün ve saygının sembolü olabilecek (en azından olması gereken) ve bizi daha iyi bir dünyaya taşıyabilecek şehrin bugün hâlâ savaş nedeni olması insanlığın geleceği ile igili iyimser bir düşünceye izin vermiyor.

Kitabın Sonsöz bölümünde Haçli Seferleri’nin Arap dünyası üzerindeki kalıcı etkilerini sıralamış ve yorumlamış Maalouf. “Araplar Haçlı Seferleri’nden önce de bazı “hastalıklar”dan mustaripti ve Frenklerin gelişi bunları ortaya çıkarıp ağırlaştırdı belki, ama yoktan var etmedi” diyor yazar ve bu hastalıkları “Dokuzuncu yüzyıldan sonra kaderinin iplerini elinden kaçırmış olmak” (Yöneticilerin hemen hepsinin yabancı; Türk, Ermeni, Kürt vs. olması), “İstikrarlı kurumlar inşa edememek” (Özellikle iktidarın el değiştirmesi konusunda), “Özgürlükler ve adalet konusunda belirlenmiş çerçevelere sahip olmamak” (Frenklerin, o dönemde “barbarca” diye nitelenebilecek olsa, da bu çerçeveyi net bir şekilde belirlemiş olduklarını söylüyor Maalouf) ve “kapalılık” (Arapların Batı’dan gelen fikirlere açılmayı reddetmesi; burada örnek olarak düşmanın dilini konuşabilmeyi veriyor yazar ve “… çok sayıda Frenk Arapça öğrenirken, birkaç Hristiyan dışında Araplar Batılıların dillerine kulaklarını tıkamışlardır” diyor) olarak sıralıyor. İşte bu hastalıkların, Haçlı Seferleri Avrupa’da “ekonomik ve kültürel bir devrim başlatır”ken, Doğu’da “uzun yüzyıllar sürecek bir gerilemeye ve aydınlık düşmanlığına yol açtığını” saptıyor. Bu içe kapanmanın sadece Arap dünyasının değil, İran ve Türkiye’nin de aşamadığı bir ikilem olduğu söylemi çok doğru kuşkusuz; çünkü Batı bu süreçten ders alarak, öğrenerek ve dışa açılarak çıkarken, Doğu hâlâ bu süreci yaşıyor, Maalouf’un vurguladığı gibi: “… iki dünya arasındaki kırılmanın, Arapların bugün bile bir tecavüz olarak duyumsadıkları Haçlı Seferleri’ne dayandığına kuşku yoktur”. Burada Mehmet Ali Ağca’nın Papa II. John Paul’e suikast girişimini örnek veriyor Maalouf ve Ağca’nın yazdığı br mektuptaki “Haçlıların başkomutanı (mektupta aslında “Haçlıların maskeli lideri” ifadesi var) Papa II. John Paul’ü öldürmeye karar verdim” tehdidinden söz ediyor. Ağca bu girişimi 1981’de gerçekleştirdi, Maalouf’un kitabı ise 1983’te yayımlandı. O tarihte çok daha doğru görünen bu örnek, aradan geçen kırk yılı aşkın süreden sonra, Ağca’nın eylemi ile ilgili farklı açıklamalar ve bitmeyen soru işaretleri olduğunu düşününce yeterince geçerli durmuyor.

Kitap boyunca karşınıza çıkacak onca kişi ve yer ismi; devlet, beylik, emirlik ve imparatorluk adları vs. içinde, eğer konuya uzman değilseniz, kaybolmanız hayli olası; ama bu durum kitabın değerini azaltmıyor. Tıpkı olayların analizine girişmemesi ve klasik bir tarih kitabına alışkın bir okuyucunun burada anlatılanları yeterince derin bulmaması ihtimali gibi, bu da bir sorun değil. Değil; çünkü Maalouf açık bir şekilde dile getirdiği gibi belli bir döneme kadar Batı’da üretilen eserlerin Haçlı Seferleri’ni “barbarlara karşı savaşan Batılılar” olarak nitelemesine karşı bir yerde duruyor ve “barbarlar”ın gözünden anlatıyor olan biteni ve, her ne kadar eserinin asıl konusu olmasa da, Arap dünyasının bu seferler sırasında bilim ve kültür alanında Batı’nın önünde olduğunu söylüyor. Evet, bir tarih kitabı değil bu ama başta o tanıma girenler ve kurgu türünde olanları da kapsamak üzere Haçlı Seferleri ile ilgili yeni okumaları teşvik edecek zengin içeriği ile önemli bir yapıt bu.

(“Les Croisades Vues par Les Arabes”)

Doğu’nun Limanları – Amin Maalouf

Lübnan asıllı Fransız yazar Amin Maalouf’un bir romanı. Bizde de hayli popüler olan ve bugüne kadar toplam dokuz roman ve aralarında çok satmış “Arapların Gözünden Haçlı Seferleri”nin de olduğu yedi kurgu-dışı eser yazan Maalouf, ayrıca Fin besteci Kaija Anneli Saariaho’nun dört operasının da librettosunu hazırlayan bir sanatçı. İlk kez 1996’da yayımlanan ve yazarın altıncı romanı olan kitap Ortadoğu meselesine, babasının devrimci olmasını istediği için İsyan adı verdiği bir adamın hikâyesi üzerinden bakan bir çalışma. “Bir elin beş parmağı” gibi olan ama her biri diğerlerine düşmanlık besleyen milletlerin imkânsız görünen birlikteliği için bir umut sembolü ya da çağrısı olarak görülebilecek şekilde alegorik havası olan bir kitap bu ve okuyucusunu, özellikle de Ortadoğu’ya meraklı olanlarını kendisine hemen çekebilecek ve zorlanmadan kendisini okutacak bir içeriğe sahip.

“Benim değil bu hikâye, bir başkasının hayatını anlatıyor” cümlesi ile açılıyor roman. Yazar 1976’da Paris’te tesadüfen karşılaştığı ve yıllar önce okulda tarih kitabında fotoğrafını gördüğü bir adamla olan konuşmalarını, daha doğrusu onun anlattıklarını aktarıyor okuyucuya. Dinleyip not aldıklarının gerçekliği için de şu ifadeleri kullanıyor yazar karakteri: “Bana anlattıklarına yalan karışmış mıdır? Bilemiyorum”. Onun iyi niyetli olduğuna inandığını söylerken, “yargıları gibi belleğinin de pek tekin” olmadığını belirtiyor. Bir aşk romanı ama aynı zamanda Ortadoğu’nun hikâyesi ve hatta tarihi bu alçak gönüllü kitap. Babası, padişahlıktan azledilmiş ve intihar etmiş bir Osmanlı sultanının (adı verilmiyor ama Abdülaziz olsa gerek) torunu olan İsyan yazara dört gün boyunca hikâyesini anlatıyor ve araya giren yazarın kısa açıklamaları dışında kitap İsyan’ın ağzından anlatılan bir hikâye olarak oluşuyor. Lübnan’da başlayan, baş karakterin tıp okumak için gittiği Fransa’da devam eden ve daha sonra Lübnan’a dönerek uzun süre sonra tekrar Fransa’da sona eren ilginç bir hikâye okuduğumuz. Bu hikâyeyi belki biraz fazlası ile alegorik bir bakışla oluşturulmuş karakterlerle ve bu karakterlerin sembolü olduğu Ortadoğu’nun ebedî ve -o kadar uzun ki artık öyle görünen- ezelî meselelerini merkeze alarak anlatıyor Maalouf.

“Ben dünyaya geldiğimde çürüme çoktan hayatımı sarmıştı” diyor hikâyesinin başlarında İsyan. Buradaki çürüme Osmanlı’daki gerilemenin artık yıkılmaya dönüşmeye başlamasına işaret ediyor. Bu dönüşüm beraberinde “Her milletten insanın Doğu’nun limanlarında yan yana yaşadığı, dillerin birbirine karıştığı o çağ”ın da sonunu da getirecektir ve İsyan’ın hayatı bir bakıma bu sonun neden oldukları ile örülecektir. Adana’da 1909’da başlayan ve Maalouf’un ifadesi ile söylersek, “altı yıl sonra çok daha büyük çapta olacakların bir provası” olan ayaklanmalar ve Türkler ile Ermeniler arasındaki çatışmalar, daha sonra İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransa’daki direniş günleri ve son olarak da Araplar ile Yahudiler arasında Ortadoğu’da yaşananlar üzerinden hep bir kaos havası oluşturuyor Maalouf ve buna bireysel kaosları da ekliyor: İsyan’ın babaannesinin akıl hastalığı, kardeşinin Ortadoğu’nun tüm yozlaşmışlığının sembolü olan kötülükleri ve kendisinin yaşadığı ruhsal bunalım. “Herkes ötekilerin duasını sustursun diye kendi tanrısına yakarıyordu” cümlesi ise tanımladığı bir coğrafyanın sık sık kararan, en iyi günlerinde de ancak gri bir ton alabilen dünyasını bu şekilde anlatırken, karakterlerini birer sembol olarak kullanıp umuda gidecek yolu da göstermeye çalışmış Maalouf: İsyan’ın büyükbabası İranlı, annesi Ermeni, âşık olacağı kadın ise Avusturyalı bir Yahudidir örneğin. “Hayat insana bıkkınlık verecek kadar uzun değildir” benzeri cümlelerin bu umudun simgesi olduğu romanın sonu da belirsizliği ile çok gerçekçi bir tutum takındığının kanıtı oluyor yazarın.

Belki romanın bir parça mesaj kaygılı olması nedeni ile çok rahat okunan bir dil kullanmış yazar ve sahte pasaport olayında olduğu gibi zorlama görünen gelişmelere de yer vermiş. Bu da kitabın dil açısından gücünü yazarın diğer eserlerinin biraz gerisinde tutmuş. Buna karşılık aynı dilin kitapta ele alınan konuların önemine hiçbir şekilde zarar vermediğini, bu derin meselelere asla yüzeysel yaklaşılmadığını ve romanın saygın edebiyat eserleri arasında yerini almasına kesinlikle engel teşkil etmediğini rahatça söyleyebiliriz. İsyan karakterinin, doğduğu ve büyüdüğü coğrafyanın ırka ve dine dayanan çatışmalarından kendisini uzak tutabilmesi ve özellikle bir eylem adamı olmadığı halde başarabildikleri ile yazar onu “ideal” bir insan olarak çiziyor ve aralarında onunkinin de olduğu evlilikler (Müslüman ile Yahudi, Müslüman ile Ermeni, Lübnanlı ile Mısırlı vs.) üzerinden özlem duyduğu bir birlikteliğin umudunu bize de geçiriyor. Kitaptaki bir ifade ile söylersek, İsyan ve eşi arasındaki aşk ile “bir başka yol”un mümkün olduğunu söyleyen Maalouf, kahramanının yaşadığı trajedilerle de bu yolun kolay olmadığını kabul ediyor açık bir şekilde. Okunması gerekli, ilginç bir roman ve özellikle de bizim coğrafyamızda yaşayanları ve yaşananları anlamak için ayrıca değerli.

(“Les Échelles du Levant”)