“Masum olduğunu söylediğinde kimse ona inanmadı. En sonunda onu da inandırdılar katil olduğuna”
Masum olduğu sonradan ortaya çıkan kocası idam edilen ve zor koşullarla karşı karşıya kalan bir kadının, infazdan sonra hayatına adeta bir kurtarıcı olarak giren yabancı bir adamla ilişkisinin hikâyesi.
Senaryosunu Behtash Sanaeeha, Maryam Moghadam ve Mehrdad Kouroshniya’nın yazdığı, yönetmenliğini Sanaeeha ve başrolü de üstlenen Moghadam’ın birlikte yaptığı bir İran ve Fransa ortak yapımı. Berlin’de Altın Ayı için yarışan ve son dönem İran sinemasının önemli yapıtlarından biri olan film, bu ülkeden görmeye alıştığımız türden; küçük, güçlü ve bireysel ile toplumsal unsurları birlikte barındıran bir öykü anlatıyor. İran’daki adalet düzeni, idam cezası ve kadının toplumdaki konumu üzerine seyirciyi kendisine çeken senaryo, seyircinin ana karakterden daha önce keşfettiği sürprizi bir gerilim unsuru olarak kullanıyor olsa da, sadece buna dayanmayarak da doğru bir seçim yapıyor. Maryam Moghadam’ın filmin gerçekçiliğine uygun performansı ile de dikkat çeken çalışma; yalın sinema dili ile, gözleyen ama müdahale etmeyen kameranın özenle seçilmiş az sayıda sahne dışında kendisini hissettirmediği önemli bir yapıt.
2023’te yapılan bir araştırmaya göre dünya üzerinde 56 ülkede idam cezası yasalarda yer alıyor ve Uluslararası Af Örgütü’ne göre 2022’de en az 576 kişi ile İran, Çin’in ardından cezanın en çok uygulandığı ikinci ülke. “Ghasideyeh Gave Sefid”den 1 yıl önce Berlin’de yarışan ve Altın Ayı’yı kazanan bir başka İran filmi, Mohammad Rasoulof’un yönettiği ve ülkesinde yasaklanan “Sheytân Vojūd Nadârad” (Şeytan Yoktur) dört ayrı hikâye ile ülkedeki idam cezasını odağına alıyor ve doğrudan bu çağ dışı cezalandırmanın kendisini sorgulamak yerine, bireylerin seçimleri üzerinde duruyordu. Behtash Sanaeeha ve Maryam Moghadam’ın birlikte yönettikleri film ise idam cezası karşıtlarının argümanlarından birini destekleyen bir tema ile açılıyor: Masumiyetini kanıtlayamayan, yalancı şahitliğin kurbanı olarak idam cezasına çarptırılan bir adamın idam edilmesi. Sonradan gerçek ortaya çıksa da, artık çok geçtir ve hiçbir şey o yok olan canı geriye getiremeyecektir. Dul kadın Mina (Maryam Moghadam) bir yandan hayatını yeniden kurmaya çalışır ve kocasına yanlış cezayı veren yargıçların cezalandırılması için adalet sistemi içinde bir yol bulmaya çabalarken, öte yandan da yitirdiği eşinin ailesinin baskısı ile karşı karşıya kalmıştır. Kadının hayatını değiştiren ise kapısını çalan ve kocasından uzun bir süre önce aldığı borcu ödemeye geldiğini söyleyen Reza (Alireza Sani Far) adında bir adamın devamı da gelen iyilikleri olur. Adamın hem sonradan bir trajediye dönüşen kendi sorunları hem de bir gizemli havası vardır ama bu durum aralarında bir yakınlığın oluşmasına engel olmayacaktır.
Filmin başında Kuran’dan bir alıntı var; Bakara Suresi’nden bir bölüm bu: “Bir zaman Mûsâ kavmine, “Allah size bir inek kesmenizi emrediyor” demiş; onlar da “Bizimle alay mı ediyorsun!” demişlerdi. Mûsâ, “Cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım!” dedi.”. Bizdeki Diyanet’in tefsirine göre, bu kavmin “Allah’ın emrine sorgusuz sualsiz itaat etmek gerektiği halde, onlar bu buyruğu önce garip karşılamışlar, sonra da kesilecek hayvanın nitelikleri hakkında art arda sorular sorarak işlerini güçleştirmişlerdi. Burada, insanların din konusunda fazla soru sormalarının kendileri için yararlı ve uygun olmadığına, soruların teferruatı arttıracağına ve işleri güçleştireceğine de bir işaret vardır”. Yine Diyanet’e göre “ineğin kesilmesinin istenmesi”nin arkasında, bir adamın haksız yere cinayetle suçlanması üzerine, kendisinden çözüm bulması istenen Musa’nın aldığı vahiy ile onlardan bir inek kesmelerini ve hayvanın bir parçası ile ölü kurbana vurmalarını istemesi ve denilen yapılınca kurbanın dirilerek gerçek katili açıklaması yatıyor. Filmin ilk sahnesindeki ve sonlarda aynen tekrar edilen görüntü bu öyküye bir gönderme. Yüksek duvarlarının üzerinde dikenli teller olan bir cezaevinin avlusundayız. Geniş mekânı çevreleyen duvarlarının biri boyunca erkekler, karşısındakinde ise kadınlar dizilmiş; alanın ortasında beyaz bir inek var; başı kadınlara dönük ve sabit bir şekilde duruyor. Sahneye eşlik eden ise derinden gelen ve insan seslerinden oluşan bir uğultu.
Açılıış sahnesindeki uğultunun bir örneği olduğu gibi ses kurgusunun ve dış seslerin kullanımın çok başarılı olduğu bu Sanaeeha & Moghadam filmi idam cezasına karşı net bir duruşa sahip; sonucunun değiştirilmesinin mümkün olmadığı bir yanlış eylemin hem failleri hem muhatapları için nasıl korkunç bir yük yaratabileceği ana teması öykünün. Bunun dışında kimi diyaloglar da destekliyor bu duruşu: “İdam cezası olmasaydı suçlular neler yapardı?” tepkisini veren bir resmî görevliye, “İdam cezası olmayan yerlerde ne oluyor?” sorusunu soruyor karakterlerden biri ya da daha açık bir şekilde, “Müebbet hapis cezası vermiş olsaydık, şimdi serbest bırakabilirdik” cümlesi ile bir derin pişmanlık dile getiriliyor. İran’da bir filmde bu sesi çıkarabilmek kuşkusuz ki çok büyük bir önem taşıyor. Bu temanın yanında senaryo iki alana daha el atıyor: İran toplumunda bir kadının kendi başına bir hayat kurabilmesinin zorluğu ve ülkenin adalet çarkları içinde kaybolan hak arayışları. Bunların her ikisi de ülkeye ve rejime birer eleştirinin aracı oluyor filmde. Bu konularda çok büyük sözler söylemiyor film genel sadeliğine, yalınlığına ve alçak gönüllülüğüne uygun olarak ama öykünün gelişimi, karakterlerin eylemleri / duyguları ve sergilenen koşullar çok önemli ifadeler dile getiriyor kulağını verene.
Yönetmenlerin doğru bir tercihi olmuş: Hemen her zaman izleyiciyi öykü ve karakterler ile baş başa bırakmak. Kamera genellikle sabit duruyor ve bizi son dönem İran sinemasının güçlü ve “gerçek” öyküler anlatan filmlerinde olduğu gibi, hikâyenin içine bırakıveriyor. Kamera hiç müdahale etmiyor gördüklerine (ve gösterdiklerine) ve bu da seyrettiğimizi daha da sahici kılıyor. İki sahnede kamerayı hareket ederken görüyoruz ki bu anlarda da hem sakin ve zarif bir hareket gördüğümüz hem de sahnenin yüksek duygusal yükünün altını çizmemeye özen göstererek, zorlamalardan uzak duruluyor. “Ölüm hücresindeki son görüşme” sahnesinde örneğin, kamera kapının dışında kalıyor ve yavaşça uzaklaşarak içeridekilerin mahremiyetine ve o ânın duygusal boyutuna saygı gösteriyor. Bir diğer sahnede ise, Mina’nın korkunç gerçeği öğrendiği telefon konuşması başlar başlamaz kamera ondan uzaklaşıyor ve uzakta olan bir diğer karakteri, o gerçeğin ilgili olduğu kişiyi göstermeyi tercih ediyor; konuşma bitince Mina’ya dönüyor yine yavaş bir kaydırma ile kamera ve yine o trajik ânın duygusal yanının altını çizmemeyi seçiyor. Yönetmenlerin çerçevelemede sembolik bir tutum takındığı tek bir sahne ise yalınlığı ile, özel bir çaba harcanmadan oluşturulmuşluğun doğallığını taşıyor. Bu sahnede, yakınlıkları ilerleyen iki karakteri aslında ayıran önemli bir engel olduğunu, aralarındaki bir obje ve onları çerçeveleyen bir diğeri ile anlatıyor yönetmenler.
Kapanış jeneriğinde “Mina’ya ithaf edilmiştir” ibaresini görüyoruz. Karakterlerin ve öykünün gerçekten tanıdıkları insanlardan ve tanık olduklarından yola çıkarak oluşturulduğunu belirten yönetmenler ithafta adı geçen Mina’nın, film için en büyük ilham kaynağı olan, Maryam Moghadam’ın annesi olduğunu söylemişler. Moghadam’ın performansının gücünde muhtemelen bu gerçekliğin de önemli bir katkısının olduğu filmde sinema sevgisi, Mina’nın kızı Bita (başarılı bir performans sunan Avin Poor Raoufi) ve onun asılan masum babası üzerinden dile getiriliyor sık sık. Sağır dilsiz olan ve bu bağlamda sinemanın görsel bir sanat olmasının ayrıca önemli göründüğü Bita’ya adını babası, devrimden sonra ülkeyi terk ederek Fransa’ya yerleşen Hajir Darioush’un 1972 tarihli “Bita” adlı filmindeki genç kadından esinlenerek koymuş. Bita ve babasının sinema sevgisinin birden fazla kez konuşma konusu olduğu filmde, yönetmenlerin Darioush’un filminden ve başroldeki, devrimden sonra kadın sanatçılara uygulanan yasak nedeni ile film çeviremeyen ve sahneye çıkamayan oyuncu ve şarkıcı, Googoosh ismi ile tanınan Faegheh Atashin’den söz etme cesaretini de anmak gerekiyor.
“Kimi uyuşturucu kullanır, kimi sarhoş olur; kimi de benim gibi Türk dizilerini izler”, “Parayla her şeyi düzeltebileceklerini ve başka birini idam edebileceklerini düşünüyorlar” ve “Dullara, kedi köpek sahiplerine ve esrarkeşlere ev vermezler” gibi sözlerle topluma ve rejime eleştiriler getirmekten de sakınmayan filmin sürprizi, iyi bir sinema seyircisi için kolay ve çabuk keşfedilmeye açık ama bu çok da önemli görünmüyor açıkçası. “Kan parası” uygulamasının da bir araç olarak kullanıldığı adalet(sizlik) eleştirisinin de önemli olduğu ve öyküsünün incelikle kurulduğu filmde Reza karakterinin kendi özel yaşamındaki güçlü trajedinin -onun suçluluk duygusunu artırıcı bir öğe olarak önem taşısa da- gerekliliği de tartışmaya açık; çünkü hikâyenin odak noktasını değiştiriyor zaman zaman bu tercih.
Son sahneye ve kapanış jeneriğine eşlik etmek için Schubert’in ölüm (korkusu ve rahatlatıcılığı ile) temalı “Ölüm ve Bâkire” adlı eserinin seçildiği filmde toplumsal eleştirinin araçlarından biri düzenin ve rejimin neden olduğu bireysel / toplumsal yozlaşmaların göstergelerinden biri olan, yalanlar üzerine kurulu hayatlar olgusu. Hatalı yargı kararına neden olan yalancı tanıklıktan, Reza’nın -iyi niyetli- yalanlarına ve Mina ile küçük kızının etraflarına oynamak zorunda kaldıkları oyunlara senaryo yozlaşmış bir rejimin toplumu da yozlaştırdığını gösteriyor. Finalin “belirsizliği” bu yüzden doğru; çünkü anlatılan sadece Mina’nın değil, tüm bir iran toplumunun öyküsü. Başta ve sonda karşımıza çıkan “beyaz inek”in Mina’nın yanlışlıkla idam edilen kocasını simgelediği ve bu bağlamda, girişteki Kuran alıntısına da bir sorgulama getirdiğini söyleyebileceğimiz filmde Maryam Moghadam ve Alireza Sani Far’ın performansları tam da olması gerektiği gibi: Kendilerinden uzaklaşıp, karakterlerini getiriyorlar karşımıza ve modern İran sinemasına hâkim olan hümanizm temasının (hümanizm övgüsü değil, hümanizm kavramının kendisi ve eksikliği) çekiciliğini artırıyorlar.
(“Ballad of a White Cow” – “Le Pardon” – “Beyaz İneğin Türküsü”)