“İşe başladığımda bu heykelin 3000 yıllık olduğunu söylemişlerdi. İşe başlayalı 2 ay olduğuna göre, şimdi 3000 yıl, 2 ay yaşında olmalı”
Fransızlar’ın ulusal bayramı olan 14 Temmuz’da kaşrşılaşan bir kadın ve erkeğin arkadaşları ile birlilkte çıktıkları tatilin hikâyesi.
2013 yapımı film Fransız sinemacı Antonin Peretjatko’nun ilk uzun metrajlı filmi ve sanatçı senaryoyu da kendisi yazmış. Her anlamı ile tam bir “Fransız filmi” olan eser Yeni Dalga’dan sessiz sinemaya farklı sinema türleri veya “burlesk”ten “screwball”a farklı komedi türleri arasında gidip gelen, hayli değişik bir çalışma. Nispeten pek aşina olmadığımız oyuncuların rol aldığı film arsız ve uçarı komedisi ilgi toplayabilecek ama günümüz sinemasındaki komedinin dışında görünse de sinema tarihine yakınlığı olanlar için çok da yeni görünmeyebilecek bir eser. Diyalogları, zaman zaman absürt’e kayan hikâyesi ve göndermeleri ile Fransızlar’a çok daha komik geleceği açık olan film kusurlarına rağmen farklılığı ile ilgiyi hak ediyor öncelikle.
Peretjatko filmini Sarkozy ve Hollande’ın 14 Temmuz bayramlarındaki görüntüleri ile başlatıyor ama hızlandırılmış bu görüntüler ve özellikle seçilen kareler (örneğin tüm o üniformalı askerler) filmin havası ile ilgili ilk ipuçlarını daha ilk anlarda veriyor seyirciye. Fiziksel esprileri ve kimi sahneleme tercihleri ile sessiz sinemaya selâm gönderen film sık sık Fransız Yeni Dalga sinemasından da esintiler getiriyor karşımıza. Komedinin fiziksel olanından sözel olanına kadar uzanan geniş bir alanda da uçarı bir biçimde hareket ediyor hikâye. Yönetmen oyuncularını arada kameraya (bize) konuşturmaktan veya iç sesleri dinletmekten çekinmediği gibi, zaman zaman bir anlatıcı sahne içindeki karakterlerin tam o anda neler düşündüğünü aktarmaya da soyunuyor arada. Tüm bu tercihler tanım olarak ortaya “orijinal” bir görüntü çıkarabilir, eğer yenilikçi bir bakış ile ele alınabilirse ki filmimizin sıkıntısı tam da burada yatıyor. Hikâyesinin yeterince güçlü/çekici olmamasının da etkisi ile film tüm bu biçim ve içerik denemelerini bir türlü üst düzeye ulaştıramıyor. Kimi sözlü esprilerin yeterince doyurucu olmaması, neyse ki abartılmamış olsa da zaman zaman “erotizme göz kırpan yaz filmi” havasına bürünmesi ve absürt havanın gerekli gereksiz kullanımı filme ve seyircisine pek de yardımcı olmuyor açıkçası. Tüm bunlara rağmen ve bu eksik hali ile bile, film bir taze hava getirmeyi başarıyor karşımıza. Özellikle de Fransız sinemasına, Godard ve Truffaut’nun ilk dönem filmlerine aşina olanlar için çok daha doğru bir ifade bu. Genç adamı oynayan Grégoire Tachnakian’ın oyun stilinde, diyaloglarında ve vücut dilinde Truffaut’nun fetiş oyuncusu Jean-Pierre Léaud’un izlerini görmek veya genç kadını oynayan Vimala Pons’da Godard filmindeki Jean Seberg havasını yakalamak kesinlikle keyifli olacaktır sinefiller için. Ek olarak, filmin içerdiği toplumsal eleştiri/gözlem/analiz bir Fransız usta sinemacıyı, Jacques Tati’yi hatırlatabilir pek çok sinemasevere. Referans aldığı ve kimilerinin isimlerini sıralamaya çalıştığım tüm bu sinemasal unsurlar kadar orijinal ve güçlü olmasa da önemsenmesi gereken ve filmi zenginleştiren bir durum bu.
Oyuncularından özellikle Vimala Pons’un taze bir hava getirdiği film girişte belirttiğim gibi Fransızlara ek olarak seslenen ve entelektüel göndermeleri de olan bir çalışma. Sadece 14 Temmuz temasından bahsetmiyorum bunu söylerken. 1968 olaylarına, Jacques Audiard’ın “Un Prophéte – Peygamber” filmine, Racine ile Camus arasında seçim yapması istenen ama Çehov’u tercih eden karakterlerine ve 1789 Fransız devrimine kadar göndermelerle dolu bir hikâye bu. Tüm bunları yaparken de gerek açılış sahneleri ile gerekse sık sık hatırlattığı ekonomik kriz ile Fransa’nın bugünlerine de yer veriyor hikâyemiz. Evet, tümü yerli yerine oturmuyor bu göndermelerin belki ama Çehov hikâyelerinden fırlamışa benzeyen bir şekilde kar altındaki bir ormanda geçen sahnede olduğu gibi zaman zaman hayli keyifli anlara da kaynaklık ediyorlar. Özellikle bu sahne sanki 1960’larda çekilmiş bir Yeni Dalga filmini seyrettiğimiz duygusunu uyandırması ile ayrıca keyif veriyor.
Arada -amaçladığının aksine olumsuz anlamda- absürt bir görüntü sergileyen film özellikle oyuncularının performanslarından kaynaklanan dinamizmini çoğunlukla koruması, görüntü yönetmeni Simon Roca’nın başarılı çalışması ve daldan dala atlayan havası ile filmin “anarşist” havasına hayli iyi uymuş görünen soundtrack’i ile ayrıca ilgiyi hak ediyor. Özetle, daha fazla orijinal olmayı başaramasa da, farklı ve alçak gönüllü havası ile seyre değer bir film bu. Ayrıca açılıştaki Sarkozy ve Hollande’lı sahnelerin ülkemiz sinemasındaki karşılığının özellikle de günümüzde üretilmesinin mümkün olmadığını utançla hatırlayarak seyretmekte yarar var filmi.
(“The Rendez-Vous of Déjà-Vu” – “14 Temmuz’daki Kız”)