Vahşi Kan – Çetin İnanç (1983)

“Ondan nefret ediyorum. Dünyadaki insanlardan nefret ediyorum. O ölmeli, ölmeli!”

Üstün bir öldürme ve hayatta kalma becerisi olan komando kökenli bir adamın, peşine düşen kötülerden ve jandarmalardan kaçışının hikâyesi.

Senaryosunu Çetin İnanç ve Cüneyt Arkın’ın yazdığı, yönetmenliğini İnanç’ın yaptığı bir Türkiye filmi. Sinemamızın en fantastik ve bu alanda sınır tanımayan filmlerin yönetmeni Çetin İnanç’ın bu çalışması Ted Kotcheff’in bizde olduğu gibi tüm dünyada büyük ilgi gören 1982 yapımı “First Blood” (İlk Kan) filmininin izinsiz ve epey serbest bir uyarlaması. O filmde Sylvester Stallone’nin üstlendiği rolü Cüneyt Arkın’ın aldığı film İnanç’ın serbest bıraktığı hayal gücünün tipik bir örneği ve “o kadar kötü ki görmek gerekir” türünden bir çalışma. “First Blood”ın sadece hikâyesini değil, müziklerini de kullanan film zombilere kadar uzanan sınırsızlığı ile İnanç’a aşina olanları eğlendirecek, diğerlerini ise epey şaşırtacak bir yapıt ve yönetmenin başta “Dünyayı Kurtaran Adam” olmak üzere birkaç diğer yapıtı gibi kesinlikle yerli sinemanın kült örneklerinden biri.

2014 yılında düzenlenen “Fantasturka Türk İşi Fantastik Filmler Festivali”nde, çekiminden 31 yıl sonra bu filmini ilk kez seyrettiğini söylemiş Çetin İnanç ve eklemiş: “… sinemalarda gösterildi, ilk kopyayı bile seyretmedim. Çünkü vaktim yoktu, haftada 4 film çekiyordum”. Televizyon dizileri dahil, 150’den fazla yapıtta yönetmen olarak imzası olan İnanç festivalde gördüğü filmi beğendiğini belirtirken, o günün koşulları içinde “kurgu, resim ve kamera hareketleri”ni başarılı bulmuş ve eklemiş: “Başkası yapsa elini sıkardım”. Yaratıcısı sevmiş olabilir filmini ama ortada sinema sanatı açısından dikkate almayı hak edecek bir sonuç yok elbette ve zaten böyle bir hedef de güdülmemiş film çekilirken. Aksiyondan korkuya dramdan gerilime ve erotizme uzanan farklı türlerde gezinen yapıt adeta bir amatör sinema meraklısının kaotik bir çalışması havasını taşıyor ve işte tam da bu nedenle o kült statüsüne kavuşuyor.

Stallone’nin aksiyonseverlerin bayıldığı Rambo karakteri Amerikan sinemasında 5 kez çıktı seyircinin karşısına. Sonuncusu 2019 tarihli olan bu filmlerin ilk ikisini Çetin İnanç kendine has sineması ile “yerlileştirdi”: Cüneyt Arkın’ın başrolde oynadığı 1983 tarihli “Vahşi Kan” ve tümünü İnanç’ın yönettiği toplam dört filmlik kariyerinin ikinci çalışmasında Serdar Kebapçılar’ın (2024’te hayatını kaybetti) yer aldığı 1986 yapımı “Korkusuz”. Bu iki uyarlama elbette izinsiz çekilmişti ve elbette öykünün ana hatları hariç tamamen İnanç’ın özgün dünyasına aitlerdi. Göndermelerin temel amacı ise Rambo karakterinin bizim seyircimizden gördüğü ilgiden yararlanarak “ucuz ama eğlenceli” bir film yaratmaktı. Açıkçası bunu başarıyor da film; sadece “ucuz” olmakla kalmıyor, absürtlükleri ve elini hiç sakınmaması ile eğlendiriyor da. Bu eğlencelerin belki en önemli aracı da birbiri ardına karşımıza çıkan mantıksızlıklar ve absürtlüklerin hiçbirini kaçırmama telaşı. Özellikle bu nedenle gözünüzü hiç kırpmadan seyretmeniz gerekiyor ki bir filmin çekici olduğunun daha iyi bir kanıtı olamaz herhalde!

Anlatmaya değer ya da doğru dürüst anlatılabilecek bir öyküsü yok filmin. Rıza (Cüneyt Arkın) adında eski bir komando bu öykünün baş karakteri. Geçmişi hakkında verilen bilgiler yetersiz ama “eskiden iyi biri olduğunu ama koşulların ve kötü insanların onu suçlu ve kaçak durumuna düşürdüğünü” anlıyoruz. Filmin başlarında onu elleri kelepçeli ve iki jandarma erinin arasında yürürken görüyoruz ama nereye, söylemeye gerek duymuyor, daha doğrusu sonradan dağınık bir şekilde anlatıyor senaryo. Rıza’dan ölümüne nefret eden Haşmet (Hüseyin Peyda) ile iki oğlunun (Osman Betin ve Oktar Durukan) ve jandarmanın peşine düşmesini gerektiren bir kaçış olayı yaşanıyor ve sonrasında zombilerin de karıştığı bir absürt aksiyon olarak devam ediyor hikâye.

Çetin İnanç’ın sineması kurgudan sorumlu olanlar için, nasıl baktığınıza bağlı olarak, hem kolaylıklar hem zorluklar yaratan bir anlayışa sahip. Farklı sahnelerin art arda dizilişinde veya bir sahneyi oluşturan her bir çekimin sıralanışında bir yandan kurguyu yapan kişiye sınırsız özgürlük tanıyan bir sinema anlayışı bu; ama öte yandan böyle bir anlayıştan elle tutulur bir sinema değeri çıkarmak da pek kolay değil. Senaryodaki pek çok sahne nerede ise sadece kendi başına ele alınmış, öykünün içindeki yeri üzerinde hemen hiç düşünülmemiş ve seyirciden o ilk (ve ilkel) tepkiyi almak üzerine tasarlanmış. Örneğin açılıştaki motosikletli, arabalı ve bol gürültülü “çete elemanları” sahnesi olmasa da olur türden ama öte yandan bir aksiyon gürültüsü ve rahatsızlığı yaratma işlevi taşıyor. Bu sahneden geçiş yapılan parti sahnesi de kameranın hemen önüne yerleştirilen içki şişesinin (bu içki şişeleri her yer aldıkları görüntüde özenle kamaranın önünde ve neredeyse karakterlerden biriymiş gibi yer alıyor ki seyirciden hemen bir “içki alemi ve onun parçası olduğu yozlaşmanın / ahlaksızlığın tepkisi alınabilsin) çağrıştırdıkları ile benzer bir hızlı tepki alma isteğinin sonucu.

1970’lerin ikinci yarısında sinema salonlarımızı işgal eden ve erotizm dozu gittikçe artan “yerli seks filmleri” 1980 darbesi ile birlikte birden ortalıktan kaybolurken yerlerini arabesk şarkıcılarının filmlerine bırakmıştı. Darbecilerin çok güçlü olduğu bir dönemde çekilen bu filmde bu nedenle o erotik filmlere yakışır sahneleri kullanması mümkün değildi İnanç’ın ve o da bu problemi kadın bedenlerini mümkün olan hemen her sahnede bol bol sömürerek aşmaya karar vermiş anlaşılan. Kapının arkasında soyunan ve ışık nedeni ile bir siluet olarak görünen “soyunan kadın”, kadınların iç çamaşırlarına bol bol zum, evde her zaman iç çamaşırı ile dolaşan bir kadın ve zombilerin saldırısı sahnesinde bile kurban kadının erotik görüntülerini yakalama telaşındaki kamera kullanımı gibi pek çok örneği var bu sömürünün. Bu tercihler, hedef seyirci düşünüldüğünde, bir ölçüde anlaşılabilir belki ama öyle bir görüntü var ki hiçbir açıklaması olamaz yönetmenin tercihinin. Emel Tümer’in canlandırdığı ve senaryonun kendisine kaçmak, korkmak ve Rıza karakterine hayran olmak dışında hiçbir rol vermediği kadını araba kullanırken görüyoruz bu sahnede ama araç pedallarının arasına yerleştirilen kamera adeta kadının eteğinin içine odaklanıyor. Kameranın konumunun ve açısının filmde başka eğlenceli örneklerini de gördüğümüz ayrıksılığının çekici bir örneği olabilirdi bu tercih eğer yönetmen bir parça edepli olmayı akıl edebilseydi ve bir çözüm bulabilseydi bu sömürü görüntüsüne. Başrolde, soyunmasını ve sevişmesini beklemememiz gereken bir Cüneyt Arkın olunca ve senaryo Rıza karakterini olabilecek en aseksüel erkek olarak çizince, anlaşılan Çetin İnanç erotizmi tek başına kadın bedeni üzerinden ve dozunu kaçırarak üretmeyi seçmiş. Böyle olunca da Emel Tümer’in çıplaklığını / yarı çıplaklığını sergileyen kamera Rıza’nın değil, yönetmenin gözü oluyor ve bu görüntülerin seyirci için yaratıldığı gizlenemiyor (böyle bir derdi yok elbette İnanç’ın).

Film “First Blood” filminden öyküyü aşırmakla yetinmemiş ve o film için Jerry Goldsmith’in hazırladığı müzikleri de bol bol kullanmış baştan sona. Bunu yaparken de serbest stil çalışmış İnanç ve orijinalinde bir uçurum kenarında geçen sahnede kullanılan ve adı bu nedenle “Over The Cliff” olan parçayı örneğin, kendi filmindeki uçurum bölümünde değil, başka bir aksiyon sahnesinde kullanarak parçaya yeni bir anlam yüklemiş. Benzer bir anlam değiştirme örneği de, “Home Coming” isimli şarkının Rıza’nın kurtardığı kadınla ilk karşılaştığı sahnede bir romantizmi (veya ihtimalini) ima etmek için kullanılması.

Hızlı kurgu, hiç durmayan aksiyon ve sık sık doksan derece dönen kameranın sağladığı dinamizm yetmemiş olacak ki İnanç’a, hızlandırılmış gösterimlerin de peşine düşmüş ama sonuç bir mizah duygusu olmuş gereksiz yere. Oysa Cüneyt Arkın gibi sinemamızın aksiyona en yakın isimlerinden biri var filmde ve akrobasi hareketlerini hızlandırmak onun becerisinin değerini azaltıyor sadece. Bu becerinin en iyi örneklerinden birini hareket halindeki bir arabanın altına yerleşerek gösteriyor Arkın. Yine de, herhalde senaryonun gereği olarak oldukça “cool” bir karakteri canlandırdığı için, duygularını hiç ele vermeyen bir performansla oynamasına ve klişelerle dolu sahnelere ve diyaloglara rağmen filmin ana çekicilik kaynaklarından biri olabiliyor yıldız oyuncu. Onun yanında diğer tüm oyunculardan, figüranlar ve küçük rollerdekiler en iyimser ifade ile vasat oyunculuklar sergilerken, yardımcı karakterlerin hemen tümü adeta kendilerine “abartabildiğiniz kadar abartın” denmiş gibi canlandırıyorlar rollerini. Örneğin Hüseyin Peyda göründüğü tüm sahnelerde, yüz kaslarının tümünü sonuna kadar zorlayan mimiklerle öfke ve nefretini haykırıp duruyor.

Yumruk ve tekme sesleri efektlerinin hayli abartıldığı filmin bazı absürtlüklerini anmadan olmaz kuşkusuz; sonuçta filmi kült kılan en önemli unsurlardan biri bu saçmalıklar. Öncelikle zombileri anmak gerekiyor kesinlikle. Öykü ile hiçbir ilgisi ve önemli olmayan bu zombilerin neden ve nasıl ortaya çıktığını, bu karakterlerin senaryoya hangi düşünce ile yerleştirildiğini anlamak imkânsız. Üstelik hayli marjinal bu karakterlerin öykünün asıl kahramanı ile hiç karşı karşıya gelmemesi onları daha da anlamsız kılıyor ve akla gelen tek ihtimal, İnanç’ın “zombi de koyalım biraz” demesi oluyor. Diğer birkaç absürtlüğü de tek tek sıralayalım: Nasıl kurtulunduğu anlaşılmayan kelepçeler; jandarmaların öldürme sanatında usta bir adamı iki koluna girerek dağda yürütmeleri; yürüme hızı ile araç hızı arasındaki orantısızlık; sahneye üstü çıplak olarak başlayan bir adamın sonunda giyinik olması; kötü adamların silahlarının tabanca ile bıçak arasında değişip durması ve böylece Rıza’nın her zaman bir kurtuluş yolu bulabilmesi; şiddetli bir rüzgâr eserken tek bir yaprağın bile kımıldamaması; hastanede aynı yatağa yatırılan jandarmalar; Rıza’nın peşine düşen jandarmaların arama yapılan alanda dağılmak yerine toplu yürüyüşler yapması; yaratıcılık eseri olan ama kurbanlarına nasıl isabet ettirildiği anlaışılmayan tuzaklar; kovalamacayı yolcu taşımak için kullanılan türden bir minibüsle yapan güvenlik görevlileri; Cüneyt Arkın’ın, yaşadığı koşulların imkânsız kılacağı bir şekilde hemen hep sinekkaydı tıraşla gezinmesi ve “gizli” bir bomba mekanizmasından uzanan uzun ve iri kablolar…

Yengeç, yılan ve kurbağa yiyen ama bunlardan iğrenen kadın için ekmek domates bulacak kadar da centilmen olan eski komando Rıza’nın öyküsünde gövdelere saplanan objeler (ağaç dalları, kazıklar, bıçaklar vs.), bıçaklarla kesilen ve doğranan gövdeler ve boğazlar, canlı bir hayvanın bıçakla ikiye ayrılması gibi rahatsız edici sahneler var önceden bilinmesi gereken. Coğrafi ve jeolojik tutarlılık içermese de farklı ve çekici mekânları olan filmdeki diyaloglar arzu edildiği kadar “epik” olamamış ve ne Rıza’nın ne de diğerlerinin ağzından klasikleşecek replikler duyabiliyoruz. Bunun belki tek istisnası “İyilerle kötüler arasında bir savaş var ama iyiler kim?” cümlesi ama orijinal filmdeki pek çok unsur (Ted Kotcheff’in filminin kahramanı Vietnam’dan dönen bir “kahraman” askerdir ve en yakın arkadaşı Amerikan ordusunun Vietnam’da kullandığı portakal gazı nedeni ile yakalandığı kanserden ölmüştür örneğin) burada yer almayınca, bu cümle de boşa düşüyor.

Düşmanının “seni kasabaya sokmayacağız” dediği adamın bu uyarıyı dinlemeden yürürken adeta kasabaya giren Red Kit gibi ağzında bu çizgi roman kahramanı gibi bir sigara (sonradan bir karanfil sapı) ile değil ama bir kibrit çöpü ile yürümesi gibi önü arkası pek düşünülmeyen göndermeler de var filmde. Burada düşünülmeyen ya da umursanmayan husus, bu adamın ne daha önce ne de daha sonra sigara içtiğini görüyor olmamız. Anlaşılan Çetin İnanç bu tür anları ânın kendisini düşünerek yaratmış sadece ve ne gerçekçilik ne de öyküde bir yerinin olması gibi bir endişe taşımış. Sırtı ile bomba patlatan adam gibi eğlenceli buluşları olan film yönetmeninin “çılgın sinema”sının örneklerinden biri ve absürtlüğü sayesinde çekicilik kazandığı gibi, öykünün önemsizliği yapıtı “diller üstü ve tamamen görsel” de kılıyor.

Dünyayı Kurtaran Adam – Çetin İnanç (1982)

“Bu gözyaşı ölümlü insanın tek mutluluğu, sevgisi, umudu, bağlılığı, inancı. Çünkü kötüler gözyaşını bilmez, gözyaşından sonra nelerin geleceğini de bilmez”

Bir gezegene düşen iki Türk’ün dünyayı ele geçirmek isteyen büyücü ile mücadelelerinin hikâyesi.

Tartışmasız bir şekilde Türk sinemasının en kült filmi. O kadar kötü ki eğleneceksiniz ifadesini bile aşan derecede tuhaf ve kaotik bir film. 1970’lerde televizyonun toplumun hayatına girmesi ile ilk ciddi zorluk ile karşılaşan, 12 Eylül darbesi ile birlikte 1970’lerdeki tüm yaratıcılığına ket vurulan ve virüs gibi yayılan videonun yok oluşa doğru sürüklediği, kurtuluşu arabesk filmlerde arayan Türkiye sinemasında Cüneyt Arkın bir çıkış yolu olarak bu senaryoyu yazmış ve ortaya işte “bu” çıkmış. Arsızca, görüntülerden müziğe pek çok eserden “esinlenen” film tuhaflığı ile soluğunuzu kesebilir; ancak bu nefessiz kalma durumunu sağ atlatırsanız, işte o zaman sıkı bir eğlence ile buluşabilirsiniz.

Yönetmen Çetin İnanç 1982 yılında tam sekiz film birden çekmiş ama elbette bugün eğer hatırlanan bir tane varsa, o da işte bu film. İlki 1977’de çekilen “Star Wars – Yıldız Savaşları” filminin popülerliğinden yararlanmak için üretilen bu proje telif hakkı gibi “anlamsız” kavramları bir kenara koyarak yaratıcılarının akıllarına gelen her türlü eserden yararlandığı bir kolaj niteliğinde ama bu kolajı oluşturan parçalara bir anlam kazandırma, onlarla yeni ve farklı bir bütün yaratma derdi yok elbette ortada. Afişinde filmin hikâyesi ile ilgisiz bir şekilde “Galactica” kelimesini kullanan film “Star Wars” filminden aşırılan kısa sahnelerinin yanında müziklerini de deyim yerinde ise tam bir çorba mantığı ile ne bulmuşsa bir araya getirmek mantığı ile oluşturmuş; Bach’ın Toccata’sından aralarında “Flash Gordon”, “Moonraker” ve “Planet of the Apes” adlı filmlerin de bulunduğu pek çok sinema eserinin müzikleri birer birer sahnelere yamanmış. Senaryo ise esinlenmekten çok uzaylı canavarlarla savaşan iki Türk’ün filmi temasından yola çıkarak ve bu temayı herhangi bir zenginleştirme sürecinden geçirmeden tüm çağrışımlarına birer sahne yaratmak yöntemi ile geliştirilmiş görünüyor.

Muhtemelen sinema tarihinde bir anlatıcıdan duyduğumuz ve duyacağımız en uzun monolog ile başlayan film daha ilk anında sizi ele geçiriyor tuhaflığı ile. Bu tanıtım sadece uzun olmakla yetinmiyor, bu uzunluğunun da etkisi ile bir süre sonra söylenenleri anlamamaya başlıyorsunuz. Evet Türkçe konuşuluyor ama peş peşe gelen iki cümlenin birbiri ile hiç bağı olmadığını ve duyduklarınızın adeta birisinin farklı zamanlarda bir kenara aldığı notları rastgele okudukları olduğunu farkediyorsunuz. Bu girişten sonra işte, nefessiz bırakacak görüntüler art arda gelmeye başlıyor karşınıza; bacaklarına bağladığı koca kayalarla koşarak antreman yapan kahramanlarımız, peri bacalarından yaratılmaya çalışılan yabancı gezegen havası, tüm o karton dekorlar, kurabiye canavarlarını hatırlatan uzaylı yaratıklar ve çıkardıkları tuhaf sesler, yürürken sürüklenen bir teneke kutu sesi veren robotlar, gariplikleri ile en avangart sanatçının hayal etmesi imkânsız diyaloglar ve daha niceleri bu filmi kesinlikle farklı kılıyor.

Uzay gemileri olan ama beyinleri olmayan uzaylılar ile savaşan iki Türk rolündeki Cüneyt Arkın ve Aytekin Akkaya herhalde sinema tarihindeki en kötü oyunculukların verildiği filmde oradan oraya koşarak, atlayarak filmi götürüyorlar. Yönetmen Çetin İnanç belki de yüzlerce kez Cüneyt Arkın’ı havada taklalar atarken gösteriyor ama bu tercihin yanlış olmadığını göreceksiniz filmi seyredince; çünkü geri kalan tüm diğer sahnelerde oyuncu yakın plan çekimlerde anlamsız diyalogları duygusuz bir ifade ile seslendiriyor sadece. Yine de Arkın’ı aksiyon performansı için takdir etmek gerekiyor; o kadar çok atlayıp zıplıyor ki seyrederken siz yoruluyorsunuz. Filmin vasatın hayli altındaki oyunculuklarının seviyesini asıl düşüren isimler ise iki kadın oyuncu Füsun Uçar ve Necla Fide. Senaryonun gazabına da uğrayan bu isimlerin ilkinden masum, ikincisinden ise günahkâr bir erotizm istenmiş ve onlar da bunu vermeye çalışmışlar ama ortaya çıkan garip gülümsemeler ve göz süzmeler olmuş sadece.

Aslında film yönetmen Çetin İnanç’a ve senarist Cüneyt Arkın’a ait olduğu kadar ve hatta belki de daha fazla kurguyu yapan Necdet Tok’a ait. Onca anlamsız görüntüyü bir bütüne dönüştürmek bayağı sıkı bir beyin ve yürek ister açıkçası! Bilinen en basit anlamında bir hikâye gelişiminin, karakterlerin olmadığı ve sinema tarihindeki bir başka rekorun sahibi olacak şekilde bir kadın ve erkeğin onlarca sahnede saniyeler boyunca sürekli bakışmaları ile dikkat çeken film, dünya kültür tarihini de hallaç pamuğu gibi atmaktan çekinmiyor. Atlı uzaylılar ile savaşan Cüneyt “Malkoçoğlu” Arkın’dan onun karate ile alt ettiği Çinli kıyafeti içindeki adama, Hacı Bektaş-ı Veli üzerinden değinilen İslamiyet’ten fresklerle karşımıza gelen Hristiyan kültürüne film anlaşılan Cüneyt Arkın’ın o yaşa kadar maruz kaldığı (okuduğu, duyduğu, gördüğü vs.) ne varsa tümünü içine attığı bir koca kazandan elde edilmiş.

2006’da Kartal Tibet tarafından berbat bir devamı çekilen film, işte bu devam filminin başaramadığını başarıyor aslında; film tüm bu tuhaflığı sürekli ve tutarlı bir ciddiyet ile ele aldığı için bugün bir kült olmuş durumda. Devam filmi (“Dünyayı Kurtaran Adamın Oğlu”) ise bir komedi olmaya çalışan ve bunu denerken de ilkinin o garip ciddiyetini yitirdiği için saçmalayan bir eser olabilmişti sadece. Özetle bu kült film ancak görünce var olabileceğinize inanacağınız türden bir film olmayı da aşan ve görünce bile inanamayacağınız bir çalışma. Tuhaf, kaotik ve eğlenceli.