Macar asıllı İngiliz yazar Arthur Koestler’ın 1943 tarihli romanı. Yazarın 1939’da yayımlanan “Spartaküs” ve 1940 tarihli “Gün Ortasında Karanlık” adlı kitapları ile birlikte bir üçleme oluşturan ve o üçlemedeki diğer eserlerin gölgesinde kalan yapıt, İkinci Dünya Savaşı sırasında tarafsız bir ülkeye sığınan bir sol örgüt üyesinin savaşan taraflardan birinin ordusuna katılmak için yaptığı başvurunun sonucunu beklerken yaşadıklarını; kendini ve inançlarını sorgulamasını ve ileri yaşlardaki travmaların ve eylemlerin çocuklukta yaşananlarla bağlantısını ele alıyor. Bütün olarak ele alındığında yazarın en güçlü kitaplarından biri değil bu ve psikiyatrik içeriği hayli tartışmalı ama okuyucuyu sarsacak bir dil ile yazılmış farklı bölümleri ile önemli bir kitap. 1931’de katıldığı Alman Komünist Partisi’nden Sovyetler Birliği’ndeki Stalinist uygulamaların kendisinde yarattığı hayal kırıklığı nedeni ile ayrılan ve inançlı bir komünistten tam bir anti-komüniste dönüşen Koestler siyasî düşüncelerindeki bu radikal tavrı özel yaşamında da sürdürmüş ve önce parkinson, sonra da lösemiye yakalanınca, herhangi bir hastalığı bulunmayan eşi ile birlikte intihar etmişti.
Koestler romanın genç kahramanı Peter Slavek’in hangi ülkeden olduğunu (muhtemelen Macaristan) belirtmediği gibi, sığındığı tarafsız ülkenin adı olarak da “Neutralia” gibi tarafsızlığı vurgulayan bir sözcük olarak seçmiş. Peter’in, ordusunda savaşmak için başvurduğu ülke muhtemelen İngiltere, Neutralia ise Portekiz olsa gerek. Neutralia sözcüğünün seçimi yazar ve eleştirmen Harold Rosenberg tarafından -fazla kaba bir sembolizmin örneği olduğu için- “Bu tür yer isimlerinin kullanımına karşı bir yasa olması gerek” ifadesi ile eleştirilmiş. Aslında kitabın ana sorunu da bu; Koestler tüm karakterlerini bir parça kaba bir sembolizmin örnekleri olacak şekilde oluşturmuş ve bu da eserin edebî değerine zarar veriyor.
İşkenceye uğradığı bir ülkeden kaçarak 1941 baharında Neutralia’ya sığınan 22 yaşında bir karakter Peter Slavek. Komünist bir örgütün “profesör” olarak anılan üyelerinden biriymiş genç adam ve bir aydın olarak, uğruna savaştığı işçi sınıfının üyeleri ile farklı dünyalara (sınıflara) aitler ve Koestler bu durum üzerinden politik örgütlerin bu hep tartışılan sorununu gündeme getiriyor. Peter’in “partinin değişen görüşlerine uyum sağlayamamış olması “ da yine Koestler’ın Stalinist uygulamalar nedeni ile komünizmden kopmuş olmasından esinlenmiş olsa gerek. Kadınlara kötü davranması ile bilinen ve hatta David Cesarani’nin “Arthur Koestler: The Homeless Mind” adlı biyografisinde tecavüzle suçlanan Koestler’ın burada Peter ile Odette arasındaki ilk cinsel birlikteliği tasvir ediş şekli de (kadına rağmen başlayıp, ortak kararla devam ediyor bu ilk ilişki) yine kendi hayatından ve bakışından izler taşıyor olabilir.
Kitabın ana tartışmalı noktası ise Peter’in çocukken neden olduğu bir olay nedeni ile yaşadığı travmanın tüm politik eylemlerinin ve inançlarının altında yatan asıl motivasyon faktörü olarak gösterilmiş olması. Yazarın kendi hayal kırıklığı ve komünizm karşıtlığı bu tür psikolojik açıklamalara götürmüş herhalde onu ama bu oldukça iddialı bir sav ve bir o kadar da büyük bir haksızlık açıkçası. Bir birey bazında belki gerçekçi olabilir bu açıklama ama yazarın onu tüm bu tür politik eylemcilerin sembolü gibi kullandığını düşünürsek, bu iddialı yaklaşımın Koestler’ın kendisinin de geçmişte parçası olduğu hareketlere haksızlık yapmasına neden olduğunu söyleyebiliriz. Romanın sonu ile de sonsuz sadakati eleştirip, travmaların kalıcılığını söylemek istiyor sanki yazar.
Tartışmalı yanlarına karşın; kitap tereddüdü, bekleyişi, “Araf’ta kalmayı” ve içsel sorgulamanın gücünü etkileyici bir biçimde anlatıyor ve Peter’in eylemlerini ve ruh hâlini okuyucuya birebir geçiriyor. Ayrıca üç farklı bölümde Koestler okuyucuyu derinden sarsacak satırlara imza atmış: Bunların ilkinde yahudiler, romanlar ve solculara karşı gerçekleştirilen bir infazı, bir diğerinde sokaklarda siyasi bildirimi dağıtımını ve sonuncusunda Peter’in yakalandıktan sonraki işkenceli sorgu sürecini anlatıyor Koestler ve dehşet/korku /heyacan anlarını ustaca tasvir ediyor. İhanet etmediği ama sadece bunu düşündüğü için bile kendisini hain olarak gören Peter’in bu anlarda yaşadıklarını okuyucunun da hissetmemesi mümkün değil; çünkü olağanüstü denecek bir çarpıcılıkla kaleme alınmış bu bölümler. Faşist ideolojinin hizmetinde olan Bernard karakteri ile olan yüzleşmeyi anlatan bölüm ise edebî bakımdan o denli güçlü değil ve orada dile getirilen düşünceler (örneğin faşizm ile komünizmin eşitlenmesi) daha çok Koestler’ın kendi düşüncelerini dile getirme azusunun uzantısı havasını taşıyor. Peter’in son seçimini “…den dolayı” değil, “…e rağmen” yaklaşımı ile izah eden Koestler’in öte yandan insanın, eleştirilerini muhafaza ederek de davasının arkasında durabileceğini ima ettiğini de söyleyebiliriz.
(“Arrival and Departure”)