“Onun önündeki en büyük engel körlüğü veya sağırlığı değil, sevginiz ve acımanız”
Kör ve sağır bir genç kıza dünya ile iletişim kurmayı öğretmeye çalışan bir genç kadın öğretmenin hikâyesi.
William Gibson’ın oyunundan kendisi tarafından senaryosu yazılan film bebekken kör ve sağır olan ve algılayamadığı bir dünya ile iletişim kuramamaktan kaynaklanan vahşiliğe sahip bir genç kızın duvarlarını bir parça da olsa yıkmaya çalışan bir öğretmeni anlatıyor; hayli zor ve filmden de anlaşılabileceği gibi hayli sert bir görev. Acımaktan kaynaklanan yumuşaklık ile başarma arzusundan kaynaklanan sertlik arasında kalan karakterleri ve eğitim için kullanılan yöntemleri ile tartışmalı bir film bu ve bir mucizenin peşinde koşmanın hikâyesini etkileyici bir şekilde anlatıyor.
Sanki 1920’li yıllarda çekilmiş ama konuşmalı bir sessiz film havasında başlayan film bu ilk giriş sahneleri ile bir Avrupa filmi atmosferi ile açılıyor. Yönetmen Arthur Penn gerek bu sahne ile gerekse öğretmenin trenle yaptığı seyahat veya kısa geriye dönüşlerle gösterilen yetimhane günlerinde kullanılan yüksek grenli ve üst üste bindirilmiş görüntülerle teknik açıdan da filmine farklılık kazandırmaya çalışmış. Kullanılan açılar veya hızlı kurgu ile örneğin seyahat bölümü sanki bir korku filminden alınmış gibi duruyor ve bu oyunlar bir tiyatro oyunundan uyarlanan ve bu sahneler dışında tiyatro atmosferini koruyan filme bir yandan dinamizm katarken diğer yandan zaman zaman bir parça ayrıksı da duruyor filmin bütününden. Filmin büyük bölümünün “eğitme çabasına” odaklı geçtiği düşünüldüğünde tiyatro havasının herhangi bir olumsuz etkisi olmadığı rahatça söylenebilir.
İki baş oyuncusunun, öğretmen rolündeki Anne Bancroft ve genç kız rolündeki Patty Duke, çok çarpıcı bir oyun sergilediğini söylemek gerek öncelikle. Her ikisinin de hayli zor bir rolü var; Bancroft arada seyircinin sempatisinin sınırlarının dışına düşebilecek bir roldeki katılığı etkilenmemenizin mümkün olmadığı bir doğallık içinde oyunuyor. Patty Duke çok daha zor bir role sahip aslında çünkü tüm o duyguları, korkuyu, huzursuzluğu, vahşiliği hiç konuşmadan ve hemen tamamen fiziksel bir oyunculuğa dayalı biçimde yansıtmak durumunda ve o da bu görevin altından başarı ile kalkıyor. Her iki oyuncu örneğin yemek masasında genç kızın disiplinsiz ve kontrolsüz davranışlarını ve öğretmenin katılığından taviz vermeden onu disiplin altına almaya çalışmasını daha doğrusu kuralları, disiplini öğremeye çalışmasını anlatan sahnede olduğu gibi olağanüstü bir iş çıkarmışlar.
Sabır ve kararlılık gerektiren bir misyonun zorluğu üzerine bir film bu ve aynı zamanda insanın vicdanının onu götürebileceği kolayı tercih etme kolaylığından kaçınmak üzerine. Örneğin bir romantik komedinin kendinizi iyi hissettirecek havasından uzak ama bir mucizenin peşinde koşmanın yüceliğini hissedebileceğiniz bir film. Tüm bu hikâyeyi bireylerin “vahşiliklerinden” koparılıp kurallara uymaya zorlanması olarak okumamakta fayda var elbette. Filmin böyle bir amacı yok; bize sadece öğretmenin/eğitmenin zorlukları ve motivasyonu üzerine düşünme ve bazı durumlarda acımak gibi insani bir duygudan uzaklaşıp katılığın tarafında olmak gerektiğini söylüyor sanki ve bu da karmaşık ve zor bir konu.
(“Karanlığın İçinden”)