Argo – Ben Affleck (2012)

“Tüm gün boyunca “Amerika’ya ölüm” diye bağıran dört milyonluk bir şehirde saklanan altı kişi var. Bir haftada bir filmin altyapısını kurmak istiyorsun. Hollywood’a yalan söylemek istiyorsun, yalanın meslek olduğu bir şehire. Sonra kahvaltıda CIA kanı isteyenlerin ülkesine 007’yi sızdıracaksın ve dünyanın en çok gözetlenen şehrinden “Mutlu Aile”yi dışarı çıkaracaksın”

CIA’nın İran’daki devrimden sonra halkın kuşattığı elçilikten kaçarak Kanada elçiliğine sığınan altı Amerikalıyı ülkeden kaçırmasının hikâyesi.

En İyi Film dalında Oscar, Altın Küre ve BAFTA ödüllerini kazanan, ayrıca aday olduğu altı daldan ikisinde de (Uyarlama Senaryo ve Kurgu) Oscar’a layık görülen bir ABD yapımı. Gerçek bir olaya dayanan filmin anlattığı kurtarma operasyonuna Hollywood’un bulaşmış olmasına ve tüm operasyonun sahte bir film çekimi üzerine kurulmuş olmasına uygun bir şekilde bu bol ödüllü yapım da tam bir Hollywood filmi. Teknik ustalığı yerli yerinde, heyecanı ve gerilimi akıllıca kurulmuş ve seyircinin ilgisini hep üzerinde tutmayı başaran bir film bu ve tüm bu “başarılı” Hollywood filmlerinin olmazsa olmazı olan bunların üzerine elbette Hollywood’un kötü alışkanlıkları da bolca boca edilmiş. Gerçek hikâyeden epey sapan ve bu sapmayı sadece “sinemanın” gereği olarak açıklayamayacak olan bir senaryo ve açılıştaki birkaç cümle dışında bol bol CIA övgüsü. Dolayısı ile içeriği açısından epey sakat, teknik ögeleri açısındansa hayli çekici bir film. Herhalde içeriğine itirazı hep diri tutarak seyredilmesi gereken ve zaten ancak da bu problemleri bir kenara koyularak seyredilebilecek bir çalışma.

Film belgesel görüntüler ile çizgi roman havalı çizimlerin kaynaştırıldığı bir bölümle başlıyor ve bir ses bize kısa bir İran tarihi anlatırken, CIA’nın 1953 yılında İran’ın seçimle işbaşına gelmiş lideri Musaddık’ı devirdiğini ve Şah Rıza Pehlevi’yi iktidarın tek hâkimi yapan yolu açtığını söylüyor. Bu giriş bize hikâyenin kötü adamının CIA olacağını haber verse de -elbette- hikâye böyle ilerlemiyor. Şah dönemindeki işkencelerden daha sonra bir cümle ile söz edilse de, filmin asıl odağı “kötü İranlıların eline düşmeden” altı elçilik çalışanını ülkeden dışarı çıkarmayı hedefleyen operasyonu yürüten kahraman CIA ajanı. İran’da islam Devrimi gerçekleşmiş ve halk Amerikan elçiliğinin önünde Amerikalıların ülkeden kaçmasını sağladığı şahın iadesi için hayli kalabalık gösteriler yapıyor. Derken -polis ve askerin de göz yumması ile- bu kalabalık elçiliğe saldırıyor ve içeridekileri rehin alıyor. 444 gün süren bu rehin almanın gerçekleştiği anda elçilikteki altı kişi binadan kaçmayı başararak Kanada elçiliğine sığınıyor. Bundan sonrası zamana karşı bir yarış: Elçilikteki yok edilen (kağıt kırpma makinelerinde kırpılan) belgeleri bir araya getirmek için hummalı bir çalışma içine giren İranlıların altı kişinin kaçak olduğunu fark etmesinden önce bu çalışanları ülke dışına çıkarma operasyonu düzenleyen CIA’nın zaman karşı yarışı bu anlatılan.

Bu operasyonu -kuşkusuz anlatmaya değer bir operasyon bu- anlatırken de, film bir Hollywood yapımından beklenmesi gerektiği gibi her yola başvuruyor ve öncelikle hikâyeyi çarpıtıyor. Hiç yaşanmamış bir “İranlı askerlerin araçları ile uçağın peşine düşmeleri” hikâyesi uydurmak, sorunsuz ve nerede ise stressiz geçmiş havaalanındaki kontrol anlarını uydurulmuş gerilim ögeleri ile süslemek, tam tersi gerçekleşmişken Birleşik Krallık ve Yeni Zelanda elçiliklerinin bu altı kişiyi almayı ret ettiklerini iddia etmek, yaşananların asıl “kahraman”ı Kanada olduğu halde başarının aslan payını CIA’ya vermek vs… Bir gerçek olay bir hikâye ile sinemaya aktarılırken, olan biten bire bir yanısıtıl(a)maz perdeye; sonuçta bir belgesel değil bir kurgudur aracınız. Ne var ki film bu kabul edilebilirliğin çok ötesine geçiyor ve yakın tarihte yaşanmış bir olayı arsızca değiştiriyor ve bir Hollywood eseri olarak kendisine yakışanı yapıyor! Operasyonun başındaki Antonio J. Mendez’in “The Master of Disguise” adlı kitabından ve Joshuah Bearman’ın “Ther Great Escape” adlı makalesinden Chris Terrio tarafından sinemaya uyarlanan ve Ben Affleck’in yönettiği film bu özelliği ile de tipik bir Hollywood anlayışının temsilcisi oluyor. Kapanış jeneriğinde aksi belirtilmiş olsa da CIA’ın yapımına epey katkı sağladığı 2016’da ortaya çıkan filmin sonunda sarf edilen “Barışçı bir şekilde ülkemizin onurunu koruduk” sözü herhalde filmin niyeti için tek başına yeterli bir gösterge olarak kabul edilebilir.

Zor zamanlarda bile esprilerin yapılabildiği, süslü sözlerin (“Kurtarma operasyonları kürtaj gibidir: İhtiyacınız olsun istemezsiniz, olduğunda da kendi başınıza halledemezsiniz”) sarf edildiği, fikir ayrılıkları ve çatışmalar yaşansa da sonuçta dayanışmanın hâkim olduğu ve Amerikalıların “kötü adamlar”ı bir güzel oyuna getirdiği film sonuçta bir Amerikan övgüsü elbette. Bu övgüyü yaparken, baş “kahraman”ı olan CIA ajanının aile hayatını hikâyede hiçbir önemi ve yeri olmadığı halde ve kuşkusuz aile kurumunun “kutsal”lığı ile ABD’nin “kutsal”lığını örtüştürmek üzere gündemde tutması filmin rahatsız edici bir diğer boyutu. Makyaj ve efekt uzmanı John Chambers’ın CIA’ya bu operasyonda sağladığı katkıyı daha önce de kurumun farklı işlerinde de tekrarladığını bilmek, Hollywood’un Amerikan propagandasını, geçmişi döktüğü kanlar, devirdiği hükümetler, işkence ettiği insanlarla dolu bir örgütle işbirliği yapmaya kadar taşıdığını da hatırlamamızı sağlıyor. Mutlaka bir kahramanlık hikâyesi anlatmak derdindeyse bir sinemacı, bunu yirminci yüz yılın bu en kirli örgütlerinden birini överek değil, örneğin binlerce kağıt şeridini ve parçasını tek tek bir araya getirmeye çalışarak Amerikan elçiliğinin sırlarını ortaya çıkarmaya uğraşan çocukları gündemine alarak yapabilirmiş.

Yönetmenliğin yanında başrolü de üstlenen Ben Affleck’in her zamanki gibi oynamayıp sadece fiziksel varlığını ortaya koymakla yetinen bir peformans gösterdiği filmde finale doğru olan bir sahnede, rüzgarda hafifçe sallanan ABD bayrağının asılı olduğu evin kapısı önünde “ailenin bir araya gelmesi”nin (sonuçta kahraman erkek sadece ülkesini değil, en az o kadar kutsal olan ailesini de korumak için girişmiştir bu operasyona ve bu sonu da hak etmiştir!) tüm niyetini ortaya koyduğu filmin içeriği ile ilgili tüm bu önemli problemlerine karşılık Hollywood zanaatkârlığının oldukça yüksek noktadaki örneklerinden biri olduğunu da söylemek gerekiyor. 1970’lerin havasını yansıtan görüntüleri, Alexandre Desplat’ın başarılı müzik çalışması, kurgunun etkileyici içeriği ve bir filmi oluşturan tüm teknik unsurların ustalıklı kullanımı ile film heyecan ve gerilim arayan ama gerçekleri pek de umursamayanlar için ideal bir seyirlik olarak bile nitelendirilebilir. Sonuçta parlatılmış ve iyi pazarlanmış bir film bu ve tıpkı Affleck’in Kanada elçiliğine sığınan altı kişiyi canlandıran oyuncuların 1979’un tarzında dekore edilmiş bir evde bir hafta birlikte yaşayarak filme hazırlanmalarını istemesindeki şov gibi (şov çünkü film hiçbir anında bu altı karakteri ve hissettiklerini ana konusu yapmıyor ve Affleck’in isteği de bir pazarlama aracı olarak düşünüldüğünü çok açıkça belli ediyor o nedenle) hedefine de ulaşıyor. Pazarda geçen sahneden tüm havaalanı bölümüne zamana karşı yarıştan kameranın gerilimi hep canlı tutan görüntüler sergilemesine kadar ustaca çekilmiş ve pazarlanmış bir film (daha doğrusu bir ürün) bu.

(“Operasyon: Argo”)

Gone Baby Gone – Ben Affleck (2007)

“Gençken rahibe cennete nasıl gidebileceğimi ve kendimi dünyadaki tüm kötülüklerden nasıl koruyabileceğimi sormuştum. Bana Tanrı’nın kullarına söylediğini söyledi: Sen kurtların ortasındaki bir kuzusun. Yılan gibi akıllı ama güvercin kadar masum olmalısın”

Küçük bir kızın kaçırılmasını araştıran iki özel dedektifin hikâyesi.

ABD’li yazar Dennis Lehane’ın 1998 tarihli ve aynı isimli romanından uyarlanan bir film. Lehane’ın Patrick Kenzie ve Angela Gennaro adlı iki özel dedektifin maceralarını anlattığı altı ayrı romanından biri olan kitaptan yola çıkan senaryoyu Ben Affleck ve Aaron Stockard yazarken yönetmenlik koltuğunda Affleck oturmuş. Zengin oyuncu kadrosunun dikkat çektiği ve Affleck’in ilk uzun metrajlı çalışması olan film seyre değer bir polisiye olarak nitelendirilebilir. İlk yarısı daha standart bir düzeyde ilerleyen film, hikâyesi farklılaştıkça ve klişelerden ayrılıp seyirciyi şaşırttıkça daha ilgi çekici bir hâle kavuşuyor. Affleck anaakım sinema dilinden pek ayrılmayarak hemen hiç risk almasa da filmini bir ölçüde farklı kılmış yine de ve sayısı oldukça az olsa da kimi mizansen tercihleri ile nispeten özgün bir hava yaratmış. Filmin girişindeki “mahallemiz ve insanları” görüntüleri ile yarattığı umudu ise sonradan tamamen yıkıyor film ve bir ticari Amerikan filmi olduğunu hatırlayarak kendisini süratle “toparlıyor”.

Umut veren bir şekilde başlıyor film: Özel dedektiflerden biri olan Patrick, mahallesi ve orada yaşayanlar üzerine bir şeyler söylüyor bize ve aile olmaktan vs. söz ediyor. Yoksul veya orta gelirli insanların yaşadığı bir mahalle bu, tanık olduğumuz görüntülere göre. Sonra dört yaşında bir kızın kaçırıldığını öğreniyoruz ve kızın dayısı ve onun eşi iki özel dedektiften yardım istiyor bu konuda. Daha önce genellikle borçlarını ödemeyip kaçanların peşine düşmüş olan dedektiflerden Angela işi almayı pek istemese de Patrick’in gösterdiği arzu ile kızı araştırmaya başlıyorlar. Küfürbaz ve sorumlu bir anne çıkıyor karşılarına ve hikâye ilerledikçe kadının kokain kullandığını ve alkol sorunu olduğunu öğreniyorlar. Daha sonra uyuşturucu çetesinden pedofil bir adama ve suçlu polislere kadar uzanan öğelerle ilerliyor hikâye ve ilk yarısında daha çok bir polisiye dizisinin iyi yazılmış bir bölümü havasını taşıyor. İkinci yarıda asıl gerçekleri öğrenmeye başladıkça hikâyenin klişelerden uzaklaştığını ve görünenlerin arkasındakileri göstermeye başladığını görüyorsunuz ve açıkçası bu noktadan itibaren farklılaşıyor film. Finalde dedektif Patrick’in -ortağının karşı çıkmasına rağmen- yaptığı seçim seyirci için de bir, hatta iki tartışma konusu açıyor: İnsan değişir mi ve doğru olan yasal değilse ne yapmalı? Final sahnesi -filmin en başarılı sahnesi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz bu bölümün- bu iki sorunun da altını çizerken filme sağlam bir son sağlıyor. Bu sorulara eklenebilecek bir soru daha var: Patrick’in pedofil adam uyguladığı yargısız infazın doğruluğu. Onun pişman olduğu bu infazı ortalama seyirci, daha doğrusu ortalama bir birey muhtemelen doğru olarak görecektir ama film çok net dile getirmese de Patrick’in pişmanlığının yanında duruyor gibi.

Sorular sorabilmesi ve seyirciyi düşündürtmesi önemli olan film mizansen açısından pek aksamıyor ve hatta zaman zaman Affleck klasik kamera açılarından uzaklaşıp bağımsız bir hava da yakalamaya çalışıyor. Ne var ki yönetmenin bu “riskli” sularda fazla gezinmiyor ve klasik dile bağlı kalıyor çoğunlukla. Buna karşılık deneyip başaramadığı bir şey var: Uyuşturucu çetesi lideri ile dedektiflerimizin konuşma sahnesinde epik bir hava yaratmaya çalışmış Affleck ama bunu hiç başaramadığı gibi hikâyenin zatan buna pek de ihtiyacı yokmuş. Bu çaba filmin farklı bölümlerinde de hissediliyor ama sonuca ulaşmayan bir çaba bu kesinlikle.

Olay örgüsünü oluşturan öğelerin fazlalığının zaman zaman dağılmaya, daha doğrusu konsantrasyon kaybına neden olması, kahramanımızla kötü adamın yüzleşme sahnesinin kaçınılmaz bir şekilde karşımıza çıkacak olmasının verdiği tanıdıklık duygusu ve hikâyenin birden fazla kez sona erdiği havasına engel olunamaması gibi kusurları da olan film amaçladığı “kara film” atmsoferini de üretememiş görünüyor. Yine de düzgün anlatılmış ama bundan da önemli olarak sorular sorması ile ilgiyi hak eden bir film bu. Zengin kadrosu (Casey Affleck, Ed Harris, Michelle Monaghan, Morgan Freeman, Amy Ryan vs.) pek çok seyirci için bir cazibe kaynağı olacaktır muhtemelen ama kaybolan kızın annesi rolündeki Amy Ryan’ın ve biraz da Casey Affleck’in performansları özellikle öne çıkıyor ve diğer oyuncuların idare eden (Freeman için idare ediyor bile demek zor aslında) performansları yanında parlıyorlar açıkçası.

(“Kızımı Kurtarın”)

Live by Night – Ben Affleck (2016)

“Anlamıştım ki kuralları çiğnemek yeterli değildi; kendi kurallarını koyacak kadar güçlü olmak gerekiyordu”

İçki yasağının devam ettiği 1920’lerin ABD’sinde bir gangsterin güç ve intikam hikâyesi.

Ben Affleck’in senaryosunu yazdığı, yönettiği ve başrolünde oynadığı bir ABD yapımı. Amerikalı yazar ve senarist Dennis Lehane’ın aynı adlı romanından uyarlanan film, Affleck’in üstlendiği üç rolde de ciddi biçimde aksadığı ve hedefinin her anlamda epey gerisine düşen bir çalışma. Romanları daha önce “Mystic River – Gizemli Nehir” ve “Shutter Island – Zindan Adası” gibi gibi hem gişede başarılı olmuş hem de genellikle beğenilmiş filmlere kaynaklık eden Lehane’ın 2013 yılında Edgar Allan Poe ödülünü alan romanından yapılan bu uyarlama ise pek de parlak bir sonuç vermemiş. Filmin yaklaşık üç saatlik süresinin ticarî nedenlerle kısaltılarak 130 dakikaya indirilmiş olmasının da etkisi ile film, hikâyesini yüzeysel bir biçimde anlatırken, hedeflediği epik havanın çok uzağında kalıyor. Affleck’in başrolde pek de parlak bir oyun vermediği filmin en, belki de tek kayda değer yanı bir dönem filmi olarak kostüm ve setlerinde gösterdiği başarı. Eğer bu yeterli değil diyorsanız, görmenin vakit kaybı olarak değerlendirilebileceği bir film bu.

ABD ve Kanada’da aynı anda 2.822 salonda gösterime giren film üçüncü haftasında sadece 163 salonda gösteriliyormuş. Bu hızlı düşüşün temel nedeni filmin “epik bir aksiyon” havasına sahipmiş gibi hareket edip, bunun gereklerinin hemen hiçbirini yerine getirememiş olması. Affleck’in senaryosu çok şey anlatıyor (daha doğrusu anlatmaya soyunuyor) ama hiçbirini yeterince derinleştiremiyor; böyle olunca da epik olmanın temel koşullarından biri olan güçlü ve trajik/vurucu bir hikâye kalmıyor ortada. Epik bir hikâye epik bir kahraman gerektirir; ama ne senaryo ve zayıf diyaloglar ne de Affleck’in hayli donuk oyunculuğu böyle bir karakterin ortaya çıkmasına olanak tanıyor. Geriye sadece set tasarımları kalıyor ki filmin de sınıfı geçtiği tek nokta burası.

Sinemada dış ses kullanımı, karakterlerden birinin hikâyeyi anlatması vs. zaman zaman başvurulan ve doğru kullanıldığında hayli etkili de olabilen bir yöntem. Örneğin Billy Wilder’ın “Sunset Boulevard – Sunset Bulvarı”nda William Holden’ın canlandırdığı ve filmin başında cesedini bir havuzda gördüğümüz karakter anlatır olan biteni bize; hikâyeyi bir ölünün ağzından dinleriz! Terrence Malick’in “The Thin Red Line – İnce Kırmızı Hat”ında dış ses kullanımı filme hüzünlü ve lirik bir hava katar. Burada ise Affleck’in karakterinin anlattıkları hayli gereksiz görünüyor ve hikâyenin yüzeyselliğini de örtmüyor. Ne olan bitenler ne de karakterler hakkında elzem bir şeyler söylüyor bize anlatıcı ve böyle olunca da sadece dikkat dağıtıyor nerede ise.

1917’de Fransa’nın yanında Almanlara karşı savaşan, insanların boşu boşuna ölmesine tanık olan, “asker olarak ayrıldığı evine haydut olarak dönen” ve “bir daha kimsenin emri altına girmemeye” yemin eden İrlanda kökenli genç adam savaştan sonra geldiği ve İrlanda mafyası ile İtalya mafyasının ele geçirmek için savaştığı Boston’da bunlardan ilkinin parçası olur. Sonuç ise, -istese de istemese de- planladığının aksine ve tıpkı savaştayken olduğu gibi kendisini anlamsız ölümlerin içinde bulması ve işini yaparken de mafya patronundan emir almasıdır. Affleck’in senaryosunun bu baş karakterin resmini çizerken -bu gelişmenin de gösterdiği gibi- kafası karışmış biraz. Karakterini doğrudan ve tamamı ile ne iyi ne de kötü göstermemesi anlaşılabilir (ve doğru da bu) ama seyircinin bu epik gösterilmeye çalışılmış kahraman için ne hissedeceğine Affleck de karar verememiş anlaşılan. Eline kan bulaşan gansgter için romantikliği ve vicdanlı olması(!) üzerinden düzülen güzellleme veya finaldeki hayli zorlama ve kötü çekilmiş veda ve fedakârlık sahnesinin de örnekleri olduğu gibi ne yapacağını bilememiş bu karakterle Affleck.

Ku Klux Klan’dan İtalya ve İrlanda mafyalarına içki yasağından kumara ve fanatik vaizlere pek çok şey anlatan, “güzel kartpostal görüntülerini unutmayalım” diyerek filme eklenmiş kızıl – pembe gün batımı görüntülerine sahip, polisin ve yargının yozlaşması da dahil olmak üzere defalarca gördüğümüz unsurları hiçbir yenilik katmadan sergileyen, imkânsız bir tesadüfün (eski sevgilinin fotoğrafı!) karşımıza arsızca koyulabildiği ve açıkçası kahramanının akıbetini hiç merak ettirmeyen bu filmin finali bir “huzur” görüntüsü ile bitiyor ama o huzurun seyirci açısından tek kaynağı filmin bitmiş olması olabilir. “Geceleri yaşayanlar (ya da yaşananlar)” ile ilgili bir suç filmi görmek istiyorsanız, bunun gibi zayıf çalışmaları değil de Raoul Walsh’ın 1940 tarihli “They Drive by Night”, Nicholas Ray’in 1948 yapımı “They Live by Night” veya Arthur B. Woods’un 1938 tarihli “They Drive by Night” gibi klasiklerin peşine düşün. Filmin bir konuda hakkını yemeyelim ama: Zayıf örneklerinden biri olsa da, bu film ABD’nin temelinin suçlarla atıldığını hatırlatan filmlerden biri en azından.

(“Gecenin Kanunu”)

The Town – Ben Affleck (2010)

the-town“Bilirsin, insanlar bir sabah uyanır ve hayatlarını değiştireceklerini söylerler ama asla değiştirmezler. Ben benimkini değiştirececeğim. Sen de bana katılsana”

Soyduğu banka şubesinin müdürüne aşık olan bir hırsız ve peşine düşen bir FBI ajanının hikâyesi.

ABD’li yazar Chuck Hogan’ın “Prince of Thieves” adlı romanından uyarlanan senaryosu Peter Craig, Aaron Stockard ve Ben Affleck tarafından yazılan ve Affleck’in yönettiği bir ABD yapımı. Affleck’in ikinci yönetmenlik çalışması olan film, girişteki yazıda belirtildiğine göre, “banka ve araba hırsızları ile meşhur” olan, Boston’daki Charlestown’da geçiyor ve romanın karakteri öne çıkaran adına karşılık kasabanın kendisini öne çıkaran adı ile romandan farklı bir vurgu taşımaya çalışıyor. Ne var ki bu vurgu, sık sık tanık olduğumuz ve kasabayı karşımıza getiren havadan çekimler dışında pek de yansımıyor bize ve kasabanın işçi sınıfı özellikleri de nerede ise hiç hissettirmiyor kendisini. Affleck’in aynı zamanda başrolü de üstlendiği ama oyunculuğunun bir parça donuk olduğu filmde öne çıkan isim ise Jeremy Renner olmuş ve hikâyeye damgasını vurmuş. Eli yüzü düzgün bir anlatım, takip sahneleri ve parçalanan arabalar ve aksamayan aksiyon sahneleri ile kimilerinin ilgisini çekeceği kesin bir “piyasa filmi”.

Ekonomik oyunculukla donuk performansı birbirine karıştırmış görünen ve karakterinin “mavi yakalı” havasına pek uymamış görünen Ben Affleck’in onun gibi soyguncu arkadaşı rolündeki Jeremy Renner’ın döktürdüğü bir film bu. Affleck’in kafa karışıklığının aksine, Renner gösterişli oynamakla abartılı oynamayı birbirine hiç karıştırmıyor; göründüğü her ânı zenginleştiriyor ve filmin en önemli çekicilik kaynaklarından biri oluyor. Romanın içeriği nasıldır bilmiyorum ama isminden yola çıkarak karakterleri öne çıkardığını düşünürsek, Renner bu ada yakışır bir oyun veriyor ve karakterinin sertliğini ve acımasızlığını çok iyi yansıtıyor bize. Hikâyenin potansiyel olarak taşıdığı bir sosyal sınıf analizinin (en azından sergilenmesinin diyebiliriz) karakterlerin öne çıkması nedeni ile geri planda kalması ve kasabanın sosyal yapısının sadece helikopterden yapılan başarılı çekimler ile yanısıtılmasının doğal olarak mümkün olmaması filmi bu açıdan zayıflatıyor. Filmin bir sosyal grup olarak sergilemeyi başardığı tek öğe karakterlerin İrlanda kökenleri olsa gerek. David Buckley ve Harry Gregson-Williams’ın başarılı müzik çalışmasına da yansıyan bu köken, baş karakterlerinin yeşil renk ağırlıklı kıyafetlerinde de gösteriyor kendisini. Filme “The Town” adını verip, kasabanın sosyal dokusunu bu derece yetersiz bir şekilde ele almak ve soygunculara odaklanmak bir çelişki elbette ama bir yandan filmin doğasına da uygun: Farklı olmaya çalışan ama benzerlerinden pek de uzaklaşamayan film sonuçta Hollywood’un kalıpları içinde kalan bir çalışma.

Zaman zaman zorlama gibi görünen hikâyenin yeterince iyi işleyemediği önemli bir öğesi ise FBI ajanı ile peşine düştüğü soyguncu arasında -buna çalıştığı halde- bir ikili gerilim yaratamaması. İki karakterin -en azından ajan açısından- karşılıklı bir mücadele içinde olduğunu yeterince iyi gösteremiyor film ve dolayısı ile buradan elde etmeye çalıştığı çekiciliği de pek üretemiyor açıkçası. Buna karşılık filmin gerek finalinde gerekse hikâye boyunca “iyi”nin yanında durma gayreti içinde olmamasını artı bir puan olarak görmek gerekiyor ve Affleck’in klasik bir iyi kötü tablosundan sakınmasını doğru bir tercih olarak takdir etmek gerekiyor. Aksiyon sahnelerindeki özenin ve teknik başarısının ki filme kattıkları çekicilik inkâr edilemez, diyaloglarına her zaman yansımış görünmediği filmde Robert Elswit’in kasabanın mekânlarını fiziksel olarak başarı ile kullanan görüntüleri takdiri hak ediyor. Hayli başarılı bir soygun ve sonrası sahnesi gibi bölümleri ile heyecan ve aksiyonseverleri mutlu edecek olan film iddia ettiği kadar içerik olarak dolu bir film değil ama yine de ilgiyi hak ediyor temiz ve özenli çalışması ile.

(“Hırsızlar Şehri”)