Searching – Aneesh Chaganty (2018)

“Onu tanımıyormuşum. Kızımı hiç tanımıyormuşum”

On altı yaşındaki kızı kaybolan bir adamın, çocuğunun çevrimiçi dünyada bıraktığı izleri takip ederek onu aramasının hikâyesi.

Aneesh Chaganty ve Sev Ohanian’ın senaryosundan Chaganty’nin çektiği bir ABD ve Rusya ortak yapımı. Amerikan sineması için çok küçük sayılacak bir bütçe ile (880 Bin Dolar) çekilen ve yaklaşık 75,5 Milyon Dolar gelir elde eden film, tamamı bilgisayar ve telefon ekranları üzerinden seyircininn karşısına gelen ilginç bir çalışma. Görüntülerin önemli bir kısmı “eylem kamerası” (action camera), drone, webcam, dijital kamera ve cep telefonu ile çekilen film pandemi öncesi çekilmiş olsa da tamamı ile çevrimiçi bir dünya üzerine kurulması ile adeta bu dönemi de haberleyen bir yapıt olmuş. Kaybolan kız ile ilgili gizemi genel olarak hikâyesi boyunca korumayı başaran filmin finaldeki çözümü şaşırtıcı ama pek de tatmin edici değil; buna karşılık ilginç teknik ve biçimsel özellikleri ile seyircinin ilgisini hep üzerinde tutmayı başaran ve teknik kısıtlarını çoğunlukla bir avantaja dönüştürmeyi başarmış bir yapıt bu.

Windows’ın eski versiyonlarından birinin görüntüsü ile açılıyor film ve birkaç görüntüden sonra baba, anne ve tek çocukları olan kızlarından oluşan bir ailenin hikâyesini izleyeceğimizi anlıyoruz. Hem ailenin tek tek bireylerinin hem de bir grup olarak ailenin hikâyelerini dijital dünyada bıraktıkları -bilinçli veya bilinçsiz- izler üzerinden izlemeye başlıyoruz. Youtube’a yüklenen videolar, Google’da yapılan aramalar, bilgisayarda açılan dosyalar ve bu dosyalara yüklenen fotoğraflar, Facebook hesapları, takvim uygulaması üzerinde işaretlenen ajanda kayıtları vs. üzerinden birkaç dakika içinde bize uzun bir dönem boyunca ailenin hikâyesini anlatıyor görüntüler ve kolayca monotonluğa düşebilecek biçimsel tercihlerini ilginç kılmayı başarıyor. Örneğin annenin hastaneden eve döneceği günün işaretlendiği takvimde yapılmak zorunda kalınan değişiklik; tarihin önce ileri atılıp, daha sonra takvimden bu “etkinliğin” tamamen silinmesi, sadece bir ekran görüntüsü olmasına rağmen etkileyici olmayı başarıyor.

Başlangıçta 8 dakikalık bir kısa film olarak düşünülen ve sonradan uzun filme çevrilen hikâye seyirciyi şaşırtıyor kızın başına ne geldiği ve kimin sorumlu olduğu konusunda. Belki çok orijinal değil bu oyunlar ama farklı biçimsel tercihlerinin de katkısı ile film, seyircisini hemen hiç sıkmadan, ilgiyi ayakta tutmayı başarıyor. Ayrıca tüm o “teknik” görünümünün altında aile olmak, ebeveyn ve çocuk ilişkileri veya ebeveyn olmanın “kutsal”lığı hakkında da bir şeyler söylemeyi başarıyor seyircisine ve hikâyedeki gerilimin içeriğini de çoğunlukla bu kavramlar üzerine inşa ediyor. Evet, burada da yeni bir şeylere tanık olmuyoruz ama farklı olan bir durum var: Çevrimiçi dünya ile gerçek dünya arasındaki zıtlık ve ebeveynlerin zannettiği ile çocukların sanal dünyadaki hayatlarının birbirinden çok farklı olabileceği gerçeği. Sosyal medya uygulamalarından bloglara ve Google ile erişilen dünyalara ebevyenlerin bildiğini ve sınırlarını belirlediği dünyalardan çok farklı yerlerde hayatlarını sürdürebiliyor çocuklar. Filmin bunu bir sosyal mesele olarak ele aldığını söylemek ise pek olası değil; hikâye daha çok ebeveynlerin çocuklarını ne kadar tanıdığı (ya da günümüzün dijital dünyasını dikkate alırsak, ne kadar tanıyabileceği) konusunu hatırlatmakla yetiniyor. Hikâyenin bir başka hatırlattığı ise, bu sanal dünyada bıraktığımız ve kimileri bilinçli kimileri bilinçsiz olan izlerin varlığı ve bu izlerin sırlarımızı, özel hayatlarımızı başkalarının gözü önüne serdiği gerçeği. “Cool” imajlı bir adamın Justin Bieber konserine gitmesi örneğinin gösterdiği gibi, büründüğümüz rollerle gerçek karakterlerimizin birbirine karıştığı bu dünyanın hem kaçmak hem de kovalamak için ideal bir araç olduğunu da anlıyoruz hikâye boyunca. Bir dipsiz kuyu içinde kaybolmak kolay ama bu kuyuya giden yol boyunca ardımızda bıraktığımız izler de bulunmamızı kolaylaştırıyor bir bakıma.

Hikâyenin hep ekran görüntüleri üzerinden anlatılmasının neden olabileceği yorgunluğu, temposu ve gerilimi ile genellikle atlatmayı başaran filmin dile getirdiği son bir meselesi sosyal medya cehennemini ve oradaki yalan, taciz ve sahtelikleri göstermesi; daha önce ilgilenmedikleri birinin kaybından sonra gözyaşı videoları çekerek Youtube’a yükleyenler, ilgi peşindeki fenomenler, sahte kimlikler ve profil fotoğrafları bu dünyanın etik dışı olduğunu ve tehlikelerini seyircinin sık sık hatırlamasını sağlıyor. Torin Borrowdale’in hikâyenin gerilim ve gizemine yakışan müziğinin katkı sağladığı film bu ve benzeri meseleleri ele alıyor ama o çok da dert edinmiyor sanki. Karşımıza çıkan, daha çok, tüm hikâyeyi bilgisayar ve cep telefonu ekranları üzerinden anlatmanın peşine takılmış bir takımın çabasının sonucu gibi görünüyor ve bu hedeflerini tutturmuş olmaları açısından değerlendirince, başarılı oldukları söylenebilir. Nicholas D. Johnson ve Will Merrick yönetiminde bir devam filminin çekimleri süren bu çalışmanın, olan biteni hep ekranlardaki görüntü üzerinden anlatma denemesini başardığını ve bizi hep bir ekranla baş başa bırakmanın yolunu çoğunlukla (ama her zaman değil; biz görmeye devam edelim diye ekranın açık bırakılması sırıtıyor örneğin) inandırıcı bir şekilde bulduklarını da söyleyebiliriz. Finali yeterince tatmin etmeyen film, bir kısa film düşüncesinin bir uzun metraja dönüştürülmesinin bazı sıkıntılarını da yaşıyor hikâye ilerledikçe.

(“Kayıp Aranıyor”)