Mission: Impossible – Brian De Palma (1996)

“Eğer o liste çalınırsa, Doğu Avrupa ülkelerindeki ajanlarımızın adları parayı verene açık artırmayla satılacak. Üçüncü dünya teröristleri, silah tüccarları, uyuşturucu patronları ve bizim gibi ajanlardan kurtulmak isteyen herkese. Bu liste ellerine geçerse, tüm ajanları temizlerler”

Sorumlu olduğu operasyon başarısız olan ve hain olduğundan şüphelenilen bir ajanın gerçeği ortaya çıkarmaya çalışmasının hikâyesi.

Bruce Geller’ın yarattığı, Amerikan televizyonlarının en popüler dizilerinden biri olan ve ilk olarak 1966 ile 1973 arasında yedi sezon boyunca yayınlanan, ardından 1988 ile 1990 arasında iki sezon için yeniden çekilen “Mission: Impossible” dizisinin ilk sinema uyarlaması. “Impossible Missions Force” (IMF) adı ile bilinen gizli ajan ekibinin hikâyesini anlatan bu ilk sinema filminden sonra -şimdilik- beş macera daha karşımıza çıktı beyazperdede. Bu açılış filmi dizinin sinemaya taşınan tek karakterinin ihanetini söz konusu ederek radikal bir değişiklik içeren, serinin sonraki filmleri kadar olmasa da aksiyonunun teknik başarısı ile kendisinden bekleneni karşılayan, bir parça karışık görünen hikâyesinin ve inandırıcılığın hiç umursanmadığı aksiyon sahnelerinin tadı çkarılarak ve daha fazlası beklenmeyerek izlenmesi gereken bir çalışma. David Koepp ve Steven Zaillian’ın hikâyesinden yola çıkan senaryosunu Koepp ve Robert Towne’un yazdığı, yönetmenliğini Brian de Palma’nın üstlendiği film, Lalo Schifrin’in dizi için hazırladığı unutulmaz özgün müziğinden yararlanarak ve görevin tanımını içeren dosyanın alınma, okunma ve yok edilme rutinini -modernleştirerek de olsa- tekrarlayarak dizinin geleneğine saygı göstererek doğru bir iş yapıyor. Sinemadaki serinin altı filmi içinde eleştirmenlerin en az beğendiği ama bütçe ve gişe geliri karşılaştırması açısından değerlendirildiğinde en kârlısı olan bu film özellikle aksiyonseverler ve belki bir de dizinin nostaljik hayranları için.

Başlarında yeni nesil IMF ajanı Ethan Hunt’ın (Tom Cruise) olduğu ekibin başarılı bir operasyonu ile açılıyor film. IMF’nin Doğu Avrupa’daki gizli ajanlarının listesini ele geçirip bunu en fazla parayı verecek olan hainin peşine düşen ekibin Kiev’deki bu ilk operasyonunu takip eden Prag ayağı ise felaketle sonuçlanır. Bu başarısızlığın nedeni olarak görülen hain için ilk aday Ethan Hunt’tır ve gizli ajanımız kendisini temize çıkarmak ve gerçek haini bularak, onun ajanların listesini satmasını engellemek üzere kendi teşilatına karşı bir mücadeleye girişir. Sadakatinden kuşkulanılan bir ajan, onun kendi adını temizlemek için koca bir organizasyona karşı mücadelesi ve bu arada diğer kötülerle de savaşması ve gerçek hainin kimliği ile ilgili merak duygusu… bu filmden önce ve sonra da sıklıkla tekrarlanan bir formül ve eğer iyi kotarılırsa belli bir ilgiyi de garanti eden bir içerik. Brian de Palma’nın yönettiği bu ilk ve son “Görevimiz Tehlike” filmi başlarda alçak gönüllü görünen aksiyonunu finalde iyice çoğaltan ve tünel içinde geçen sahnede gerçekçiliği tamamen bir kenara koyarak, adrenalini sınırsız bir biçimde kullanan bir çalışma olarak bu formülü pek bir yenilik katmadan ama aksadığı da söylenemeyecek bir şekilde değerlendiriyor ve aksiyonseverleri mutlu edecek bir seviyeye ulaşmayı başarıyor.

Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve tüm varlıklarını bu dönemin atmosferi üzerine kuran ajanların boşluğa düşerek kendilerini sorgulamaları sinemada başka örnekleri de olan bir tema. Varlıkları bir düşmanın varlığı ile anlamlı olan ajanların yok olması mümkün değil kuşkusuz çünkü iktidarların geniş kitleleri yönetmek ve bir düşmanın varlığına ikna etmek için kullandıkları araçlardan biri olan ajanlar için her zaman yeni düşmanlar olacak, yoksa da yaratılacaktır. Anlaşılan Soğuk Savaş’ı kendileri için daha şık, daha önemli ve -hadi İngilizce söyleyelim- daha “cool” görüyorlardı o dönemin ajanları ve onların kendilerini daha sıradan hissetmelerini de zaten olması gereken olarak görüyordu hikâyeleri yazanlar. Filmimizde de bir Soğuk Savaş “mağduru”, daha doğrusu Soğuk Savaş’ın bitişinin “mağduru” kendisini boşlukta hissediyor ve hainliğine giden yol açılıyor. Haksız bir şekilde hainlikle suçlanan kahramanımız ise yaşı gereği o dönemin nostaljisini yapacak biri değildir ve “Neden?” diye sorar ihanetin nedenini anlamak için.

Filmdeki aksiyon sahneleri birkaç ana bölümde toplanmış: Ters giden Prag operasyonu, Ethan’ın yönetcisi ile restorandaki yüzleşme, CIA merkezindeki bilgisayar sistemlerine sızma ve finalde Manş Tüneli’nde kovalamaca. Bu sahnelerin her birinde seyirciyi etkileyecek heyecanı ve gerilimi yaratıyor Brian de Palma. Restoranda geçen sahnedeki patlama veya CIA merkezindeki riskli operasyon ayrıntılara gösterilen özenleri ile dikkat çekerken, tüneldeki helikopterli ve hızlı trenli sahne tam bir teknik başarının kanıtı oluyor. Ne var ki bu son sahne tüm fizik yasalarını altüst eden içeriği ile saçmalık derecesine ulaşıyor sık sık. Evet, bir aksiyon filminin bu yasaları esnetmesi ve hatta kırması beklenen ve hatta arzu edilen bir durum ama burada çok daha ileriye gidiliyor ve bunun örneğin bir Bond filminin aksine en ufak bir mizah duygusu içermeden tam bir ciddiyet içinde yapılması rahatsız ediyor. O tarihte 34 yaşında olan ama bugün 58 yaşında da hâlâ aynı role soyunabilen Tom Cruise üzerine düşeni yapıyor özellikle bu aksiyon bölümlerinde ama filmin geri kalanında sınırları olan yeteneğinin dışına çıkamıyor. Onun dışında -hikâyenin hak etmediği kadar- zengin bir kadro oluşturan oyunculardan (Jon Voight, Jean Reno, Emmanuelle Béart, Kristin Scott Thomas, Ving Rhames, Henry Czerny ve Vanessa Redgrave vs.) sadece Redgrave anmaya değer bir performans sunuyor ve iz burakabiliyor seyirci üzerinde; ama bunun nedeni oyuncuların kendisi değil, senaryonun onlara iyi bir oyun alanı tanımıyor olması.

Yere düşen İncil’in açılan kapağının içindeki notun Ethan’ın çözüme gitmesini kolaylaştırmasındaki zorlama tesadüf veya yine Ethan’ın CIA binasına inanılmaz hâkimiyeti gibi inandırıcılık problemleri olan film içeriği dert etmeden seyredilmesi gereken, bir parça düz ve aksiyonseverleri oyalayacak bir çalışma. Aksiyona odaklanmaktan çok, casusların macerasını anlatan bir dizinin bu ilk sinema uyarlamasının bir aksiyon olmaktan öteye geç(e)memesi ise dizinin yaratıcısı olan ve kendi kullandığı uçağın düşmesi nedeni ile henüz kırk yedi yaşında hayatını kaybeden Bruce Geller için talihsiz bir durum olsa gerek.

(“Görevimiz Tehlike”)

Blow Out – Brian De Palma (1981)

“Söyle bana, nedir bu? Bir tür komünist komplo mu ya da belki de sokakta elinde tüfekle dolaşan birkaç ayetullah vardır. Neden her şey bir komplo olmak zorunda?”

Tanık olduğu bir kaza sırasında kaydettiği seslerden yola çıkarak olayın bir cinayet olduğunu keşfeden bir ses teknisyeninin gerçeği ortaya çıkarma çabasının hikâyesi.

Avrupa sinemasından “Blow Up” filmine Amerikan sinemasından “Blow Out” ile verilmiş bir cevap. Michelangelo Antonioni 1966’da algılar ve sübjektifliği üzerine bir fotoğraftan yola çıkarak bir başyapıta imza atmıştı. Onun görsel algılar üzerine yaptığı denemeyi Brian de Palma ses üzerinden tekrarlıyor ve tıpkı ilk filmdeki gibi ortada bir cinayet olduğunu kanıtlamaya çalışan bir adamı anlatıyor. İlk filmdeki fotoğrafçı burada bir sesçiye dönüşürken iki filmin sinemasal değerleri pek de aynı ayarda değil. Palma algılar ve bunların gerçekliği üzerine herhangi bir “entelektüel” düşünce üretmiyor elbette ve süratle gerçeğin ne olduğunu değil gerçeği kanıtlama telaşındaki bir adamın aksiyon dolu hikâyesine kayıyor.

John Travolta’nın “yeterli” oyunu ile canlandırdığı sesçinin bu hikâyesi bir gerilim filmi olarak bugün biraz eskimiş görünse de, bölünmüş perde kullanımı, zumlar ve çarpıcı kamera açıları ile ilgi çekiyor öncelikle. Hikâyenin zaman zaman inandırıcılıktan uzaklaşması filme darbe vuruyor ve tadını çıkarmak için de bu kimi anlamsızlıklara takılmamak gerekiyor. Bir hayat kadının peşine düşen katilin onu öldürmek için kullandığı bıçağı kadını takip ederken girdiği bir marketin et reyonundan alması, katilin farklı bir kimlik ile çağırdığı kadının düşeceği tuzağın herhalde sadece kadın ve sesçi tarafından anlaşılmaması veya katilin bir odadaki yüzlerce kasedi tek tek silmesi pek yenilir yutulur anlamsızlıklar değil kesinlikle. Anlaşılan Brian de Palma Antonioni’den esinlenen bir filmden yola çıkmanın ve keyifli (ama kesinlikle düz) bir gerilim filminin çekmenin peşine düşüp inandırıcılığı zorlayan gelişmeleri pek de umursamamış. Katil karakterinin hayli zayıf ve tuhaf çizildiğini de buna eklersek senaryodaki aksamaları net bir şekilde belirtmiş oluruz.

“Ses” ile yola çıksa da ses ile eşleştirilen ve büyütülen görüntüler üzerinden de ilerleyen filmin ses ve görüntü kurgusu veya daha doğru bir deyiş ile sinemadaki kurgu üzerine bir film olduğunu da belirtmek gerek. Travolta’nın bugün komik görünecek teknolojiler (ses kaydı için omuza asılan o koca teyp örneğin, sıkı bir kahkaha attırabilir) ile gerçeği herkese anlatabilmek için yaptığı denemeler sinema sanatı meraklıları ve genel olarak görüntü ve ses düşkünleri için hayli keyifli anlara sahip bir eser yapıyor karşımızdaki filmi. Ucuz filmler için ses efektleri üretirken kahramanımız filmin başında çektikleri bir filmdeki cinayet sahnesi için “mükemmel” çığlığı arıyor ve bu çığlığı filmin sonunda gerçek hayatın içinden bulup çıkarıyor. Senaryonun bu parlak buluşu hem hikâyeye keyif katıyor hem de sanatın hayattan (veya tersi) etkilenmesinin bir örneğini oluşturuyor. Pino Donaggio’nun filmin atmosferine uygun müziği ve özellikle usta görüntü yönetmeni Vilmos Zsigmond’un çok başarılı görüntülerinin ayrıca zenginleştirdiği filmin özet olarak tekniğinin sağlam, anlatımının iyi ama hikâyesinin sıkıntılı olduğu söylenebilir. Finale yakın karşımıza gelen havai fişekler altındaki veda sahnesinin tek başına bile tekniğinin ne kadar sağlam olduğunu ispatlayabildiği film keşke hikâyesini daha inandırıcı kılabilse ve örneğin yine finaldeki Travolta’nın kahramanlık şovları gibi inandırıcılığın yanına bile yaklaşamayan sahnelerden uzak dursaymış. Evet bir Antonioni filmi beklemiyoruz ondan ama Palma en azından bu konuda daha hassas olsaymış. Son olarak filmin sadece “Blow Up” değil belki de en az onun kadar Francis Ford Coppola’nın “The Conversation” filminden de esintiler taşıdığını söyleyelim. Meraklısını tatmin edecek gerilimi ve iyi tekniği ile ilgi görmeyi hak ediyor özetle.

(“Patlama”)

Hi, Mom! – Brian De Palma (1970)

“Hepinizin siyahların tecrübesinden geçmenizi istiyorum ve sizler siyah olmanın kaybetmek demek olduğunu biliyorsunuz”

Vietnam’dan dönen bir gencin evinin penceresinden gizlice çekimlerini yaptığı komşularının görüntülerini satmaya çalışması ile gelişen olayların hikâyesi.

Brian de Palma’nın 1968 tarihli “Greetings” filmindeki ve yine Robert de Niro’nun canlandırdığı Jon Rubin karakterinin 1970 tarihli macerası. Kara komedi türündeki film “anarşist” yapısı ile hayli farklı bir çalışma. Kahramanımızı önce porno film endüstrisinde, sonra tiyatrocu olarak ve son olarak da aslında terörist olan bir sigortacı rolünde izlerken, film aslında bildiğimiz anlamda bir hikâyeye ve bütünsel bir yaklaşıma sahip olmanın derdinde olmadan sadece karşımıza etkileyici kareler getirmenin telaşında gibi görünüyor zaman zaman.

Hızlı bir kurgu, hızlandırılmış gösterimler, ara yazı kullanımı ve kimi anlarda başvurduğu zumlar ile film hayli genç bir hava taşıyor ve üzerinden geçen kırk iki yıla rağmen de bu havasını yitirmemiş. Evet yitirmemiş ama filmin bu genç havası ile sinemasal olarak ne kadar değerli olduğu ciddi bir tartışma konusu olabilir. Baştaki ev kiralama sahnesinden, karşı apartmandaki komşu kadını yatağa atma ve olan biteni filme çekme oyununa kadar film kara mizahın üst noktalarına ulaşıyor kimi anlarında ama belki de bilinçli bir tercih ile tüm bunları sinemasal bir bütünlük içinde bir araya getirmeyince seyrettiğimizden bir sinema filmi tadını almamız da zorlaşıyor. Örneğin gerçek zamanlı olarak çekilen ve filmin kesinlikle en etkileyici bölümü olan “Be Black Baby” bölümü kahramanımızı bir siyah tiyatro ekibinin parçası olarak karşımıza getirirken off-off-broadway’in de ötesine geçen bir tiyatro oyununu sergiliyor bizlere. Beyaz seyircilerinin bir siyah olmanın ne demek olduğunu anlamalarını hedefleyen tiyatro ekibi bu “kurbanlarına” etmedik kötü muamele bırakmıyor. Tüm bu eziyet sahneleri ve oyunun sonunda liberal bakışlı seyircilerin entelektüel yorumları kesinlikle seyredeni çarpan bir etkiye sahip. Bu siyah tiyatro bölümünün kendinden önceki bölümle ve sonraki bölümle hikâye açısından hiçbir bağının olmaması veya böyle bir bağ yaratmanın üzerinde bile çalışılmaması da seyredilen bölümün kendi başına başarısı dışında kalıcı bir sinema keyfi yaratılmasına engel oluyor doğal olarak.

Vietnam sonrası temelinden sarsılmaya başlayan bir toplumda eski değerlerin anlamını yitirmesi ve yerine yeni değerlerin koyul(a)maması ve ırkçılıktan kapitalizme (örneğin kahramanımızın sigortacı rolünde olduğu ve karısı ile tipik bir küçük burjuva ailesinin akşamını geçirdiği sahne aile düzenine sıkı ve komik bir yumruk atıyor) toplumun temel sorunları bu serbest anlatımlı filmin temaları ama söylenmek istenenler bu kadar serbest bir dille anlatılınca filmin de sanki dikişleri tutmamış. Kendi başlarına en kötü anında bile idare eder durumda olan sahneler birbirine dikilmemiş de öylesine tutturulmuş gibi. Eric Kaz’ın sıkı r&b melodileri ile süslenen film özetle tam bir “kara” film. Komedisinden ağırlıklı olarak ele aldığı karakterlere ve müziğine kadar bir kara film bu. 70 başlarında seyirciye gerçek Amerika’ya göstererek sarsmayı hedefleyen film bunu başarıyor ama bu sarsma daha çok filmin dağınıklığından ve çelişkili bir ifade ile söylemek gerekirse denetlenememiş anarşizminden kaynaklanıyor.

(“Merhaba Anne”)

Casualties of War – Brian De Palma (1989)

“Kimsenin umurunda değil. Herkese söyledim, herkese. Endişe etmene gerek yok. Beni öldürmeye çalışmana gerek yok. Yaptıklarını onlara söyledim ama hiçbirinin umurunda değil”

Vietnam savaşı sırasında genç bir askerin sivillere karşı savaş suçu işleyen arkadaşları nedeni ile yaşadılarının hikâyesi.

Brian de Palma’dan Vietnam travması yaşayan bir askerin hikâyesi. Bu kez sinema savaşın doğrudan kendisine değil, savaş sırasında tuzağa düşürülerek öldürülen arkadaşlarının intikamını bir köylü kızı kaçırıp defalarca tecavüz eden ve sonunda da öldüren askerlerin sivillere karşı işlediği suça odaklanıyor. Dost ile düşmanın, elbette Amerikalı askerlerin gözünde dost ile düşmanın, birbirine karıştığı bir ortamda kimin sivil kimin asker, kimin savaşın parçası kimin değil olduğunu anlamak elbette zor. Bu nedenle olsa gerek, film sivil kadına yapılanları “gereksiz” suçlar sınıfına koyuyor. Buradan “gerekli veya zorunlu” suçlar da olabilir düşüncesine kaymak doğru değil kuşkusuz ama film tek bir anında bile Amerikalı askerlerin orada ne aradığını sorgulamıyor ve karakterlerinin aklından bu konuda tek bir düşünce dahi geçmiyor. Üstelik suçun başlangıç nedeni olarak gösterilen, askerlerin sivil bir köyde tuzağa düşürülmelerinin neden o askerler için şaşırtıcı olduğunu anlamak da filmin iddiasının aksine mümkün değil. Yine de filmin onurlu bir askerin karşılaştığı tüm engellemelere rağmen suçluların cezasını çekmesi için yaptığı mücadeleyi anlatırken barış yönünde verdiği mesajı atlamamak gerek.

1969’da New Yorker dergisinde anlatılan gerçek bir hikâyeden esinlenen film Sean Penn’in biraz fazlası ile altı çizili oyunu ile canlandırdığı çavuşun neden olduğu olayları anlatırken, kimi anlarında çekici bir sinema diline kavuşurken kimi anlarında vasata kayıyor. Aslında filmi suçu ve bu suçun ekip içinde yarattığı tedirginliği ve çekişmeyi anlattığı sahneler ve geri kalan tümü olarak ikiye ayırmak mümkün; ilk sahneler filmin başarısının, diğerleri ise vasatlığının göstergesi oluyorlar. Bu vasatlığı örneklendirmek gerekirse, sondaki askerlerin sorgu sahnesi alelacele çekilmiş izlenimini veren sıradan kareler. Savaş sahneleri ise ya başlangıçtaki gibi sıradan ya da kaçırılan kadının trajik sonuna da tanık olduğumuz sahne gibi başarılı ama filmin odağını kaydıran ve Palma’nın teknik becerisini sergilemek için çekilmiş gibi görünen bölümler daha çok. Film Michael J. Fox’un masum bakışlarının da desteklediği ama en iyimser bir yorum ile idare eder bir şekilde canlandırdığı karakterinin yaşadığı ikilemi, ekiple ayrı düşmesini ve kaçırılan kadını nasıl kurtarması gerektiğini bulmaya çalıştığı sahnelerde hem sinema dili hem de içerik olarak doruk noktasında. Özellikle Fox’un kadın ile birlikte kaçıp kaçmama arasında kaldığı sahne filmin yüreklere de dokunan hayli başarılı bir anı.

Ennio Morricone’nin bu kez diğer çalışmalarından daha az gösterişli ve duygusal yanı ağır basan müziği eşliğinde anlatılan hikâyenin savaşın “maço” yanını sergileyebilmek gibi bir başarısı da var aslında. Askerlerin tüm o konuşmaları, küfürlerden cinsel içeriklerine, savaşın bir erkek icadı olduğunun da kanıtı oluyor bir kez daha. Öyle ki tecavüze katılmamanın eşcinsel olmak dışında bir açıklamasının olmadığı bu dünyada ayakta kalabilmenin tek yolu “erkekliğin” kuralları ile hareket etmek. Senaryonun, insanların her an ölebilecekleri için her türlü ahlâki kuralı unuttuğu bir yer ve zamanda, Fox karakteri üzerinden bunun tam tersini öne sürmesi ve insanların asıl her an ölebilecekleri için ahlâklı olmaları gerektiğini söylemesi takdire değer bir yanı ama yukarıda da belirttiğim gibi senaryo keşke bu etik söylemini savaşın varlığına, Birleşik Devletler askerlerinin orada ne aradığı konusuna da taşıyabilseymiş.

Başlangıçtaki ve sondaki otobüsteki Vietnamlı kız bölümün hikâyeye bir şey katmadığını ve özellikle bu kızın ağzından duyduğumuz kötü düşlerin muhtemelen bittiği ile ilgili gereksiz cümleleri unutursak, film sonuçta Palma’nın tekniğini başarı ile kullandığı, sert sahnelerden kaçınmadığı ama temel eksikliklerine karşın ne olursa olsun barışçı bir mesaj taşıyan bir çalışma. Kötü düşlerin bitmesine gelince, her ne kadar kız “sanırım” diyerek bir açık kapı bırakmış olsa da Amerikalı askerlerin sadece Vietnam’dan yıllar sonra Irak ve Afganistan’daki sivil cinayetlerini düşününce bile bu kötü düşün bitmeyi bırakın bir karabasana dönüştüğünü tereddütsüz biliyoruz.

(“Savaş Günahları”)