Tenebre – Dario Argento (1982)

“Dürtü karşı konulamaz bir hâl almıştı. Ona işkence eden öfkenin tek bir cevabı vardı. Bu nedenle ilk cinayetini işledi. En büyük tabuyu yıkmıştı ama ne suçluluk duydu ne de endişelendi. Sadece özgür hissetti. Önüne çıkan her insan, her aşağılama basit bir imhayla ortadan kaldırılabilirdi: Cinayet”

Çok satan cinayet romanları yazan Amerikalı bir yazar ve onun kitabındaki cinayetleri gerçek hayatta gerçekleştiren bir seri katilin hikâyesi.

Dario Argento’nun yazdığı ve yönettiği bir İtalyan yapımı. “Giallo” olarak adlandırılan İtalyan usulü gizemli korku-gerilim filmlerinin önemli örneklerinden biri olan çalışma Argento’ya has temaları, sertlikten ve hatta dehşetten kaçınılmayan içeriği ve -belki bazı seyirciler için olmasa da- sondaki süprizi ile ilginç bir yapıt. Yönetmenin sinemasından ve bu türden hoşlananların kesinlikle görmesi gereken film biçimsel özellikleri ve “ucuz sanat”ın parlak bir örneği olması ile ilgiyi hak ediyor.

Giallo İtalyancada sarı anlamına geliyor ve ülkede bir zamanlar hayli popüler olan ve sarı renkli kapakları olan ucuz suç ve gerilim romanlarını tanımlamak için kullanılsa da başta, sonradan bu romanlardan uyarlanan veya özgün hikâyeleri olan filmlerin türü de bu isimle anılmaya başlanmış. Türün en bilinen isimlerinden Dario Argento’nun bu filmi de yapıtlarına ve sinemasına aşina olanların tüm beklentilerini karşılayacak bir biçim ve içeriğe sahip ve meraklısını kesinlikle tatmin edecek bir başarısı var. Peter Neal adında Amerikalı bir yazarın kitap anlaşması için geldiği İtalya’da işlenen gizemli ve vahşi cinayetler ve bu cinayetlerin arkasındaki kişinin kimliği üzerinde dönen hikâyesi ile film bir “ucuz sinema” örneğinden beklenen her özelliğe sahip: Sert ve kanlı sahneler, gizemli karakterler ve yine gizemli bir hikâye, kahramanın genellikle hikâyenin geçtiği ortamda bir yabancı olması, cinayet ve diğer suçların arkasında psikolojik problemlerin (saplantılar, cinsel motifler vs.) yatması. Argento burada da işte bu kurallara uygun bir oyun oynuyor ve ilk sahnede bir kitabı okuyan karakterin elleri olarak gördüğümüz ve okuduğu satırlar aracılığı ile sesini duyduğumuz yönetmen, hayranlarını mutlu etmeyi başarıyor.

Peter Neal adlı yazarın filmle aynı adı taşıyan kitabından satırları tarayan kameranın gösterdikleri ile açılan film, sadece ellerini gördüğümüz katilin okuduğu kitabı şöminedeki alevlere atması ve bu hareketle eş zamanlı olarak başlayan müzik ile sona eriyor. Yönetmenin daha önceki birkaç filminin müziklerini üyesi oldukları “Goblin” grubu ile hazırlayan Fabio Pignatelli, Massimo Morante ve Claudio Simonetti’nin ortak imzasını taşıyan melodiler 1980’lerin havasına uygun olarak synthesizer ağırlıklı ve zaman zaman elektronik tınılara da bürünerek hikâyenin geriliminin doğrudanlığı ile uyumlu bir katkı sunuyorlar filme, zamanında çok beğenilmiş olmasalar da.

Dönemin pek çok İtalyan filmi gibi dublajın sonradan yapıldığı film New York’ta açılıyor (tümü Amerikalı olan karakterlerin İtalyanca konuşması gibi bir tuhaflık var bu açılışta) ve yazar karakterini İtalya’ya gitmek için geldiği havaalanında görüyoruz. Hikâyenin ilk potansiyel suçlusu ile de burada tanışıyoruz; yazarın bir zamanlar sevgilisi olan saplantılı bir kadındır bu ve uzaklaştırma kararı aldırmıştır yazarımız onun hakkında. Buradan İtalya’ya geçiyor hikâye ve ilk kurbanın başına gelenleri izlemeye başlıyoruz. Bu sahneden başlayarak kendisinin ve filmin türünün dolaysızlığına sürekli olarak sadık kalıyor Argento; farklı ülkelerde tamamen sansüre uğramasına veya bazı görüntülerin kesilmesine yol açan şiddet ve kan tüm “kırmızılığı” ile sık sık görüntüye giriyor. Diyaloglarda arada fazlası ile basite kaçıyor Argento ve “Birisi Smith & Wesson marka bir silahla öldürülünce, doğruca Bay Smith’le Bay Wesson’a mı gidersiniz?” benzeri esprili ve yaratıcı örnekleri çok fazla veremiyor. Sonuçta edebiyatın “ucuz roman”larının bir karşılığı olduğunu söyleyebileceğimiz bir türün örneği için çok da sorun değil bu ve fırsat buldukça (ya da fırsatını yaratarak) kadın oyuncuların göğüslerini göstermek gibi numaralar da tam da beklenmesi gereken tercihler.

Ustura, balta, bıçak ve boğmak için ipin cinayet aracı olarak kullanıldığı filmde Argento tüm ilgili sahneleri açık açık ve zaman zaman da seyirciyi ürkütecek şekilde gösteriyor ve bunu yaparken filme egemen olan kırmızı renkten de bolca yararlanıyor. Tam bir fetiş objesi gibi tasarlanmış bir çift kadın ayakkabısından kurbanlardan birinin arabasına ve özellikle bir usturanın üzerinde çarpıcı bir şekilde sergilenen kana kırmızı hep karşımıza çıkıyor hikâyede ve sert bir estetiğin aracı işlevi görüyor. Kuşkusuz Argento sadece bu dolaysız sertlikle yetinmiyor ve türün ustası bir sinemacı olarak yeteneği ve yaratıcılığını da farklı sahnelerde çıkarıyor karşımıza. Örneğin bir meydanda geçen sahne ilk karesinden sonuncuya kadar gittikçe artan bir tedirginlik duygusunu ve gerilimi adım adım inşa ediyor ve seyirciyi sahnenin sonuna ustalıkla hazırlıyor. Bir Hitchcock filminde görmeyi bekleyeceğiniz türden bir bölüm bu ve kurgusundan mizansene tam bir ustalık örneği. Argento bir başka sahnede de kamerayı bir evin (kurbanlardan birinin yaşadığı ev bu) katlarında ve çatısında gezdirerek seyirciye tanık olacağı gerilimi önceden haber verirken, bekleneceğinin aksine heyecanı düşürmeyip artırmayı başarıyor ilginç bir şekilde. Yönetmenin senaryosu da birden fazla katil adayını çıkararak seyircinin karşısına ve küçük oyunları ile etkileyici bir düzeye ulaşıyor. Örneğin iki farklı sahnede şiddetin faili başta gösterilen değil, ondan korkarak kaçan kurbanın sığındığı yerdeki kişi oluyor. Bunun yanında gerçekçi olmanın peşindeki seyirciyi rahatsız edebilecek tesadüfler (kurbanlardan birinin kaçarken “o ev”e sığınması) ve karakterlerin tanıdıkları bazı kurbanların başına gelenlerle hiç ilgilenmemesi gibi boşta kalan gelişmeler de var bu senaryoda.

Conan Doyle’un Holmes karakterine yapılan gönderme (“Olanaksız olanı elediğinde, geride kalan -ihtimal dahilinde olmasa bile- gerçek olmak zorundadır”) ile bu dedektifin analitik zekâsına hayran olanlara selam gönderen filmde birer klasik olan iki ayrı unsurdan da söz etmek gerekir: Bu sahnelerin sonlara doğru olan ilkinde dedektif tam karşımızdadır ve göğüs çekimi ile gösterilmektedir; aniden arkasında beliren ve neredeyse onun vücudu tarafından tamamen gizlenen bir başka karakter beliriverir birden. Beklenmedikliği ve estetiği ile oldukça etkileyici bir görüntüdür bu. Kapanışta başlayan ve jenerik boyunca süren çığlık sesi ise yönetmenin kızı olan oyuncu ve yönetmen Asia Argento’nun oyuncu olmaya karar vermesini sağlaması ile hatırlanıyor bugün.

Yönetmene senaryo için ilham veren, bir hayranının gittikçe tehdide dönüşen telefonları olmuş. Önceki filmlerinin kendisini psikolojisini olumsuz olarak etkilediğini söyleyen bu saplantılı hayran senaryodaki “anlamsız” cinayetlere ve sapkın karakterlere götürmüş Argento’yu. Türüne uygun olarak görsel açıdan zaman zaman stilize bir görünüme bürünen filmde karakterlerin, objelerin ve duyguların “ikiliği” de dikkat çekiyor. Bazen aynı daktilodan iki tanesini yan yana göstermek gibi somut bir şekilde sergilenen bu ikilik, yukarıda anılan sahnelerden birinde (dedektifin arkasında beliren karakter) olduğu gibi karakterler üzerinden de gösteriyor kendisini. Filmin ilk bölümünde işlenen cinayetlerle ikinci yarısındakilerin de adeta hikâyeyi ikiye bölerek katilin ikiliğini gösterdiği açık. Hikâyenin cinsel temaları da benzer bir ilginçliğe sahip: Geri dönüşle izlediğimiz deniz kenarı sahnesi, katil ile kurbanların cinsiyetlerinin zıt olması ve “sapkın” karakterlerin varlığı tüm filmlerinde olduğu gibi burada da Argento’nun hikâyesinin çok katmanlılığının ve derinliğinin birer göstergesi.

Latincede “karanlık” veya “gölgeler” anlamına gelen orijinal isminin işaret ettiğinin aksine filmin başta kırmızı olmak üzere sert renklerle ve parlak ışıklarla oluşturulan görüntülerinin sahibi Luciano Tovoli çok iyi bir iş çıkarmış ve stilizasyona önemli bir katkı sunmuş. Katilin mektuplarının birinde “sıradaki kurban büyük namussuz” (yozlaşmış, rüşvetçi olarak da çevrilebilir orijinal ifade) diye yazmasından sonra, Roma’daki politikacı ve iş adamlarının şehri terk etmeye başlaması üzerinden ülkesindeki yozlaşmaya bir göndermede bulunan Argento’nun bu filmi, özetleyerek söylemek gerekirse, görülmesi gerekli bir “ucuz” gerilim ve dehşet öyküsü.

(“Tenebrae” – “Ölümün Sesi”)

Suspiria – Dario Argento (1977)

“Açıklamaya çalışmamın bir faydası olmaz, anlayamazsın. Her şey o kadar saçma, öyle olağandışı ki! Tek yapmak istediğim buradan mümkün olduğunca çabuk uzaklaşmak”

Bale eğitimi için Almanya’daki bir dans okuluna gelen Amerikalı bir genç kadının kendisini korkunç cinayetlerin ortasında bulmasının hikâyesi.

Dario Argento’nun yönettiği, senaryosunu Argento ve Daria Nicolodi’nin birlikte yazdığı bir İtalyan yapımı. Argento’nun “Le Tre Madri – Üç Ana” adlı üçlemesindeki ilk film olan yapıt (diğerleri 1980 yapımı “Inferno – Cehennem” ve 2007 yapımı “La Terza Madre – Gözyaşlarının Annesi”) 2018’de Luca Guadagnino tarafından yeniden çekilmiş ama Guadagnino kendi filminin orijinalinin kişisel bir yorumu olduğunu ve Argento’nun filmini yeniden çekmenin imkânsız olduğunu söylemişti. Gerçekten de çok kendine özel bir film Argento’nun çalışması; görselliğinden müziğine hikâyesinden oyunculuklarına her unsuru ile ilgiyi hak eden, farklı bir sinema eseri olarak özellikle de türün meraklıları için kesinlikle görülmesi gerekli bir film bu. Kanın ve kırmızının egemen olduğu atmosferi ile tam anlamı ile bir kült.

Argento’nun sık sık iş birliği yaptığı İtalyan progresif rock grubu Goblin ile birlikte hazırladığı ve hikâye boyunca devamlı karşımıza çıkan gösterişli, gerilimli, gürültülü ve vurgulu müziğin eşlik ettiği açılış jeneriği ile başlıyor film. Fısıltılar, anlamlı / anlamsız ve zor duyulan sözler de barındıran müzik filmin ayrıksı yanlarından sadece biri. Argento bu “melodi”leri tam anlamı ile sesi sonuna kadar açarak getiriyor kulaklarımıza ve doğrudanlığı hayli fazla gösterişi ile, aynı havadaki görsellikle uyumlu bir atmosfer yaratıyor. Kanın ve zaman zaman hassas yüreklere dokunacak sertlikte görüntülerin egemen olduğu görsellik 1970’lerin modası zumların da kullanıldığı biçimi ile etkiliyor izleyiciyi ve Argento hiçbir fırsatı kaçırmıyor hikâyenin korku ve geriilim ögelerini diri tutmak için. Açılış sahnesinde Amerikalı genç kadını masum yüzü ve tüm narinliği ile havaalanında gösteriyor bize Argento ve kırmızı renkleri filmin genelinde olduğu gibi bolca kullandığı (yolcu çıkış kapısı, bir kadının kıyafeti, bir reklam panosu vs.) bu sahnede filmin içerik ve biçimini çok iyi özetleyen bir şekilde kahramanımızı havaalanının dışındaki yağmur ve fırtınanın ortasında bırakıveriyor. Evet, fazlası ile klişe görünebilir bu sahne ama filmin bugün bir kült kabul edilmesini sağlayan da Argento’nun bu tercihleri olmuş gibi görünüyor. Evet, ucuz ama çarpıcı bir giriş bu. Ses efektlerinin de önemli bir parçası olduğu bu “ucuzluk” ilk cinayet sahnesinden (aniden açılan pencere, dışarıda rüzgârda sallan kıyafetler, karanlıkta parlayan yeşil gözler, kırılan camdan içeriye uzanan bir el ve defalarca bıçaklanan bir vücut, tavandan bir ipin ucundan sarkan bir beden vs.) itibaren karşımıza çıkıp duruyor tüm hikâye süresince.

Dans okulundaki hizmetlilerin “çirkinliği”nin onların tekinsizliğinin bir uzantısı olarak kullanılmasının da Argento’nun ve aslında 1970’lerde bolca çekilen bu türden filmlerin “kaba sembolizm”inin örneklerinden biri olduğu filmin (ve takip eden diğer iki filmin) hikâyesini İngiliz Thomas de Quincey’in “Suspiria de Profundis” (Derinlerden Gelen İç Çekmeler) adlı kitabından esinlenerek yazmış Argento. Ünlü sinemacı senaryoyu yazarken dans okulunun öğrencilerini on iki yaşından küçük kız çocuklar olarak düşünmüş ama yapım şirketi ve yapımcı (kendi babası Salvatore Argento) bu derece sert bir hikâyede çocuk karakterlerin kullanılmasının tepki çekeceğini düşünerek bunu ret etmişler. Ne var ki yönetmen sonuçta filmde genç kızları kullanmış olsa da senaryoyu ve diyalogları pek değiştirmemiş ki bu da oyuncuların zaman zaman çocuksu davranış ve konuşmalar içinde görünmesine neden olmuş. Bir parça tuhaf bir durum bu elbette ama açıkçası filmin farklılığının da bir diğer örneği ortaya çıkmış böylelikle. Filmin hemen tamamen sessiz çekilmesi ve farklı milletlerden olan oyunculara dublaj yapılması ise bu farklı havanın pek de olumlu bir sonuç yaratmayan örneklerinden. Hikâyeye zarar veren bir yapaylığa ve kendinizi dublaj stüdyosundaymışsınız gibi tuhaf bir duygu içinde hissetmenize yol açıyor bu durum.

Başlardaki ilk cinayetin kurbanının kimliği konusunda kafa karıştıran kurgu ve görsellik bilinçli bir tercih mi bilmiyorum ama pek çok seyircinin bir süre yanılmasına neden olan bir sonuç yaratıyor Argento’nun seçimi. Okuldaki Alman öğretmenin adeta bir Nazi subayı sertliğinde çizilmesi ve bu şekilde oynanması ise bir yandan klişelere yaslanmak gibi dururken, diğer yandan hikâye ile uyumu ve klişenin akıllıca kullanımı nedeni ile filme katkı sağlamış görünüyor. Hikâyenin kurbanlarının kadınlar olması ve Argento’nun onların gençliklerinin ve dansçı zarafetlerinin boyutunu artırdığı masum ve zayıf görünümlerini kanın egemen olduğu sertlikle birlikte kullanılması da filmin önemli yanlarından biri. Kana bulanan bir beyaz gecelik veya yatakhaneye dönüştürülen egzersiz odasında kızların yataklarını çevreleyen beyaz örtülerin kırmızı ışıklarla aydınlatılması gibi örnekleri olan görsel anlayış Argento’nun bir başka filmde fazlası ile doğrudan görünebilecek “tehlike altındaki masumiyet” imasını çekici kılıyor. Setlerde ve dekorlarda zaman zaman geometrik figürlerin öne çıktığı film Argento’nun bir örneğini, kör adam ve köpeğinin bir gece vakti boş bir meydanda yaşadıklarını gösterdiği sahnede sergilediği korkuyu perdede güçlü ve cazip bir şekilde yaratma becerisine de tanık olduğumuz bir çalışma.

Oyunculukların fazla köşeli ve genellikle idare eder düzeyde olduğu filmde yaşananlardan hayli ürken kahramanımızın okulu terk etmemesinin inandırıcı bir açıklaması olmaması gibi gerçekçilik problemleri de bulunuyor. Quincey’in yanında bir diğer ilham kaynağının senaristlerden Daria Nicolodi’nin büyükannesinin anlattığı bir hikâye olduğu film 1970’lerden gelen bir korku klasiği ve zayıf yanlarının çoğunu da bir çekicilik kaynağına dönüştürmeyi başarmış bir çalışma. Sevmediğiniz ve rahatsız olabileceğiniz bölümlerini bile unutmayacağınız, görüntü yönetmeni Luciano Tovoli’nin başarılı kamera açılarının dikkat çektiği, doğrudanlığı ile sizi ele geçiren ve başta kırmızı olmak üzere parlak renkleri ile önemli bir film bu.