Games – Curtis Harrington (1967)

“Bu silaha kim dokundu? Kurşunların ikisi kurusıkı değilmiş! Gerçek kurşunlar çentikli silahtaydı, bunda değil! Aman Tanrım!”

Oyun oynamaktan hoşlanan bir çiftin, yabancı bir kadının evlerine gelmesi ile eğlencelerinin tehlikeli boyutlara geçmesinin hikâyesi.

Curtis Harrington ve George Edwards’ın orijinal hikâyesinden yola çıkan senaryosunu Gene R. Kearney’in yazdığı, yönetmenliğini Harrington’ın yaptığı bir ABD filmi. Karakterleri ve seyircisi ile gerçeğin ne olduğu konusunda oynayan filmlerden hoşlananların özellikle ilgisini çekecek olan yapıt has sinemaseverler için sırrını erken ele verme riskini taşıyan, alçak gönüllü bir hikâyeye sahip. James Caan, Katharine Ross ve Simone Signoret gibi üç yıldızı kadrosunda barındıran ve özellikle Signoret’nin her zamanki gibi döktürdüğü filmin hikâyesinde boşluklar ve gerçekçilik problemleri de var ama yine de gizemi, gerilimi ve hatta eğlencesi için rahatlıkla seyredilebilir.

Norbert Jobst’un tarot kartları kullanarak hazırladığı bir jenerikle başlıyor film. Samuel Matlovsky’nin müzik kutusu havalı gerilim melodileri ve 1960’lara özgü renkli yazı karakterleri ile hazırlanan bu tanıtım bir tarot kartının görüntüsü ile kapanıyor: Ölüm! Ardından hikâyenin genç Amerikalı çiftinin, oyun oynamaktan hoşlanan Paul (James Caan) ve Jennifer’ın (Katharine Ross), evlerinde misafirlerine verdiği bir partiye geçiyoruz. “Baylar bayanlar, sizi bu akşam buraya galvaniz elektriğin can veren gücüne tanık olmanız için topladık” diyor Paul ve küçük bir gösteri yapıyor onlara eşi ile birlikte ve iki yıldır ölü olduklarını söyleyerek! Eğlenceli ve mutlu bir çift Paul ve Jennifer ve her türlü oyuna da düşkünler; evlerinin salonları çeşitli oyun aletleri ile dolu ve sanki zamanlarının önemli bir kısmını onlarla geçiriyorlar. Partiden sonra yalnız kaldıklarında kadının peruk taktığını, erkeğin bıyığının ise takma olduğunu görüyoruz ki onların küçük ve masum oyunlarının bir örneği bu sadece. Derken ziyaretlerine bir parça yabancı aksanla konuşan ve kozmetik ürünleri pazarlayan bir kadın (Lisa rolünde Simone Signoret var) geliyor ve yaşanan bir olaydan sonra bu tuhaf kadın evlerine yerleşiyor en azından bir süreliğine ve çiftin masum oyunları için şunu söylüyor: “Siz Amerikalılar çoğumuzdan daha şanslısınız. Basit eğlencelerle mutlu olabiliyorsunuz. Korkarım ben çok daha heyecan verici ve tehlikeli oyunlara alışkınım”. Bu sözlerin de işaret ettiği gibi tehlikeli bir oyun başlayacaktır ama bu oyunu kimin kime oynadığı ve amaçların ne olduğu göründüğünden karışıktır. Burada filme Türkiye’de gösterildiğinde verilen ismi de anmakta yarar var: “Haris Kocanın Tuzağı“. Gizem üzerine kurulu bir hikâyesi olan filme önemli bir spoiler veren ama bir yandan da hem yanlış hem de yanıltıcı olan bir isim seçmek gerçekten tuhaf bir anlayışın ürünü olsa gerek.

Hikâyesinin büyük bir kısmı genç çiftin evinde geçiyor filmin ve bu hem bir kıstırılmışlık duygusu yarattığından hem de seyrettiğimiz öykünün ve karakterlerinin üzerine yoğunlaşmayı kolaylaştırdığından iyi ve doğru bir tercih olmuş. Evin içindeki asansörden mekânın farklı yerlerine dağılmış oyun aletlerine ve ayrıksı sanat eserlerine, set tasarımları da hayli başarılı ve özellikle Jennifer’ın hikâyenin ilerleyen bölümlerinde yaşadığı psikolojiyi görsel olarak da destekliyorlar. Curtis Harrington birkaç görsel oyunla da güçlendiriyor bu başarıyı; örneğin Lisa ile Jennifer’ın ilk sahnelerinde yan yana üç farklı aynadan oluşan makyaj setinde ortadaki aynada Jennifer’ın, onun etrafındaki ikisinde ise Lisa’nın görüntüsünün olması yaşanacaklarla ilgili bir ipucu veriyor seyirciye hoş bir şekilde. Asanasörden damlayan kan, banyoda bir görünüp bir kaybolan kan lekeleri ve alçılanan ceset gibi farklı görsel unsurlar da alçak gönüllü bir gerilimin yaratılmasına katkı sağlıyorlar. Alman asıllı bir karakteri (o tarihlerde Hollywood için, İkinci Dünya Savaşı’nın kötüleri bir çekicilik unsuru olsa gerek!) oynayan Fransız oyuncu Signoret’in performansı ve kimi replikleri de bu gerilim duygusunu destekliyor: “Yani astrolojiye inanıyorsunuz! Akıl okumaya? Ölülerle iletişim kurmaya?” veya “Tarot kartlarım… geçmişle gelecek arasında bir bağlantı. Hiç yalan söylemezler. Bazen keşke söyleseler diyorum” gibi cümleler ve çifte hediye ettiği iki silahla ilgili anlattığı düello hikâyesi filmin eğlencesine katkıda bulunuyor kesinlikle.

Üç ana karakterin bazen yanlarına başkalarına da alarak birbirlerine veya başkalarına oynadıkları oyunlar filmin eğlenceye (hatta mizaha) göz kırptığı anlar ve hikâyeye de ihtiyacı olan hareketi getiriyor. Bu eğlence ve -onun neyse ki dozunu fazla kaçırmadan, dönüştüğü gerilim- filmi kurtarıyor da açıkçası; çünkü epey boşluklar var hikâyede ve yabancı bir kadının bir eve bu denli rahat yerleşebilmesi ve alçılanan bir cesetle yaşamak başta olmak üzere, önemli inandırıcılık problemleri de mevcut. Yaklaşık 100 dakikalık bir süresi olan filmin 69. dakikasında gerçek plan (daha doğrusu o planın bir kısmı) ortaya çıkıyor ve bu “gerçek ânı”na kadar tanık olunan hikâye boyunca seyirci sık sık “neden, anlamsız, hadi canım!” gibi ifadeler içeren düşüncelere kapılıyor ki sonradan cevaplansa da bu sorular hikâyenin lehine işlemiyor bu tercih.

Ölümü simgeleyen tarot kartı ile başlayıp, adaleti simgeleyen ile sona eren filmin finalinin bu mesajı da tartışmalı aslında. Filme Türkiye’de verilen isim açısından bakarsak, ortada bir adalet var ama hikâyenin asıl kurbanı için hiç de gerçekleştiğini söyleyemeyiz bunun. Harrington hikâyeyi yazarken Lisa rolü için Marlene Dietrich’i düşünmüş ama yapımcılar onaylamamış bu tercihi ve rol Simone Signoret’ye gitmiş; açıkçası bu büyük oyuncu da iyi bir iş çıkarmış senaryonun kendisine çizdiği sınırlar onu bazen zorlamış görünse de. Caan’ın performansında ise bir sıkıntı yok ama farklı bir boyut da katmamış karakterine; Ross ise işini hak ettiği şekilde yapıyor ve karakterinin kurban olma durumunu ilgi çekici kılıyor. Set tasarımlarının renk kattığı filmi “zengin ama canı sıkılan genç Amerikalılar”a yönelik bir eleştiri olarak görüp, o gözle değerlendirmek de mümkün ama yaratıcılarının ne denli böyle bir dertleri olduğu bir soru işareti.

(“Haris Kocanın Tuzağı”)

Night Tide – Curtis Harrington (1961)

“Deniz suyunu damarlarımda hissediyorum. Denizin kükremesini dinliyorum, benimle bir annenin yavrusuyla konuştuğu gibi konuşuyor. Gelgit yüreğimi çekiyor. Ay’ın yüzü ruhumu garip bir hasretle dolduruyor”

Panayırda deniz kızı olarak çalışan bir genç kadına âşık olan bir denizcinin yaşadığı tuhaflıkların hikâyesi.

Curtis Harrington’ın yazdığı ve yönettiği bir ABD yapımı. Harrington’ın ilk uzun metrajlı filmi olan çalışmada denizci genç adamı ilk kez bir başrolde oynayan Dennis Hopper canlandırıyor. Yönetmenin Edgar Allan Poe’nun ünlü şiiri “Annabel Lee”den ve hayranı olduğu “Cat People” (Jacques Tourneur, 1942) filminden esinlenerek yazdığı hikâye alçak gönüllü ve ilginç bir korku ve aşk filmine dönüşürken ve finaldeki açıklama ile psikolojik bir boyut kazanırken, belirsizliğe de yer vermesi ile dikkat çekiyor. Belki de korkudan çok, bir fantezi olarak değerlendirilmesi gereken hikâye gerçekçi bir atmosferde anlatılan bir bağımsız yapım. Bir B tipi film olarak üzerinden geçen neredeyse 60 yıl sonra da ilgi toplayabilecek bir “küçük” sinema eseri.

İskelenin üzerinden, sigara içerek denizi ve dalgaları seyreden genç bir denizcinin görüntüsü ile açılıyor film. Johnny Drake (Dennis Hopper) hafta sonu iznini deniz kıyısındaki kasabada dolaşarak geçirmekte ve tek başına takılmaktadır. Saf ve sevimli bir gençtir Johnny ve tesadüfen girdiği “Blue Grotto” adındaki bir gece kulübünde Mora adında ve yalnız başına oturan bir genç kadınla arkadaş olmaya çalışır. Sohbetlerini Johnny’in anlamadığı bir dilde konuşan yaşlı bir kadın böler ve Mora telaş ve korku ile terk eder kulübü. Johnny peşine düşer onun ve gizem dolu bir aşkın da hikâyesi başlar böylece. Kapalı alandaki bir atlıkarıncanın üzerindeki bir dairede oturan Mora’nın evi okyanus manzaralıdır, sabah kahvaltısına çağırdığı genç adama balık hazırlamıştır, kendisi panayırda deniz kızı olarak çalışmaktadır ve patronu onu bir deniz yolculuğunda bulduğunu söylemektedir. Genç adamı herkes uyarır kız hakkında; atlıkarıncanın sahibi ve onun torunu, kızın panayırdaki patronu ve bir falcı. Bir başkomiser de etrafta dolaşmakta ve ölü bulunan iki genç adamla ilgili sırrı çözmeye çalışmaktadır.

Evet, bir deniz kızı hikâyesi bu, daha doğrusu deniz kızı olduğunu söyleyen bir kadına âşık olan adamın tanık olduğu tuhaflıkları, gizemli yaşlı kadını ve elbette deniz kızının sırrını anlamaya çalışmasının hikâyesi. Hikâyenin finalindeki izahat içerdiği psikolojik boyut ile öne çıkıyor ve bir yasak aşkın nelere mal olabileceğini gösteriyor seyirciye ve B tipi bir filme uygun içeriği ile göz dolduruyor. Buna karşılık yeni bir aşk iması ne hikâyeye ne de hikâyesini anlattığı karaktere yakışıyor açıkçası. Neyse ki final bir tereddüt de yaratarak ve bir belirsizlikle seyirciyi ve Johnny’i baş başa bırakarak bu yanlış seçimi unutturuyor.

Filmin alçak gönüllü bütçesi (efektler yok denecek kadar az, adını muhtemelen Capri’deki “Grotta Azzurra” adındaki deniz mağarasından alan kulüpte geçen sahnede rol alanlar yönetmenin arkadaşları vs.) görsel atmosferini yeterli gizemi yaratacak bir düzeye taşımasına engel olmamış. Vilis Lapenieks’in görüntü çalışması pahalı görünmeye soyunmadan da başarılı bir sonuç ortaya çıkarılabileceğinin kanıtı olurken, film başta deniz ve dalgalar olmak üzere hikâyesi için kritik öneme sahip unsurları iyi kullanıyor. Örneğin Johnny’nin bir gece vakti kadının ıslak ayak izlerini takip ederek okyanus kenarına kadar gitmesi ve orada yaşananlara tanık olduğumuz sahne filmin atmosfer inşa etmekteki başarısının çok iyi bir temsilcisi. Kendisi ile ilgili gerçekten ve bunun sonuçlarından korkan bir kadın ile ona olan aşkı ile ne olduğunu anlamak ve sorunu çözmek arasında kalan bir erkeğin hislerini bize geçirirken bu görsel başarıdan bolca yararlanıyor film. Kuşkusuz burada başarı kelimesinin filmin iddiasızlığı ile tutarlı bir düzeyi işaret ettiğini vurgulamak gerek; tıpkı filme ilham veren Poe’nun eserleri gibi kısa ama yoğun hikâyesine yakışan, yalın ve gerçekçi bir görsellik bu ve basit kamera hareketleri ve siyah beyaz görüntü çalışması ile elde edilmiş. Yukarıda anılan sahnenin sonunda iskelenin ayakları altında erkek ve kadının karşılaştığı sahne dalgaların sesi ve görüntüsü, adamın haykırışı ve kadının çığlıkları, yankılar vs. ile elde edilen “ucuz roman” görüntüsünün parlak bir örneği.

Poe’nun tamamlayabildiği son şiiri olan Annabel Lee’nin son dört mısraı ile bitiyor film (Melih Cevdet Anday’ın çevirisi ile: “Orada gecelerim, uzanır beklerim / Sevgilim, sevgilim, hayatım, gelinim / O azgın sahildeki / Yattığın yerde seni”). Bugüne kadar pek çok edebiyat eserine, müzik ve film çalışmalarına ve hatta bir video oyununa ilham veren bu şiir türünün klasiklerinden biri ve burada şiirdekinin aksine aşk ölümden sonra devam etmiyor. Senaryonun tam da bu noktası açıkçası pek doğru bir tercih olmamış ve hatta Johnny karakterinin finale kadar çizilen iyi yürekli ve sevimli profiline de pek uymamış.

Tüplü dalış sahnesi ve tam da B tipi bir gerilim hikâyesine yakışan panayırdaki son bölüm (fırtına, yağmur, gece karanlığı, silah sesi vs.) ile seyirciyi tatmin eden filmin David Raksin imzalı müzikleri -zaman zaman bir parça fazla duyguları yönlendirici olsa da- hikâyeye yakışmış görünüyor. Yönetmenin güçlükle bulabildiği 50 bin dolarla (bugünkü değeri ile yaklaşık 500 bin dolar) çektiği film karanlık bir şiiri hatırlatan havası ile ilgiyi hak eden bir çalışma. Harrington’ın farklı türleri (korku, gerilim, romantizm, dram, gizem vs.) bir araya getirdiği filmde Dennis Hopper’ın performansı oyuncunun kariyerinin sonraki yıllarındaki daha vurgulu performanslarının aksine oldukça ekonomik ve karakterini gerçekçi kılarken, kahramanımızın filmin başlarındaki rahatlığı kadar sonlarındaki gerginliğini de aynı başarı ile yansıtıyor bize. Bir yalnızlık hikâyesi olarak da nitelendirebileceğimiz film, hiçbir arkadaşı gösterilmeyen Johnny’nin de Mora gibi, yaşadığı toplumda ayrı duran bir karakter olarak bir diğer deniz kızı olduğunu söylüyor belki ama hikâye boyunca, karşılaştığı herkesle çabuk ilişki kurabilmesi ve yüzünden neredeyse hiç eksik etmediği gülümsemesi bu söylemle bir parça çelişiyor.

What’s the Matter with Helen? – Curtis Harrington (1971)

whats the matter with helen“Neyin var senin, Helen?”

Oğulları cinayetten hapse atılan orta yaşlı iki kadının yeni bir hayat kurmak için Kaliforniya’ya taşınarak çocuklar için bir dans okulu açmalarının hikâyesi.

Henry Farrell’ın orijinal senaryosundan Curtis Harrington’ın çektiği, Amerikan yapımı bir gerilim filmi. Aynı isimli sinema uyarlaması büyük ilgi toplayan “Whatever Happened to Baby Jane – Küçük Bebeğe Ne Oldu?” adlı romanı ve kendisinin yazdığı senaryo ve “Hush… Hush, Sweet Charlotte – Sus Sevgilim”adı ile beyazperdeye aktarılan hikâyesi ile 1960’larda epey popüler olan yazar Farrell bu kez doğrudan sinema için çalışmış ve bahsi geçen iki eserindeki atmosferi tekrar yakalamayı hedeflemiş. Ne var ki film aynı başarıyı tekrarlayamıyor ve çoğunlukla soluk bir denemeden öteye geçemiyor. İkinci yarısındaki şaşırtan sürprizleri ile toparlanan film, iki ünlü oyuncusunun (Debbie Reynolds ve Shelley Winters) varlığı ve hikâyesinin şaşırtmacaları ile ilgiyi hak ediyor yine de. Yönetmeninin tercih ettiği gibi, başta bıçaklama sahnesi olmak üzere kimi anları daha sert olabilseydi sonuç farklı olur muydu bilinmez ama diğer iki filme öykünen bu çalışma yeterli derecede olmasa da, gerilim meraklılarının keşfetmekten hoşlanacağı türden bir çalışma.

Çekimler sırasında gerçekten de bir sinir bozukluğu problemi yaşayan Shelley Winters’ın senaryonun problemlerine rağmen zaman zaman gerçekten de sinir bozmayı başardığı bir film bu. Canlandırdığı dinsel inançları yüksek ve üzeri malum nedenlerle oldukça örtülü lezbiyen eğilimleri olan karakter, hikâyenin gizemini üzerinde toplayan ve yaşadığı gelgitlerle filmin gerilimini yaratan ve besleyen bir kadın. Senaryonun gelgitlerinin zamanlamasının her zaman doğru olmaması hikâyenin gerçekçiliğine de zarar vererek, Winters’ı da zora sokuyor ama oyuncu fazla yara almadan atlatıyor bu problemli durumları. İş ve kader ortağı kadını oynayan Debbie Reynolds ise Winters’a göre daha standart bir oyunculukla, yakalamak üzere olduğu mutluluğu kaçırmamaya kararlı karakterini yeterince gerçekçi kılmayı başarıyor. Ona aşık olan zengin adam rolündeki Dennis Weaver’a ise senaryo sadece “hep gülümse” demiş ve o da göründüğü tüm sahnelerde bunu yapıyor ve sadece gülümsüyor.

Kimlerine göre sinema tarihinin en yanlış tanıtımlarından biri bu film için yapılmış ve bu da filmin gişe gelirini hayli olumsuz yönde etkilemiş. Gerçekten de, gerilimini ve nasıl çözüleceği belli olmayan hikâyesinin sonunu açık eden bir tanıtım filmi hayli yanlış bir tercih bu tür bir film için. “Reklâm” ile ilgili bu yanlış tercihin yanısıra daha önemli sorunları da var filmin. 1930’larda geçen hikâyede filmin siyah-beyazdan renkliye geçişinin ve hikâyeye gerçekçilik katmanın şık bir yöntemi olarak düşünüldüğü anlaşılan ve Roosevelt ve eşini karşımıza getiren belgesel görüntüler ne yazık ki biçimsel olarak işe yarasa da içerik olarak hayli ilgisiz duruyor senaryonun geri kalanı ile. David Raskin imzalı ve gerilimi destekleyen orijinal müzik çalışması ve usta isim Lucien Ballard’ın görüntülerinin ciddi katkı sağladığı filmde Ballard’ın tercih ettiği nostaljik tonlar dikkat çekiyor. Pek çok sahnede kahverengi veya ona yakın renkler görüntüyü kaplıyor ve “eskimişlik” duygusunu canlı tutuyor. Kritik bir sahnede bir odanın duvarlarının renginden karyolaya abajurdan Winters’ın kıyafetine ve duvarda asılı haça kadar hemen her şey kahverengi olarak seçilmiş ve bu da açıkçası görsel açıdan işe yaramış, filme kattığı nostalji ile.

Nostalji deyince, filmin Hollywood boyutuna da değinmek gerekiyor. Hikâyenin geçtiği yıllar hemen tüm annelerin çocuklarından yeni bir Shirley Temple yaratmaya çalıştığı dönem ve iki kadının açtığı dans okulu da bu hırslı annelerin çocuklarını büyük ümitlerle taşıdığı bir yere dönüşüyor. Bu okulun varlığı anlaşılabilir kılsa da, herhalde Debbie Reynolds’ın müzikallerdeki yeteneği ve geçmişi de düşünülerek filme bolca yerleştirilen dans ve müzik sahneleri hikâyenin gerilimini azaltmaktan başka bir sonuç vermemiş gibi görünüyor. Bu pek gerekli görünmeyen veya gereğinden fazla kullanımının zarar verdiği müzikal öğelerin yanında, filmdeki varlıklarını sorgulatan karakterleri de var hikâyenin. Örneğin “cüce kadın” veya evsiz adam hikâyeye hayli zorlama bir şekilde sokulmuşlar ve beklenen gerilimi de yaratamıyorlar. Okulda oyunculuk ve diksiyon dersi veren adam da onca sahnesine rağmen ne yeterince önemli olabiliyor ne de amaçlananın tersine yeterince kuşkulu bir karakter olarak gösterebiliyor kendisini.

Önemli kusurlarına rağmen, “erkeksiz iki kadın”lı gerilim filmleri serisini tamamlamak isteyenler için görülmesi şart olan film, hem yarattığı nostaljik öğeler hem de bugün kendisi de nostaljinin bir parçası olması ile kimi sinemaseverlerin ilgisini çekebilir ayrıca.

(“Helen’in Nesi Var?”)