“Tüm evren her şeyin birbirine doğru bir şekilde bağlanmış olması üzerine kuruludur. Tek bir parça yerine oturmazsa, minicik bir parça bile olsa bu, tüm evren yerinden oynar”
Yaşadığı yer yavaş yavaş su altında kalan, babası ölmek üzere olan ve yok olmuş vahşi bir sığır türünün kâbuslarına girdiği altı yaşındaki bir kızın hikâyesi.
Lucy Alibar’ın “Juicy and Delicious” adlı tiyatro oyunundan uyarlanan senaryosunu Benh Zeitlin ve Alibar’ın yazdığı, Zeitlin’in yönettiği bir A.B.D. yapımı. Alibar’ın babasının rahatsızlığı sırasında yaşadıklarından yola çıkarak yazdığı oyundan yola çıkan bu film, içinde “en iyi film”in de bulunduğu dört dalda Oscar’a aday olmuş, Cannes’da hem ilk filmlere verilen “Altın Kamera” ödülünü hem de “Belirli Bir Bakış” bölümünde FIPRESCI ödülünü kazanmıştı diğer pek çok ödülün yanısıra. Filmin baş oyuncusu ve o tarihte dokuz yaşında olan Quvenzhané Wallis’in kadın oyuncu dalında Oscar’a aday gösterilen en genç oyuncu olarak Oscar tarihine geçmesi (hoş bir tesadüf sonucu, aynı yıl Emmanuelle Riva da en yaşlı kadın oyuncu olarak aynı ödüle aday olmuştu) ile de hatırlanan film, yönetmeni Zeitlin’in ilk ve şimdilik son çalışması. “Medeniyetten uzak”ta yaşayan bir halkın, yaşam şekillerini sürdürmeye kararlı bir avuç insanın hikâyesini anlatan film genç kızın büyümesini, cesareti ve sevgiyi öğrenmesini aktarıyor bize düşsel bir dil kullanarak. Wallis’in olağanüstü oyunu değil filmi sadece ilginç ve seyre değer kılan; Zeitlin filmi ile yok olan “bir şeyler”in hüznünü ustalıkla yansıtıyor bize ve “ayakta kalmanın” öyküsünü anlatırken, farklı okumalara izin veren hikâyesi de filmi seyre değer kılıyor kesinlikle.
Hayvanlarla iç içe yaşanan, yoksul bir yaşamı getiriyor karşımıza film. Hayvanların “konuşması”nı dinleyen küçük kızın annesi bir gün “yüzüp gitmiş” uzaklara ve babası ile ilginç bir ilişkisi var çocuğun. Öğreten, destekleyen, gerektiğinde yalnız bırakan ve kızının bir birey olarak kendi kişiliğine kavuşabilmesine önem veren bir babası var kızın ve ikisi arasındaki ilişki hikâyeye gerçekten önemli bir katkı sağlıyor. “Bathtub = Küvet” adını verdikleri bir yerde yaşıyorlar ve günümüzün modern toplumundan çok farklı bir hayatları var baba ile kızının ve oradaki bir avuç insanın. Yaklaşan kasırga nedeni ile yörenin zaten sayıca az olan insanları bölgeyi terk ederken, kasırga sonrası yardıma gelen ve onları “modern hayatın içine sokan”lardan kaçan bu bir avuç insanı seyretmek gerekten tuhaf ve ilginç bir etki yaratıyor. Bu tuhaflığın nedeni sadece yönetmenin küçük kız üzerinden kimi düşsel sahnelere yer vermesi değil, yaşanan hayatın kendisi de aynı ölçüde tuhaf, daha doğrusu farklı. Zeitlin hareketli kamera kullanımı ile bu tuhaf hikâye ve karakterlere bir gerçekçilik duygusu kazandırmış ki bu, film lehine ciddi bir puan getiriyor. Örneğin o yoksul ve “ilkel” yaşamın hikâyenin tuhaflığı için bir süs olarak değil, anlatılmak istenenin kendisi olduğu için orada olduğunu hissetmenizi sağlıyor bu tercih.
İlk kez bir uzun metrajlı filmde çalışan Ben Richardson’ın başarılı görsel çalışmasını abartılı olmayan (belki her zaman yeterince güçlü de olmayan ama kesinlikle önemli değil bu problem) efektlerin desteklediği film, “havaya ateş ederek kasırgayla savaşan” babanın kızının -her anlamda- büyümesi için gösterdiği çabayı bu zengin görselliğin desteği ile başarılı bir şekilde anlatıyor bize. Bir sahnede kızın iç sesinden duyduğumuz “Güçlü hayvanlar kalbinizin zayıf düştüğünü hemen anlarlar. Bu, acıkmalarına ve… bu yüzden size doğru gelmelerine neden olur” ifadesi babanın kızına verdiği derslerin bir özeti adeta ve onun küçük kıza nehirden eli ile balık tutmayı öğrettiği sahne başta olmak üzere pek çok etkileyici örnekleri var bu derslerin filmde. Sadece Quvenzhané Wallis’in değil, başta babasını başarılı bir sadelikle ve doğallıkla oynayan Dwight Henry olmak üzere pek çok oyuncusunun ilk sinema tecrübesi bu ve hatta kimilerinin de en azından şimdilik tek tecrübeleri. Yönetmen bu “amatör” kadrodan belgesele yakın bir hava yaratarak çekici bir performans almayı başarmış ve bir yandan hem içeriden hem de belgesel havasına uygun bir şekilde belli bir mesafede durarak bakabilmiş karaktarlerine. Wallis’in performansının zenginliğini anlatmak hayli güç; bu kadar genç bir oyuncunun başta sessizlik anlarındaki oyunculuğu olmak üzere karakterini bu denli benimseyebilmiş olması aslında filmi tek başına bile görmeye değer kılıyor.
Benh Zeitlin’in yönetmenlik ve senaristliğin yanısıra Dan Romer ile birlikte başarılı müziklerine de imza attığı filmde hikâyesi anlatılan insanların modern hayattan bir setle ayrılan hayatlarında petrol rafinerilerinin uzaktan bile olsa perdeye yansıyan görüntüleri belki kızın kâbuslarındaki vahşi hayvanlar kadar korkutucu bir hava veriyor filme. Doğa ile barışık ve onun sınırlarına saygı duyan yaşamları olan bu insanların hayatının bir şekilde sona ereceği havasını yaratıyor bu görüntüler, tıpkı zaman zaman görüntüye gelen, eriyen buz dağı görüntüleri gibi. Bağımsız sinemanın ana akım sinemanın yaratıcılık düzeyinin düşüklüğünü hatırlatan örneklerinden biri olan bu filmin tam olarak ne anlattığı ve hatta gördüklerimizin sadece küçük kızın sınır tanımayan hayal gücünün doğurduğu bir fantezi olup olmadığı tartışmaya açık bir konu. Bir bakıma “büyülü gerçekçilik” türüne de sokulabilecek olan filmin anlattığı komün hayatı, kuşkusuz modern topluma bir eleştiri içeriyor ve yönetmenin bir röportajda söylediği üzere hikâye “… bir yerin, bir kültürün kaybına karşı nasıl ayakta kalınabileceği ve bununla nasıl mücadele edileceğini” de gösteriyor bize. Ne var ki burada filmin “ideoloji”sinin tam olarak ne olduğunu söylemek pek mümkün değil; bir dayanışma mı öneriyor film ya da daha kötümser bir yorumla, yitirilecek olana bir ağıt mı yakıyor? Çocukluğun büyüdükçe yitirdiğimiz zengin düşlerine ithaf edilmiş bir hüzünlü şiir mi bu seyrettiğimiz yoksa?
(“Düşler Diyarı”)