Frozen River – Courtney Hunt (2008)

“Sınır devriyesi seni durdurmaz. Unutma, sen beyazsın”

Birleşik Devletler ile Kanada arasındaki sınırı yasa dışı yollardan geçen mültecilere yardım ederek para kazanan biri Kızılderili diğeri beyaz Amerikalı iki kadının hikâyesi.

Bağımsız Amerikan sinemasından çarpıcı bir film. Bu tür filmlere yer veren hemen her festivalden ödüllerle dönen film hayatta kalmak için her yolu denemeye mecbur kalan ve görünüşte herhangi bir ortak yanları olmayan iki kadının direnmelerini ve kendilerine bir çıkış yolu bulmaya çabalamalarını anlatıyor. Kadınların farklılığı aslında sadece görünüşte çünkü her ikisi de yoksullukla mücadele ediyor ve daha da önemlisi ikisinin de tüm çabalarının ve kararlarının arkasında ortak bir güçlü duygu var; annelik her iki kadının da hikâyesini belirleyen en temel güdü oluyor film boyunca.

İçinde bulunduğu koşullar nedeni ile güçlü ve sert bir kadına dönüşmek zorunda kalan ama aslında en hassas duygulardan biri olan anneliğin motivasyonu ile mücadelesini sürdürebilen kadın rolünde Melissa Leo olağanüstü bir iş çıkarmış. Sanatçı kendini planlamadığı ve alışık olmadığı işlerin içinde bulmanın şaşkınlığını yaşayan ama bir yandan da yapmaya çalıştıkları için gereken gücü toparlamaya uğraşan kadını seyredeni etkileyecek bir performans ile canlandırıyor ve filme senarist/yönetmen Courtney Hunt ile birlikte damgasını vuruyor. Hunt bu ilk sinema filmi ile aldığı onca ödülü hak eden olgun bir iş çıkarmış. Denetlenememiş bir duygusallığa kaymaya müsait olan bir hikâyeyi sakinlikle ve abartıdan uzak bir biçimde sinemalaştırarak takdiri hak ediyor. Melissa Leo’nun yakın plan yüz çekimlerinde örneğin, başarılı kareler elde etmiş.

Film iki kadının hikâyesini anlatırken diğer taraftan günümüz dünyasının en büyük sorunlarından biri olan kaçak göçmenler konusunu da bir arabanın bagajında sınırı geçmek zorunda kalan tüm o Çinli ve Pakistanlı insanlar aracılığı ile belki ana konusu yapmadan da olsa getiriyor karşımıza. Sıradan insanların hayatındaki ırkçı önyargıları da Pakistanlı aileden duyulan korku aracılığı ile sergiliyor yönetmen. Aslında filmin tüm temaları aynı noktaya işaret ediyor; içinde yaşadığımız toplumdaki ve genel olarak dünya üzerindeki eşitsizlikler ve adaletsizlikler. Bu kapsamda bakıldığında filmin iki kadın kahramanı ile kaçak göçmenler arasında bir fark yok. Tümü onurlu ve insanca bir hayatın peşinde sadece.

Filme sinen yoğun annelik duygusundan da söz etmek gerek. Hem iki kadın kahramanımız hem de Pakistanlı kadının tüm o mücadelesi aslında çocukları için. Yönetmen hikâyesini annelik ve aile olma kavramları üzerinde dolaştırıyor ve kimi zaman öngörülebilir gelişmeler içeren senaryosunu bu kavramların ifadesi için araç olarak kullanıyor. İki kadın arasında önce çıkarların ortaklığı ile başlayan ve sonra kader birliği üzerinden dostluğa dönüşen ilişkinin finalde geldiği nokta belki fazlası ile tahmin edilebilir ama etrafı saran o kasvetli ve soğuk havaya karşılık filmin böyle bir umudu sunmaya da hakkı var diye düşünüyorum.

Umut, dostluk, sevgi ve dayanışma üzerinden anlatılan bir hikâye. Dünyanın lideri Amerikalıların yok ettikleri bir yerli toplumunun içinde bulunduğu koşulları da samimiyet ile gösteren film, ezilenlerin dayanışmaktan başka yolları olmadığını gösteren hikâye adına uygarlık denen kurumun hemen her zaman birilerinin yok edilmesine dayandığını ve nerede yaşarsak yaşayalım düzenin değişmediğini söylüyor bize; bir güçlüler var bir de zayıflar. Belki bir parça naif bir finali var filmin ve yılbaşı ağacının altına hediye koyma telaşı gibi duygusal etkileyiciliği garanti olan kolay yollara da sapmış ama sinemanın zengin ve güçlülerin romantik komedilerinden ibaret olmadığını hatırlatan bu tür filmlere ihtiyaç var her zaman.

(“Donmuş Irmak”)