The One I Love – Charlie McDowell (2014)

“Ethan, ben burada oturuyorum ve sen bana bakıyorsun. Ben gerçeğim. Karşımda da sen oturuyorsun, değil mi? Oturmuş, sana bakıyorum. Senin mantığına göre, belki de gerçek olmayan sensin”

İlişkilerindeki ilk heyecanı yitirmiş bir karı kocanın evlilik terapistinin önerisi üzerine baş başa birkaç gün için gittikleri yerde karşılaştıkları tuhaf durumun hikâyesi.

Justin Lader’ın orijinal senaryosundan Charlie McDowell’ın çektiği bir ABD yapımı. Çok büyük bir kısmında sadece, evlilikleri sorunlu çifti canlandıran Mark Duplass ve Elisabeth Moss’u gördüğümüz film komedisi de olan bir gerilim havasında bir “Doppelgänger” hikâyesi anlatıyor ve böylece iki oyuncusu olsa da dört karakter arasında geçiyor temel olarak. Alçak gönüllü bir yapıt bu ve kısa sayılabilecek süresine rağmen zaman zaman tekrara düşer gibi olsa da seyirci ilgisini ve merak duygusunu canlı tutmayı başarıyor. Duplass ve Moss’un doğaçlamadan da beslenen sağlam performansları, ilk uzun metrajlı filminde McDowell’ın Charlie Kaufman’ı hatırlatan bir atmosfer yaratması ve elbette hikâyesinin ilginçliği ile ilgiyi hak eden bir yapıt bu.

Düşük bir bütçe ile çekilen ve ilk gösterimini Sundance’te yaptıktan sonra sinemalarda kısıtlı bir şekilde gösterime girebilen yapıtı alçak gönüllü bir “aile filmi” olarak nitelemek mümkün. Bu niteleme hikâyeden değil, filmin yapım koşullarından kaynaklanıyor. Yapımcı şirket başrol oyuncularından Mark Duplass’ın kardeşi Jay Duplass ile kurduğu Duplass Productions ve iki kardeş filmin yürütücü yapımcısı aynı zamanda. Çekimler yönetmen McDowell’ın annesi ünlü oyuncu Mary Steenburgen (sadece sesini duyduğumuz bir karakter rolünde kısa bir rolü var filmde) ve filmde terapist rolünü canlandıran üvey babası Ted Danson’ın evinde gerçekleştirilmiş. Yönetmenin o tarihlerdeki kız arkadaşı ünlü oyuncu Rooney Mara ise kostüm tasarımlarını gerçekleştirmiş. Hikâyedeki konuşmaların çoğunun doğaçlama olduğunu söyleyen Mark Duplass’ın bu ifadesi de yapıtın “aile arasında” gerçekleştirildiği savını güçlendiriyor; ne var ki tüm bu aile havası filmin alçak gönüllü atmosferine uygun ve Duplass-Moss ikilisinin güçlü oyunculukları ile film sadeliğin içinden dikkat çeken bir ses üretmeyi başarıyor.

Türkçeye çift-gezer olarak çevrilebilecek “Doppelgänger” Almanca bir ifade ve bir insanın tıpatıp kendisine benzeyen bir başkasını tanımlamak için kullanılıyor. Mitolojik boyutları da olan bu tema kuşkusuz önce edebiyatın, sonra da sinemanın ilgisini çekecek bir potansiyele sahip ve sanat da bu potansiyeli hakkı ile kullanageldi bugüne kadar. Dostoyevski’den (1846 tarihli romanı “Dvoynik – Öteki”) Nabokov’a (1936 tarihli romanı “Despair”) ve Broges’ten (1972 tarihli kısa hikâyesi “El Otro”) Stephen King’e (2018 tarihli romanı “The Outsider – Yabancı”) pek çok isim bu temayı eserlerinde kullandı. Sinemada da sessiz dönemden başlayarak pek çok filmin ele aldığı konulardan biri oldu bu: Robert Parrish’in 1969 yapımı “Doppelgänger”, Krzysztof Kieślowski’nin 1991 tarihli “La Double Vie de Véronique” (Véronique’in İkili Yaşamı), Dennis Villeneuve’ün 2013 tarihli “Enemy” (Düşman) ve Jordan Peele’ın 2019 tarihli “Us” (Biz) gibi pek çok başarılı örneği oldu bu temanın beyazperdede. Özetle söylemek gerekirse, sanatın bu temanın kendisine sunduğu potansiyeli bolca değerlendirdiğini rahatlıkla öne sürebiliriz. McDowell’ın ilk kez uzun metrajlı bir film için yönetmen koltuğuna oturduğu bu film ise evlilikleri eski tadını yitiren bir çiftin çözüm arayışı sırasında kendi “Doppelgänger”leri ile karşı karşıya gelmelerini anlatıyor eğlencesi de olan bir gizem ile birlikte.

Bir terapistin odasında açılıyor film; sorunun adını koymakta uzlaşan ama ortak bir çözüm bulamayan bir erkek ve kadının bir evlilik terapisti ile konuşmasına tanık oluyoruz. İlk günkü heyecan kaybolmuştur ve o heyecanı yeniden yaratma çabası açılıştaki trajikomik denebilecek sahnenin de gösterdiği gibi sonuçsuz kalmaktadır. Çift, terapistin önerisi ve başka çiftlerde işe yaradığı sözleri üzerine ıssız bir yerdeki güzel bir eve giderler kısa bir tatil boyunca baş başa kalmak için. Charlie McDowell hoş ve sade bir mizahın kendisini hep hissettirdiği hikâyesine böyle giriş yapıyor ve karı kocanın gittikleri yerde karşılaştıkları ile bir Doppelgänger öyküsü anlatmaya başlıyor. Özellikle erkek karakterin davranışları üzerinden seyircini eğlendirmeyi beceren film, hem onun hem kadının (ama özellikle de kadının) oradaki konuk evinde karşılaştıkları benzerlerinden etkilenmesini ve bunun sonuçlarını keyifli bir bir içerik ve dil ile anlatıyor. Yenilenen aşklar, yeni aşklar, ihanetler, kıskançlık, gizemli durumun uyandırdığı tedirginlik ve heyecan, tereddüt ve merak arasında gidip gelen hikâye tam da bu tür öykülerden beklenecek bir şekilde sona eriyor.

Danny Bensi ve Saunder Jurriaans imzalı orijinal müziklerin hikâyenin komedi ve gerilimine uygun tınılar taşıdığı filmde, çeşitli şarkıların yanı sıra kapanış jeneriği boyunca da The Mamas & the Papas’ın 1967 tarihli yorumu ile ”Dedicated to the One I Love” adlı klasik şarkıyı dinliyoruz. Bu şarkının sözleri arasında yer alan “Love can never be exactly like we want it to be” (Aşk asla tam bizim olmasını istediğimiz gibi olamaz) iki kahramanın arayışına bir cevap olabilir çünkü özellikle kadının bu aşkı bulduğuna inanması hikâyenin gidişini beklenmedik bir şekilde değiştiriyor. Başta merak duygusu ile başlayan arayışta, gizemi çözme merakının uzandığı nokta ve yolun başında belirlenen kuralların unutuluvermesi hikâyeye çekicilik katarken, film karakterleri üzerinden seyirciye de şu soruyu sorduruyor: Birisini yine onunla aldatmak ihanet midir? Bir kadın/erkek bir erkeği/kadını o kişinin daha “iyi” bir versiyonu (ama yine kendisi) ile aldatırsa bu klasik anlamı ile bir ihanet midir? Filmimizde erkeğin kadını önce başka birisi ile, sonra da kadının kendisi ile yatarak aldatması (evet, biraz kafa karıştırıcı olabilir) ihanetin tanımını yeniden düşündürtecek değerde.

“Dört” karakter bir araya geldiğinde hikâyenin gücü ve çekiciliği bir parça azalıyor. Gizem (en azından bir kısmı) çözüldüğünde de bir parça daha fazla etkileyicilik bekliyorsunuz açıkçası. Neyse ki bu son bölümlere kadar; sadece gizemin kendisi değil, neden oldukları da önemli ve değerli hikâye açısından. Bu açıdan başarılı bir senaryo var elimizde ve bu sayede film çekiciliğini hemen hep koruyor. Buna karşılık nispeten kısa sayılabilecek 91 dakikalık süresine rağmen filmin zaman zaman bir tekrar hissinden kaçınamadığını da kabul etmek gerekiyor. Açık bırakılan noktaların bazıları (örneğin final) doğru seçimler olarak görünürken, bazılarının belirsizliği (Doppelgänger karakterlerin fiziksel benzerliklerinin nasıl sağlandığı gibi) bir eksiklik duygusu yaratıyor açıkçası.

Oyuncuların derinden bir mizahı hep hissettiren performansları ve uyumları; romantizmi, mizahı, gizemi ve gerilimi başarılı bir biçimde bir araya getirebilmesi; “Twlight Zone” tarzını modern bir şekilde yeniden yaratabilmesi ve Doug Emmett’ın hemen tamamı iki (sonra da dört) karakter arasında geçen bir hikâyeyi yalın ve doğru bir şekilde görüntüleyerek tempo oyunlarına girişmeden hareketliliği sağlayabilmesi gibi artıları olan film günümüz aşkları (ve evlilikleri) ve kaçınılmaz tıkanma noktaları üzerine bir fikir jimnastiği olarak da görülebilecek ilginç bir yapıt ve izlenmeyi hak ediyor.

(“Tek Aşkım”)