Syngué Sabour – Atiq Rahimi (2012)

“Babam bir taştan bahsederdi, efsanevî ve sihirli bir taş. Derdi ki, “Eğer bu taşı bulursan, ona sırlarının sana verdiği azabı anlat. Taş seni dinler. Başkalarına anlatmaya cesaret edemediğin ne varsa; taşa söyle, onunla konuş, o bütün sırlarını dinler. Bunun anlamı çok büyüktür. Bir gün taş kırılıp parçalara ayrılırsa, işte o gün yaratıcılığın serbest kalır ve bütün ıstıraplarından kurtulursun”. Böyle derdi babam”

Boynundaki kurşun nedeni ile komada olan kocası ve iki küçük kızı ile sürekli bir savaş hâlinin yaşandığı bir ülkede ayakta kalmaya çalışan genç bir kadının, tüm sırlarını kendisine hiçbir tepki veremeyen kocasına anlatmasının hikâyesi.

Afganistan’dan 1985’teki Sovyet işgalinden sonra Pakistan’a kaçan ve daha sonra yerleştiği Fransa’dan ülkesine ancak Taliban rejiminin devrilmesinden sonra dönebilen Atiq Rahimi’nin Fransızların prestijli Goncourt ödülünü kazanan 2008 tarihli ve aynı isimli romanından uyarlanan bir film. Fransa, Afganistan, Almanya ve Birleşik Krallık ortak yapımı olarak çekilen filmin senaryosunu bu yıl hayatını kaybeden ünlü senarist Jean-Claude Carrière ile birlikte yazan Rahimi yönetmenliği de üstlenmiş. Afganistan’da ve savaşın ortasında bir kadın olmanın zorluklarını ve bu zorlukların yarattığı imkânsız hayatları anlatan ve önemli bir kısmı canlandırdığı karakterinin monologlarına dayanan Golshifteh Farahani’nin performansı ile dikkat çeken film etkileyici bir dram çiziyor. Yaşananların ezelî ve ebedî görünen sorunlar olması nedeni ile rahatlıkla bir trajedi olarak da nitelendirilebilecek hikâye filmin hem zayıf hem güçlü yanını oluşturuyor; anlatılanlar etkileyici ve önemli ama bir kadının başına gelebilecek -hayal edilebilen ve edilemeyen- her musibetin ona musallat olması ister istemez filme bir manifesto havası veriyor ve bu da sanki Batılı gözünün sonucu olan bir didaktik anlayışın ortaya çıkmasına neden oluyor.

Önemli bir kısmı Fas’ta çekilmiş filmin; hikâyenin kadın kahramanının burka ile göründüğü birkaç dış sahnesinde ise oyuncunun yerine bir dublör kullanılmış çekimler Afganistan’da yapılırken. Mekânlar ve setler görüntü yönetmeni Thierry Arbogast’ın önemli katkısı ile oldukça gerçekçi ve etkileyici ki bu da filmin en önemli kozlarından biri. Sürekli patlama seslerinin yaşandığı, çatışan tarafların sokaklarda gezindiği ve evleri bastığı ortamı yeterli bir inandırıcılıkla görüyoruz ve bu da filme önemli bir puan kazandırıyor. Neden Afganistan ve benzeri savaş ve yoksulluk topraklarından insanların tüm ölüm tehlikelerini göze alarak kaçmaya çalıştıklarını ve daha iyi koşulları olan topraklarda sığınmacı olmaya uğraştıklarını anlamak için birkaç dakikasını görmek yeterli bu hikâyenin. Aslında film böyle bir ülkede bir kadın olmanın, dine en katı ve radikal bir biçimde hayatında yer vermiş bir toplumda kadın olarak ikinci sınıf olarak bile nitelenemeyecek bir konuma itilmenin sonuçlarına odaklanıyor. Hikâyenin gücü ve zayıflığı da işte tam burada ortaya çıkıyor: Kadının kimliği nedeni ile maruz kaldığı toplumsal, dinsel ve cinsel baskıların her türlüsü aynı hikâyeye yedirilince ortaya fazlası ile yüklü bir sonuç çıkmış ve bu da filmin meselesini aktarabilmek için her yola başvurmasının sonucu olarak inandırıclığına zarar vermiş; çünkü o kadar çok şey yaşamış ve yaşamaya da devam ediyor ki kadın bir süre sonra artık neredeyse kanıksamaya başlıyorsunuz olan biteni.

Parası olmadığı için tatlı ve tuzlu suyu karıştırarak oluşturduğu serumu veriyor bitkisel hayattaki kocasına kadın ve serumun hortumunu da doğrudan ağzının içine yerleştiriyor. İçinde bulunduğu koşullara ve onu “dinleyen” kocasına anlattıklarından öğrendiğimiz üzere geçmişte tüm yaşadıklarına rağmen özenle ilgileniyor kocası ile. Ne var ki yılların birikimi, gittikçe artan öfkesi ve özgürlük arzusu aklını da çelmektedir bir yandan kadının. Bunları hikâyenin büyük bir kısmına yayılan diyaloglardan (kocasının durumunu düşünürsek, monologlardan aslında) öğreniyoruz ve zaman zaman kadının sözleri üzerinden geçmişin görüntüleri gelse de karşımıza, film sık sık bir romanın satırlarını okuyoruz hissi yaratıyor. Bu da film için bir avantaj yaratmıyor doğal olarak. Neyse ki bir süre sonra gücünü yitirir gibi olsa da anlatılanlar ilginç ve Golshifteh Farahani’nin oyunculuğu oldukça başarılı.

Fanatik dincilerin ikiyüzlülüğünden kadının toplumda bir mal muamelesi görmesine, her ikisi de Allah adına savaştığını öne sürenlerin birbirlerini katletmesindeki çelişkiden namus kavramının ardına sığınılarak yapılan namussuzluklara veya bireylerin (özellikle de kadınların) ayakta kalabilmek için katlanması gerekenlerden fiziksel ve duygusal şiddetin geleneklerin parçası olmasına çok kara bir resim çiziyor film. Gösterilenlerin tümünün, hatta daha da fazlası ile, gerçek olduğu açık bu tür toplumlarda ama işte hepsinin tek bir hikâyede ve tek bir karakter üzerinde bir araya getirilmesi ister istemez bir zorlama havası vermiş hikâyeye. Bunlarla yetinmeyen senaryonun -belki de tüm o karanlığın içinde bir ışık yakabilmek için- bir cinsel eğitim ve aşk hikâyesini de anlatmaya soyunması bu feminist söylemli filmin fazlası ile dolu olmasına neden olmuş. Bütün bunlar Gonocurt gibi önemli bir ödülü kazanmış romanda edebî bir bakışla çok etkileyici ve güçlü bir biçimde anlatılmıştır muhtemelen ama romanın sinema karşılığında sinema sanatı açısından o denli doğru bir sonuç çıkmamış ortaya.

İçeriğinin -önemi ve güncelliği nedeni ile- sinemanın önüne geçtiği filmlerden biri bu özetlemek gerekirse. Kadının dışarı çıktığında giydiği burkasının renginin etrafın kasvetli karanlığına kontrast oluşturmasında olduğu gibi görsel açıdan üst düzey bir çizgi yakalayan bu filmde baş karakteri canlandıran İran asıllı ve 2009’dan beri ülkesine dönmesine izin verilmeyen Golshifteh Farahani’nin kendi kişisel tecrübelerinden de -herhalde- beslediği performansı ilgiyi hak ediyor. Sembolik sonu ile doğru bir seçim yapan film anlattıkça özgürleşen bir kadının hikâyesini -sinemasının kusurlarına karşın- ilgiyi hak edecek bir şekilde getiriyor seyircinin önüne.

(“Pierre de Patience” – “The Patience Stone” – “Sabır Taşı”)