Pazar – Bir Ticaret Masalı – Ben Hopkins (2008)

“Amca, zengin olunca sevap işlerim; şimdi karşıma bir fırsat çıktı, onu değerlendirdim”

1990’lı yıllarda Türkiye’nin doğusunda bir şehirde küçük kaçakçılık işleri ile uğraşan ve kazandığı para ile piyasaya yeni çıkmaya başlayan cep telefonu işine girmeyi planlayan bir adamın hikâyesi.

Britanyalı yönetmen Ben Hopkins’in yazdığı ve yönettiği; Türkiye, Birleşik Krallık, Almanya ve Kazakistan ortak yapımı bir film. 1994 yılında, adı verilmeyen bir doğu şehrinde geçen film (çekimler Van’da gerçekleştirilmiş) Mihram adında bir adamın hikâyesi üzerinden bir “pazar” hikâyesi anlatıyor. 2008’de Antalya’da, Nuri Bilge Ceylan’ın “Üç Maymun” ve Semih Kaplanoğlu’nun “Süt”ünün de aralarında olduğu güçlü rakiplerini geride bırakarak Altın Portakal’ı kazanan ve büyük bir sürpriz yapan film bir filmin milliyeti nasıl belirlenir tartışmasına da yol açmış ve yönetmenin Britanyalı olması filmin bir ulusal yarışmada yer olmasına engel olarak gösterilmişti. Bu haksız ve yanlış eleştiri bir yana, Hopkins’in filmi zaman zaman Yılmaz Güney’i de hatırlatan hikâyesi ve sinema dili ile bir Türkiye filmi tanımına (eğer böyle bir tanıma ihtiyaç varsa) kesinlikle uyan bir yapıt. Kapitalizmin mikro ölçekli bir resmini çizdiği pek çok eleştirmen tarafından dile getirilen film, sıradan bir bireyin karaborsanın egemen olduğu bir piyasada hayatta kalmak için yaptıklarını gösterirken, bu ekonomik ve sosyal düzene doğrudan bir eleştiri getirmiyor; hatta var olan eleştiri de piyasa ekonomisinin karaborsalı versiyonuna yönelik görünüyor çoğunlukla. Buna karşılık “Her şeyin bir fiyatı vardır” gibi sözler, cep telefonu üretimi üzerinden örneği verilen sömürü düzeni ya da sistemin “senin malını yine sana satabilme” tuzağını dile getirmesi ile eleştirisini sakınmıyor yine de. “Küçük bir insan” aracılığı ile dokunaklı bir hikâye anlatmış Hopkins ve başroldeki Tayanç Ayaydın’ın güçlü ve samimi oyunculuğunun da katkısı ile dürüst, ilgi görmeyi kesinlikle hak eden bir sinema örneği vermiş.

Bir filmin ülkesi (ya da milliyeti) nasıl belirlenir; yapımcı firmanın ülkesi mi, hikâyesinin geçtiği topraklar ve o hikâyenin kimi anlattığı mı, yönetmeni ve oyuncu kadrosu mu, konuşulan dil mi? Bunun kesin bir cevabı olmasa gerek ama filmimizin mesele edindiği sistemden yola çıkarsak, parayı kim koymuşsa onun demeli belki de. Hopkins’in filminin dört farklı ülkeden yapımcısı var ve 1990’ların başından beri sayısı giderek artan ortak yapımların örneklerinden biri bu açıdan bu film de. Aslında sermayeyi bir yana koyarsak ve filmin yönetmeninin ve kadrosunun milliyetlerini unutup, sadece neyi ve kimi anlattığına bakarsak, Hopkins’in yapıtı tartışmasız bir Türkiye filmi ve hatta anlatılanın evrenselliğini göz önüne alırsak, bir “dünya filmi” de. Antalya’daki tartışma bu açıdan değerlendirince kesinlikle anlamsız ve asıl tartışılması gereken güçlü rakiplerinin arasından sıyrılıp büyük ödülü alması olmalıymış sadece. Karar veren birkaç kişiden oluşan bir jüridir ve her jüri farklı bir karar verecektir doğal olarak; o yıl Antalya’daki jürinin başkanlığını Tuncel Kurtiz’in yaptığını ve sanatçının Yılmaz Güney’in dostu olduğunu, aralarında Güney’in yönettikleri de dahil olmak üzere birkaç filmde onunla birlikte oynadığını düşünürsek, bu jüriden çıkan sonuç pek de şaşırtıcı olmasa gerek. Kaldı ki Hopkins bir “yabancı” olarak bizden bir hikâyeyi o denli dürüstlükle anlatmış ve o denli içten bir hava yakalamış ki ödülü hak edip etmediğini tartışmak bugün tamamen gereksiz artık.

Türkiye’nin doğu yöresinde geçen bir film yapıp, oryantalist bir bakıştan bu kadar uzak durabilmesi ve hikâyeye ve karakterlere bu denli hâkim olabilmesi filmin en önemli kozlarından biri ve sahicilik duygusunu yaratan da bu oluyor çoğunlukla. “Doğu Anadolu, 1994” açıklaması ile başlıyor film ve o tarihte 10 Amerikan dolarının 1 Milyon TL ettiği bilgisi veriliyor (1994 Nisan ayında ciddi bir devalüsyon sonucu kurlar fırlamış yıl içinde ama 10 Dolar en fazla 380 Bin TL olmuştu). Telefon kablosu çalınan bir iş yerine çalıntı kablo satarken tanıyoruz Mihram’ı ilk kez; ne var ki sattığı kablo tam da o iş yerinden çalınan kablodur ama bu ne Mihram’ın suçudur ne de iş yeri sahibinin yapacak bir şeyi vardır. Buradan Kusturica filmlerinden fırlamışa benzeyen bir sahneye geçiyoruz. Mihram’ın kullandığı aracın kasasında neşeli bir türkü çalan müzisyenler ve Rojin’in canlandırdığı bir kadın şarkıcının Mihram’ın hikâyesini izleyeceğimizi duyuran türküsü. Rojin filmin finaline doğru bir sahnede daha çıkıyor karşımıza ve Mihram’a bir ninni tadındaki şarkısı ile düzene boyun eğmesini söylüyor. Bu sahnelerin ikincisi etkileyici ve hikâyeye yakışıyor ama ikincisi bir parça ayrıksı durmuş filmin geneli içinde ve sonrasında izleyeceklerimizin biçimsel yanı ile de pek uyuşmuyor.

Küçük kaçakçılık işleri ile geçinen, gözünü yeni açılan cep telefonu piyasasına diken, evli ve bir çocuklu bir adamdır Mihram. Neşeli biridir, hamile eşi ile arası iyidir; ara sıra kahvede kumar oynar ve çay bardağından rakısını içer; camide birlikte kıldığı namazdan çıkan cemaate kaçak sigara satar; kaçakçılık işinin yolunda gitmesi için Allah’a dua eder ve kendisini daha büyük işlere girmeye zorlayan kaçakçılardan uzak durur. İlçeye ilaç getiren araç “yol kesenler” tarafından soyulunca, hastanenin doktoru sınırın öte tarafından ilaç getirmesi için para verir Mihram’a. Burada “yol kesenler” ile muhtemelen daha büyük kaçakçılar kastediliyor ve hikâyenin hiçbir anında PKK veya Kürt sorunundan bahsedilmiyor. Oysa 90’lı yıllar çatışmaların ve faili meçhul cinayetlerin çok olduğu bir dönem hikâyenin geçtiği bölgede. Siyasî olandan nedense tamamen uzak duruyor Hopkins ve bunun yerine küçük bir kaçakçının hikâyesini ekonomik düzenle olan ilişkisi üzerinden anlatmayı tercih ediyor.

Mihram’ın cep telefonu bayiliği için başvuru yaptığı şirketin yetkilisi ile olan sahne; ticaret hayatı, alırken de satarken de pazarlık etmek üzerine kurulu adamın kurumsal pazarlama karşısındaki şaşkınlığını eğlenceli bir biçimde anlatırken, içerik olarak hikâyeye pek bir şey katmıyor. Afrika’dan getirtilen kaçak ham maddenin işlenerek, cep telefonu yapımı için Finlandiya’ya gönderilmesi (ve orada üretilen telefonların da sonra burada satın alınması) ile küreselleşmenin sonuçlarına işaret eden film, “Sen başka yere satamazsın” ve “Sen de başka yerden alamazsın” cümleleri ile hayli eğlenceli bir pazarlık sahnesi, parayı bastıranın her şeyi satın alabildiği bir dünyayı göstermesi ve “arz ve talep” dünyasının kaçınılmaz sonuçlarını göstermesi ile meselesini seyirciye geçirebiliyor. Genco Erkal’ın hınzır ve keyifli bir oyunculukla canlandırdığı amca karakterinin kaynağı olduğu eleştiri ise boşta kalıyor; amca 25 yıldır hizmet verdiği fabrikadan bir eşyaymış gibi ve emeği ile bağlılığına hiç saygı gösterilmeden atıldığından şikâyet ediyor ama daha sonra işe içkili giderek bir kazaya neden olduktan birkaç gün sonra atıldığını söylüyor yeğenine.

Filmin iyi çekilmiş ve önemli ama boşa düşen bir sahnesi var: Dario Moreno’nun “Her Akşam Sarhoş” adlı şarkısı sahneye kesinlikle çok yakışmış ama sanatçının 1967 tarihli şarkısı ne tarih ne de kültürel açıdan o anda çalınabilecek bir şarkı. Bir doğu şehrinde sarhoşluk sahnesine eşlik edebilecek ve tuhaf bulunmayacak pek çok şarkı varken, Moreno’nun eserinin seçilmesi garip açıkçası. Mihram’ı canlandıran Tayanç Ayaydın’ın canlı ve karakterini hem ruhsal hem fiziksel olarak özümsemiş görünen oyunculuğu sahneyi doğal kılıyor neyse ki ve film bir zarar görmüyor bu seçimden. Oyuncunun Antalya’da ve Locarno’da ödüllendirilen performansı oldukça doğal ve -arada aksanında kaymalar olsa da- karakterini gerçek kılmayı başarıyor güçlü bir şekilde. Batılı bir yönetmenin eseri olarak, didaktizm ve egzotizm tuzağına kolayca düşebilecek bir filmi, bu problemden tamamen uzak tutan Hopkins, bir yol filmi olarak da görebileceğimiz çalışmasında piyasa ekonomisi ile kaçakçılık meselelerini birlikte ele alarak hikâyenin kafasını biraz karıştırmış olsa da ilgiyi hak eden bir sonuç koymuş ortaya. Sinemanın görsel oyunlar olmadan, gerçek insanların gerçek hikâyelerini anlattığında nasıl değer kazandığını gösteren bu film, düzenin bozukluğunun farkında olan ve kendisine bir çıkış yolu arayan bir bireyin çabasını anlatırken, kurtuluşun bireysel olanda bulunamayacağını da söylüyor etkileyici finali ile.

(“The Market: A Tale of Trade”)