Dunkirk – Christopher Nolan (2017)

“Düşman Britanya ve Fransa ordularını denize doğru sürdü. Dunkirk’te sıkışan ordular kaderlerini bekliyorlar. Kurtulmayı umut ederek… ve bir mucizeyi”

İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlar tarafından Dunkirk sahilinde sıkıştırılan müttefik kuvvetlerinin tahliye edilmesinin hikâyesi.

Dunkirk’ten (Fransızca orijinal adı ile Dunkerque) 330 binden fazla askerin kurtarıldığı ve savaşın kaderini tayin eden olaylardan biri olan ünlü tahliye hareketi daha önce de doğrudan ya da dolaylı olarak sinemada hayat bulmuştu. Leslie Norman’ın 1958 Birleşik Krallık yapımı “Dunkirk” ve Henri Verneuil’in 1964 Fransa ve İtalya ortak yapımı “Week-end à Zuydcoote – Dünkerk Kahramanları” adlı filmlerinin örnek gösterilebileceği bu filmlerden ilki Britanya ordularına ve tahliyeye odaklanırken, ikincisi Fransızlara odaklanarak anlatmıştı hikâyelerini. Christopher Nolan’ın yazdığı ve yönettiği, hikâyesi açısından Norman’ın filmine daha yakın duran bu çalışma savaşın ortasında yaşanan tarihî bir olayı savaşın kendisinden çok, o savaşın parçası, belki de daha doğru bir ifade ile kurbanı olanlar açısından anlatan hayli etkileyici bir çalışma. Aynı anda üç farklı yerde (denizde, havada ve karada) geçen üç ayrı yan hikâye anlatıyor senaryo bize ve Nolan’ın teknik yanı güçlü ama her karesinde insanı, savaşın dehşetini birebir yaşayan gençleri öne çıkaran filmi savaşın tüm o gürültüsüne rağmen “hümanist” bir içerikle çıkıyor karşımıza. Filme hiç uymayan bir sahne dışında milliyetçilikten, propagandadan uzak duran film hem teknik hem sanatsal açıdan izlenmeyi kesinlikle hak eden bir sinema eseri.

Tarihteki örneklerden ve bunların sinemadaki karşılıklarında gördüklerimizden farklı bir tahliye filmin bize anlattığı. Bunun da birkaç nedeni var: Başarı ile tahliye edilen asker sayısının büyüklüğü; hep alıştığımızın tersine askerlerin sivillere değil, sivillerin askerlere yardımcı olduğu bir tahliye olması ve bu tahliyenin bir yenilginin işareti olmaktan çok bir zafere giden yolun önemli taşlarından biri olması. Christopher Nolan yakın tarihin bu önemli olayını insan boyutunu öne çıkararak anlatıyor ve filmini “savaş filmleri”nden çok farklı bir yere yerleştiriyor böylece. Daha açılış sahnesinde, ıssız sokaklarda dolaşan altı İngiliz askerinden beşinin vurulduğu ve sonuncusunun kaçarak kendisini Dunkirk sahilinde bulmasından kahramanlıkların değil hayatta kalma mücadelelerinin anlatılmasına kadar film hemen her karesinde tek tek insanları en önemli konuma yerleştiriyor. Havada geçen çarpışma sahnelerinde pilotların yüzünü hemen hiç göremememize rağmen örneğin, hikâyenin vurguladığı pilotların kendisi oluyor yine de ve bunu yaparken Nolan, bu çarpışma sahnelerinden “aksiyon” bekleyenleri de ihmal etmiyor ama süslemiyor bu aksiyonu ve bir kahramanlık gösterisinin aracı yapmıyor.

Bir savaş filmi veya savaşın ortasında geçen bir film yapıldığında, özellikle de bu savaşın Nazilere karşı olduğu düşünülürse, bir takım klişelere başvurma tuzağından kurtulmak pek kolay olmasa gerek ve bu klişelerden biri de tarafları iyi ve kötü olarak etiketlemek. Bu tuzaktan hikâyesinin içeriği açısından bakıldığında ustalca sıyrılmış Nolan. Buna karşılık Alman askerlerin filmin son sahnelerinden birine kadar, silahlarından çıkan kurşunlar ve uçaklarından attıkları bombalar dışında “bir insan” olarak hiç yüzlerinin görünmemesi taraflardan birini doğal olarak “insan dışı” bir konuma yerleştiriyor. Almanların göründükleri tek sahnenin çok kısa olması ve yüzlerinin net olmamasının yanısıra, o sahnede Dunkirk üzerinde epey yararlı işler yapan bir İngiliz pilotu -bir kahramanı- esir almaları da bu algıyı pekiştiriyor. Aslında çok da önemli değil bu durum; çünkü Nolan’ın filmi taraflardan birinin hikâyesini anlatırken diğer tarafı şeytanlaştırmak gibi bir yanlışa düşmüyor kesinlikle. Filmin bu açıdan asıl problemi Hollywood’un popüler filmlerinin Oscar ödüllü bestecisi Hans Zimmer’in bir sahnedeki müzik tercihi ve aynı sahnede Nolan’ın da adeta bu müziğe uyarcasına bir “kahramanlık” hikâyesine uyan görüntülere yer vermesi. Bu sahnede Hans Zimmer, İngiliz besteci Edward Elgar’ın Britanya vatanseverliği ile ilişkilendirilen “Nimrod” adlı eserinden yararlanmış ve ortaya bir kahramanlık melodisi ve bu melodinin temel yaratıcısı olduğu bir kahramanlık havası çıkmış. Oysa bu sahne dışında Zimmer’in Oscar’a aday da gösterilen müziği hayli başarılı ve hikâye boyunca karşımıza gelen binlerce askerin hayatta kalma çabasının doğurduğu gerilimi çok iyi işliyor ve görsel gücü yüksek filmin görüntülerin “güzelliği”ne kattığı tedirginlk ile bu görüntüleri gerçek ve doğal kılıyor. Ne var ki şunu da eklemeli: Zaman zaman fazla konuşan bir müzik bu ve hemen hiç susmuyor.

Bin figüranın kullanıldığı kalabalık sahnelerin ustaca yaratılmış ve düzenlenmiş sahnelerinin göz doldurduğu film “Mendirek”, “Deniz” ve “Hava” adını taşıyan üç farklı yerde geçen bir şekilde anlatıyor hikâyesini. Bu hikâyelerin kahramanları birbirleri ile doğrudan hemen hiç karşılaşmıyorlar ama ustaca yazılmış senaryo onları birbirinden ayrılamayacak bir şekilde bir bütünün parçası kılmayı başarıyor. “Dunkirk’te olanlardan hayatı etkilenen herkes”e ithaf edilen film savaşın eninde sonunda bir cehennem olduğunu kanıtlıyor bu kahramanların ve diğer binlerce askerin hayatlarını tüm duyguları ile birlikte öne çıkararak. Çığlıklar, yardım haykırışları, korkudan umuda gidip gelen yüzler Oscar’a aday gösterilen ses çalışmasının dozunu artırdığı bir gerilimin parçası olurken, denize düşen veya atlayan ve orada umutsuzca çırpınan askerleri, cansız bedenleri denizde yüzen ve denizin gelgit nedeni ile önce alıp sonra tekrar karaya sürüklediği gençleri ürperten bir gerçekçilikle sergiliyor film.

Bir teknede, bir uçağın içinde, bir mendirek üzerinde, bir sahilde ve denizin ortasında fiziksel ve ruhsal olarak sıkışmış bir durumda olan binlerce insanı herhalde daha iyi anlatılamaz dedirtecek bir ustalıkla sergiliyor Nolan ve ortaya -olumlu anlamı ile- “yorucu” bir sonuç çıkarıyor. Yorucu bir film bu; çünkü sahildeki sahneleri tahliyenin gerçekten tam da yaşandığı yerde çekme tercihinin de gösterdiği gibi gerçekçiliği ve tarihin o özel anında orada bulunan binlerce askerin içinde bulunduğu koşulları ve sahip oldukları ruh hallerini olduğu gibi yansıtıyor bize ve yoğunluğu ile kesinlikle etkiliyor. “Mendirek” bölümünde bir hafta, “Deniz” bölümünde bir gün, “Hava” bölümünde ise bir saat süren hikâyeler anlatıyor bize Nolan ve bu farklı süreleri olan hikâyeleri aynı zaman dilimi içinde başlayıp bitiriyor zaman üzerinde oynadığı bir oyunla ve bu da senaryonun kurgusunun başarısının bir örneği oluyor. Gerek bu kurgu gerekse açılış sahnesinde Almanların elinden kurtulan tek askerin koşarak ulaştığı yerin adeta gerçeküstü havası ve az ötede görünen savaştan uzak bir sessizlik ile kendisini karşılaması gibi “oyun”lar filmin gerçekçilik duygusunu hiç zedelemiyor. Buradaki oyunların rahatsız edici olmayıp aksine filmi zenginleştirmesi ve yönetmenin “Inception – Başlangıç” filmindeki yapay bir derinliği olan kompleks yapının içerdiği oyunların aksine rahatsız etmemesini de yönetmen adına ayrıca olumlu bir puan olarak ekleyelim.

Zengin oyuncu kadrosunun karakterleri ezmediği, görsel gücü yüksek ve sık sık dokunaklı ve sorgulayan/sorgulatan bir hava yakalayan film görülmeli, özetle söylemek gerekirse.

The Prestige – Christopher Nolan (2016)

“İnsan imkânsızı yakalayabilir sözünü bilir misiniz? Yalan! İnsan imkânsızın ötesine geçebilir”

En büyük numarayı bulmanın peşine düşen ve kişisel bir kavgaları da olan iki sihirbazın hikâyesi.

İngiliz yazar Christopher Priest’in aynı adlı, ödüllü romanından uyarlanan bir ABD – İngiltere ortak yapımı. Senaryosu Nolan kardeşler (Christopher ve Jonathan) tarafından yazılan filmin yönetmenliğini Christopher Nolan üstlenmiş. 2006 yılında sihirbazlarla ilgili çekilen üç filmden biri olan çalışma seyirciden de epey ilgi gören bir eser olmuş ve hikâyenin neden Nolan’ın ilgisini çektiğini kanıtlamak istercesine oyun içinde oyun havası ile “zekâ”ya da hitap etmiş. Sağlam oyuncu kadrosu, dönem filmi olmanın hakkını veren başarılı set ve kostüm çalışmaları ve Nolan’ın becerisini sonuna kadar gösterdiği yönetmenlik çalışması ile ilgi göstermemenin zor olduğu bir film bu. Buna karşılık, pek çok Nolan filmi gibi kendisini fazlası ile önemsemesinden de kaynaklanan fazla gösterişli oma çabası ve tekrara düşmek gibi kusurları da var.

2006 yılı sinemada adeta sihirbazların ve sihirin yılı olmuş ve üç film birden gösterme girmişti onları konu edinen: Neil Burger’ın “The Illusionist – Sihirbaz”, Woody Allen’ın “Scoop” ve Nolan’ın bu filmi. İki illüzyonist arasındaki kişisel ve meslekî rekabetin en uç noktalara taşındığı bir hikâye anlatan film, iki ana karakterinin mesleğine uygun olarak oyunlar anlatıyor bize ve Nolan’ın alamet-i farikası olduğu gibi oyun içinde oyunlarla ilerliyor. “Inception – Başlangıç” filmindeki rüya içinde rüya içinde rüya… motifinin kullanımı ile adeta seyircisini bir zekâ oyununa davet etmiş ve hikâyenin “kompleks”liğinden yılmayanların da kendisini ayrıcalıklı hissetmesini sağlamıştı Nolan nerede ise. Burada da iki rakip birbirine oyunlar oynayıp dururken veya birbirlerinin oyununu bozarken benzer bir çabanın içinde oluyor Nolan ve aynı havayı yakalıyor. Bu işe yarıyor mu sorusunun cevabı ise bir noktaya kadar evet daha çok. Evet, rekabet ve oyunlar hikâyeyi ayakta tutuyor ama bir yerden sonra da tekrara ve zorlamaya düşüyor film. Hırs ve tutkuların, belki bunlardan da çok rakibini alt etmenin hikâyesi oldukça profesyonel bir anlatımla ve sağlam bir kadro ile karşınıza çıkınca etkilenmemek pek kolay değil ve bu film de sonuçta amacına ulaşarak geniş kitleler için çekici bir seyirlik olmayı başarıyor. Hikâyenin uzadıkça uzayıp içine gizemli bilim adamı Tesla’yı ve bir çeşit klonlamayı da almasından sonra -eğer filme araya bir mesafe koyarak bakabiliyorsanız-, bu kadarı da fazla oldu demeniz oldukça muhtemel. Sonuçta bu bir Nolan filmi olarak kendisine hayran; dolayısı ile biçimsel güzelliğini ve zekâya hitap eden içeriğini uzun uzun seyrediyor ve sizden de aynısını istiyor.

İki rakibi canlandıran Christian Bale ve Hugh Jackman, sihir numaralarını hazırlayan mühendis rolündeki Michael Caine, her iki illüzyonistin de yardımcısı ve sevgilisi olan Scarlett Johansson, Tesla’yı oynayan David Bowie ve rakiplerden birinin eşini canlandıran Rebecca Hall… Evet, güçlü bir kadro bu ve varlıkları ile bile belli bir ilgiyi garantileyen isimler olarak filme katkı sağlıyorlar. Karakterlerinin hırs, rekabet, intikam, trajedi gibi öğelerle hayli yoğun olarak yaşadıkları hayatlarını gerçekçi ve takibe değer kılan bu isimler içinde Jackman’ın bir parça öne çıktığını da söyleyelim. Kadın oyuncuların karakterlerinin tıpkı gösterinin asıl kahramanlarının erkekler olması gibi bir parça geride kaldığı filmde rekabet kavramının üzerine epey oynamış hikâye ve sadece iki illüzyonistin arasındakini değil, Tesla ile Edison arasındakini de almış kapsamına. Bilim veya bir sahne sanatı fark etmiyor demek ki; rekabet her zaman ölümcül olabiliyor diyor film bize.

Açılışta Michael Caine’in karakteri filmin adına da esin kaynağı olan “prestij” kelimesinin anlamını açıklıyor bir çocuğa ve bize. Filme (ve uyarlandığı romana) göre illüzyon sanatı üç aşamadan oluşuyor: “Vaat” (seyirciye “sıradan” bir nesnenin gösterilmesi ve nesnenin sıradanlığını kendisinin kontrol etmesinin istenmesi), “Dönüştürme” (sıradan/olağan nesnenin olağanüstü bir şeye dönüştürülmesi ki bu aşama etkileyicidir ama asıl vurucu olan değildir çünkü bir şeyi kaybetmekten çok onu geri getirebilmektir marifet ve bu da son aşamada yapılandır) ve “Prestij”. Filmimiz doğrudan bu aşamaları izlemiyor belki ama yok ettiği “şeyler”i finalde karşımıza geri getirerek kendi “prestij” anını yakalıyor. Ne var ki bu prestij anının geleceğini de fazlası ile belli ediyor ilginç bir şekilde ve bu da finali olumsuz anlamda etkiliyor doğal olarak. Bu derece oyun içeren ve kronolojik bir anlatımı olmayan bir hikâyenin zaman zaman fazlası ile düz görünmesi ve daha da önemlisi, bu derece oyun içeren bir filmin nedense bir parça soğuk bir dil ile anlatılmış olması da olumsuz noktalar olarak dikkat çekiyor. Sonuçta, tüm kusurlarına rağmen Nolan’ın filmi ticarî sinemanın zanaatkârlığının usta bir örneği olarak ilgiyi hak ediyor.

(“Prestij”)

Interstellar – Christopher Nolan (2014)

interstellar“Sevgi, zaman ve uzay boyutlarını aştığını algılayabildiğimiz tek şey. Belki de ona güvenmeliyiz, henüz onu tam algılayamıyor olsak da”

İnsanlığın kurtuluşu için uzayda yeni bir dünya arayan kâşiflerin hikâyesi.

Christopher Nolan’dan senaryosunu kardeşi Jonathan Nolan ile birlikte yazdığı bir bilim kurgu hikayesi. Üç saate yakın süresi, kara delikler ve solucandeliği, görecelik, zaman ve uzay kavramlarını ve elbette “kurtuluşumuzun bağlı olduğu” sevgi kavramını içine alan felsefî hikâyesi ve görsel gücü ile özellikle filmlerde zekânın izini arayanların çok beğendiği ve 2014’ün de en çok konuşulan sinema eserlerinden biri olmayı başarmış bir yapım. Projenin yönetmeni olarak ilk düşünülen isimlerinden birinin neden Spielberg olduğunu izah eden bir “aile” kutsallığı havasını fazlası ile barındırsa da, bilimin önemini ve “mürşitliğini” öne çıkaran hikâyesi, onca özel efektine rağmen hikâyenin görsel bombardıman altında ezilmesine çoğunlukla izin vermemesi ve sağlam anlatımı ile önemli bir film bu ve bireysel olarak hayatta kalma içgüsüsünün koşullar ne olursa olsun ve karşılığında ne feda edilirse edilsin ne kadar güçlü olduğunu anlatan hikâyesi ile görülmeyi hak eden bir çalışma. Tıpkı “Inception – Başlangıç” gibi bu Nolan filminin de bir entelektüellik ve zekâ gösterisi havasından kaçınamadığını akılda tutmakta da yarar var.

Amerikan sinemasının erkek kahramanları sadece dünyayı değil ailelerini de kurtarma telaşındadırlar hep ve bu kahramanlar eylemleri ile bilerek veya bilmeyerek ihmal ettikleri ailelerini hikâyenin finalinde bir şekilde kurtarmayı ve kendilerini affettirmeyi başarırlar. Spielberg filmlerinde sıkça rastlanan bu öğe, Nolan kardeşler imzalı bu filmin de tam göbeğinde yer almış. Karakterler kara deliklerin içinden geçer ve ötesini görürken, zaman ve uzay kavramları ile oynar ve bu kavramların oyununa gelirken bu tema her anında kendini hissettiriyor filmde. Evet, hayatta kalma içgüdüsü ve kendi sevdiklerini koruma arzusunun tüm insanlığın geleceğini kurtarma hedefi ile çelişmesi üzerinden ilerleyen hikâyede bu aile hassasiyeti diğer örneklerdeki kadar sırıtmıyor belki ama dozun hayli kaçtığı da açık. Ölen annenin de boşluğunu doldurmaya çalışan babanın kendi ailesinden başlayıp tüm insanlığı kurtarma çabası göz yaşartıcı ve gereksiz kimi (neyse ki az sayıda) sahneler ile sergilenirken Nolan’ın neden Spielbergvari bu havadan yeterince kaçınmadığını düşünmemek mümkün değil.

Filmin görsel ve işitsel unsurlarına söylenecek tek bir olumsuz cümle yok ve bunları destekleyen, Hans Zimmer imzalı müziğin kimi sahnelerde (örneğin iki uzay aracının kenetlenme sahnesinde Zimmer’in notaları göz yaşartacak denli güzel ve hikâye için “doğru” görünüyor) tüyler ürpertici güzelliği de aynı şekilde kesinlikle çok etkileyici. Burada filmin iki temel başarısını vurgulamak gerekiyor: Oscar kazanan efektleri tasarlayanlar nadiren ulaşılabilen bir başarıyı yakalamışlar ve aynı anda hem güçlü, hem gerçekçi hem de yalın olmayı becermişler. Gerek bu özellik gerekse efektleri bir şova dönüştürmeden, hikâyeyi destekleyecek/zenginleştirecek ve hemen hiç önüne geçmeyecek şekilde kullanma tercihi ciddi bir takdiri hak ediyor ve filme kalıcılığı tartışılmayacak bir başarı getiriyor. Şunu söylemek mümkün elbette: İnsanlığın akıbeti üzerine içi dolu laflar edebilmek için her şeyin bunca büyük olduğu bir yapımı tercih etmeye gerek var mıydı? Bunun cevabı, eğer sinemanın bir şovdan öte bir sanat olduğunu düşünüyorsanız, elbette hayır ama en azından karşımızdaki film şov dozunu Hollywood’un güncel pek çok örneği ile kıyaslandığında iyi ayarlamış ve derdinin görüntü ve ses bombardımanı altında kaybolmamasını -her zaman olmasa da- sağlamış.

Yüzlerce kişinin çalıştığı ama nasılsa gizli kalabilen bir proje, kahramanımızın böylesine önemli bir keşif seferinin başına hiçbir sorgulamaya girilmeden geçirilmesi, adeta bir soğuk savaş dönemi hikâyesi anlatılıyormuş gibi dünyayı Amerikalıların tek başına kurtarmaya soyunması ve yeni bir galakside ABD bayrağının dikilmesine fırsat sağlanması, Amerikan sinemasının asla vazgeçemediği “en zor anda bile espri yapan kahramanlar” klişesinden (“Bruce Willis Uzayda”) kurtulamaması, kimi diyalogların zayıflığı veya zorlama duygusallıklara başvurmak gibi önemli zayıflıkları olsa da ve finali içeriği ve mizansen anlayışı ile filmin geneline yakışmayan bir sıradanlığa sahip görünse de görülmesi gerekli bir film bu.

(“Yıldızlararası”)