“Aç şu kapıyı. Aç kapıyı dedim. Seninle konuştuğumda bana cevap ver. Oyunlarından sıkıldım ve yoruldum. Senin babanım ve bana saygı göstereceksin. Eğer cevap vermezsen… eğer şu kapıyı açmazsan seni daha önce hiç görmediğin kadar döveceğim. Üçe kadar sayacağım. 1…2…3”
Birinci Dünya Savaşı sonrasının liderlerinden birinin çocukluğunun hikâyesi.
ABD’li oyuncu Brady Corbet’ın ilk uzun metrajlı filmi. Corbet’ın senaryosunu Mona Fastvold ile birlikte yazdığı ve farklı esin kaynaklarının yanısıra asıl olarak Jean Paul Sartre’ın bir hikâyesinden yola çıkarak (ama kesinlikle bu hikâyenin tam bir uyarlaması olmayan) yazdığı film oyuncu için -özellikle de bir ilk film olarak- kesinlikle bir başarı örneği olmuş. Adı verilmeyen ama Hitler, Mussolini veya benzeri bir lidere dönüşecek olan bir tuhaf çocuğun hikâyesini anlatan film 1. Dünya savaşı sonrasındaki Versailles antlaşmasının görüşmeleri sırasında görüşmeler için Fransa’da olan bir Amerikalı diplomatın çocuğu olan Prescott’u getiriyor karşımıza. Corbet’ın zor bir konunun altından özellikle de hikâye için doğru atmosferi yakalayarak kalkabilmesi takdiri hak ederken, filmin çocuğun kendisi kadar tekinsiz bir hava yaratması hayli ilginç kılıyor hikâyeyi. Belki senaryo zaman zaman bir sıkıntı yaşıyor gibi ama Corbet’ın “teknik” bir ustalık içeren mizanseni bu kusurun üzerini örtüyor ve ortaya yönetmenin sonraki çalışmaları için hevesli bir bekleyişe yol açan bir sonuç çıkarıyor.
Film bir “Uvertür” bölümü ile açılıyor ve bu bölümde 1. Dünya Savaşı’ndan ve sonrasından kısa gerçek görüntüler gösteriliyor. Daha sonra çocuğun üç ayrı “öfke nöbeti”ni izlediğimiz bölümler ve son olarak da “Yeni Bir dönem veya P*ç Prescott” adını taşıyan ve çocuğun yıllar sonraki lider halini gösteren bir bölüm geliyor karşımıza. İç mekân çekimlerinin hemen tamamında döneme uygun hafif karanlık sahnelerin tercih edildiği filmin kapanış jeneriğinde Colbet esin kaynakları olarak Hannah Arendt, John Fowles, Robert Lansing, Margaret Macmillan, Robert Musil ve Jean Paul Sartre’ı sıralamış ve teşekkür edilenler arasında “Das Weiße Band – Beyaz Bant” adlı filmi ile Almanya’da faşizmin doğum zamanlarına göndermede bulunan Haneke’ye de yer vermiş. Ortalama bir Amerikalı oyuncu için hayli entelektüel göndermeler bunlar kuşkusuz ama Colbet esin kaynaklarından akıllıca yararlanmış görünüyor. Bir -faşist- diktatörün oluşumunun kaynaklarının anlatımı olarak görülebilir belki hikâye ama çocuğun bir tuhaflığı/kötülüğü adeta doğal olarak barındırıyor gibi görünmesi doğrudan böyle bir açıklamayı çok da geçerli kılmayabiliyor. Hikâyenin ortaya attığı bir tez yok doğrudan ama “güç” kavramına sık sık başvurulduğu açık filmde: Hikâye Versailles antlaşmasının hazırlandığı zamanlarda geçiyor; bir başka deyiş ile söylersek, savaşı kazanan güçlünün kaybeden zayıfa barış koşullarını dikte ettiği günlerde. Çocuğun annesinin Alman yani savaşı kaybeden taraftan olması ve babasının Almanya aleyhine yürüyen antlaşma sürecinin önemli bir temsilcisi olması da dikkat çekici burada. Bu ilişkide zayıf konumda görünen annenin evdeki Fransız hizmetçilere karşı olan ve “gücünü ortaya koyan tavrı” bir başka güç gösterisi olarak dikkat çekiyor. Karanlık atmosferine uygun karanlık iç çekimler eşliğinde anlatılan filmde çocuğun tanık olduğumuz öfke ve inat dolu, tuhaf davranışlarının ilkinin de temel olarak gücü temsil eden bir kurumun, kilisenin kapısında duranlara taş atması olduğunu da ekleyebiliriz örneklerin arasına. Çocuğun öğretmenliğini yapan genç kadını işten kovdurması ve babasının otoritesine karşı koyuşunun sembolü olarak karşısına çıplak çıkarak cinsel organını göstermesi ve kalabalık bir yemekte dua etmesi istenince “artık dualara inanmıyorum” diye defalarca bağırarak din kurumuna karşı çıkışı da dikkat çekiyor aynı bağlamda.
Güç dışında bir diğer dikkat çeken öğe de çocuğun cinsellik konusundaki tavrı: Kendisine Fransızca öğreten genç kızın bir masalı okurken hareket eden göğsüne takılan gözleri (ki bu sahnede hayli etkileyici bir kamera kullanımı görüyoruz), bir başka sahnede göğüslerine dokunması veya babasının aynı kızla annesini aldattığını bir yemeğin ortasında ve annesinin yanında ima etmesi örnekleri olarak gösterilebilir bu tavrın. Bu soni sahnede kadının yenilgisini/aczini kabul eden ve güce boyun eğen tavrı da önemli filmin temaları açısından. Uzun saçı nedeni ile kız zannedildiği iki farklı sahnede verdiği şiddetli tepki de çocuğun karakterinin oluşumundaki cinsellik ile ilgili hassasiyeti ortaya koyuyor kesinlikle.
Bir ilk film için zor bir konuyu bir dönem filmi ve üstelik ilk sinema deneyimini yaşayan küçük bir çocuğun ana karakter olduğu bir hikâye ile anlatmak tehlikeli bir tercih şüphesiz. Ne var ki Corbet bu zorluğun üstesinden çok rahat gelmiş ve bize yansıyan herhangi bir aksama da olmuyor. Adı koyulmamış bir gerilimi hep diri tutan (bu gerilimde Scott Walker’ın -arada fazla kompleks görünen- müziğinin ve Lol Crawley’in görüntülerinin de hayli payı var) filmde çocuğun evin kontrolü için özellikle babasına karşı giriştiği mücadele ve bu mücadelenin sonucu olarak sargıya alınan kolu üzerinden adeta bir kurban konumuna girmesi tüm baskıcı yönetimlerin bir şekilde -gerekirse uydurulan- mağduriyetler üzerinden üretildiğini hatırlatması ile de önem taşıyor. Çocuğun finalde gerçeği ile karşılaştığımız düş sahnesinin bir örneği olduğu gibi filmin görsel gücü ve mizanseni hayli başarılı. Diyaloglar veya olay örgüsü o denli üst düzeyde değil belki ama genel olarak film Corbet için parlak bir başarı ve bir sonraki filmi için de hayli yüksek bir beklenti yaratıyor.
(“Bir Liderin Çocukluğu”)