Fury – David Ayer (2014)

“İdealler barışçıdır, tarih şiddet içerir”

İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru bir tank komutanı ve dört adamının Almanların son direnişlerini kırmak için yaptıkları saldırıda yaşadıklarının hikâyesi.

David Ayer’in yazdığı ve yönettiği bir ABD yapımı. 1945 yılının nisan ayında, son güçlü direnişlerini gösteren Almanları teslim olmaya zorlamak için yapılan saldırının bir tank mürettabı üzerinden anlatılan bu hikâyesi teknik açıdan sınıfı geçen, içeriği ise epey tartışmalı bir çalışma. Savaşın sadece aksiyon kısmı ile yetinmeyerek beş adamın yaşadıklarını ve kahramanlıklarını karşımıza getiren film klasik Hollywood’un Amerikan çıkarları ve düşünceleri odaklı yaklaşımını 2014’e aynen taşıyan, muhafazakâr Amerikalıların çok seveceği ve “Amerikan değerleri” üzerine bir propaganda filmine çok yakışacak hikâyesi ile “eski” görünüyor kesinlikle. Aksiyonunun tadına varırken, hikâyesine özenle karşı durulması gereken çalışmalardan biri bu.

Savaş artık sona ermek üzere; Hitler son bir çaba olarak tüm Alman halkını -kadın ve çocuklar dahil- direnişe çağırıyor ve bu direnişte en büyük kozlarından biri de Amerikalılarınkinden çok daha güçlü olan tankları. Bir savaş alanını atı ile gezen Alman subayının üzerine tankından atlayarak onu gözünden bıçaklayan (yönetmen Ayer bu sahneyi tüm çıplaklığı ve daha sonra pek çok örneğini göreceğimiz şekilde “zevkle” gösteriyor) Amerikan askerinin kahramanlığı ile açılan film işte bu Alman tanklarının desteklediği karşı koymayı kırmak üzere ilerleyen Amerikalıları getiriyor perdeye. Tank komutanı bir çavuş ve üç adamına, ölen arkadaşlarının yerine bir dördüncüsü katılıyor; bu genç adam daha önce ne bir tankın içini görmüş ne de silah kullanmış ve sadece 8 haftadır orduda görev yapıyor. Asıl işi daktiloda yazı yazmak olan bu genç adamın neden bu tehlikeli göreve atandığını anlamıyoruz ve Ayer’in de anlatmak gibi bir derdi yok zaten; onun tek amacı bu pasif ve idealist genci adam edecek olan komutan üzerinden seyircilerden kendisi gibi olmayanları da terbiye etmek çünkü. Burası “insanın insana neler yapabildiğini” görmeden inanılamayacak bir dünya ve Ayer içinizdeki en ufak bir barışçı duyguyu yok etmeye kararlı.

Bir Amerikan sağcısının zevkten dört köşe olarak seyredeceği bir film bu. Bradd Pitt’in standart bir oyunla canlandırdığı çavuş, genç adamı yetiştirirken bir “baba” rolüne bürünüyor. Hem genç askeri hem de diğer üç adamı yönetirken; onları kolluyor, cezalandırıyor, ödüllendiriyor, ders veriyor, yol gösteriyor, kendisinin uygun gördüğü kadar günaha bulaşmalarına izin veriyor vs. Görmüş geçirmiş bu adam Amerikalıların “dünyayı yönetme” iddialarının buradaki bir karşılığı tıpkı. Yönetmenin bir röportajında Amerikalı askerlerin bu filmdeki bir problemlerini (sivillerin de savaşın bir parçası olması nedeni ile onları da savaşın kayıpları arasına girmeleri) günümüzde Amerikan ordusunun Irak vs. gibi ülkelerdeki durumları ile karşılaştırarak pek de değişmediğini söylemiş durumun. Evet, Amerikan emperyalizminin suçlarına, bu savaşların hemen tümünün kaynağı olmasına hiç değinmeden, o vahşi yerlere uygarlık ve demokrasi getirmeye giden bir ordudan söz eder gibi konuşuyor yönetmen. İşte tam da bu nedenle gösterdiği suçları (sivillere ve teslim olmuş Alman askerlere yapılanlar) en ufak bir eleştiri imasına dahi bürünmeden sergiliyor film. Tam da bu nedenle özellikle iki adamın konuşmaları ve eylemleri de sadece çok aşırı bir çizgiye ulaştığında komutan (ve Ayer aslında) bir müdahalede bulunuyor gibi görünüyor. Genç askere öldürmeyi öğreten komutanın onu teslim olmuş bir Alman askeri vurmaya zorlamasında örneğin en azından bir çekingenlik, hassasiyet göstermesini beklersiniz bir çağdaş filmde; ama burada bunun yerine bunun doğal ve gerekli olduğu duygusu ile seyrediyorsunuz sahneyi.

Filmin kimi sert sahnelerinde bir anti-militarist söylemin izini aramanın da anlamı yok. Yok çünkü Ayer’in zihniyetinde zaten yeri yok bunun. Genç asker ile Alman genç kız arasındaki romantizmde -o ortamdaki bu romantizmin gerçek dışılığı bir yana- bir sevgi mesajı da yok. Oldukça uzun tutulan yemek sahnesi ve sonrası -bir parça abartı ile söylersek- ABD’nin dünyayı kurtarmasının ve her alanda (cinsellik de dahil!) özgürlüğü getirmesinin bir sembolü olmaktan öteye geçmiyor. Filmin sağcılığı bunlarla da sınırlı değil: Epey bir dinsel söylemi de var hikâyenin. Bütün o İncil alıntıları, Tanrı’nın bağışlaması konuşmaları, hatta adamlardan en kaba olanının genç askerle yaptığı pişmanlık konuşmasının adeta bir günah çıkarma olması ve genç askerin yeni ismi ile tank içinde adeta vaftiz edilmesine kadar film dinsel temaların etrafında ilerleyip duruyor. Burada bir sorun olmazdı eğer film tüm bunları karakterlerinin kişiliklerinin bir parçası olarak sergiliyor olsaydı; Ayer’in yaptığı ise tüm bu söylemleri sürekli ön planda tutmak ve desteklemek. Bir başka ifade ile söylersek; bir gösterme değil, propaganda var burada. İşte senaryonun tüm bu boyutlarını düşününce, genç adamın değişimini de (öldürmeyi öğrenmesi başta olmak üzere) bir arınma ve doğru yolu bulma hikâyesi olarak görmek mümkün. Bu genç askerin Pazar günleri gittiği kilisede anlatılacak, gözyaşı dökülerek dinlenecek ve arkasından da dua edilecek bir hikâye bu kısacası.

Hangi karakterin hangi sıra ile öleceğini -eğer sinemanın klişelerine biraz hâkimseniz- kolayca tahmin edebileceğiniz film olağanüstü bir Amerikan kahramanlığını anlatırken sonlardaki bir sahnede genç bir Alman askerinin iyiliğini göstererek kendisini toparlamaya çalışıyor ama bu da oldukça zorlama duruyor açıkçası. Sonuçta; övülen maçolukları, takdir edilen sertlikleri ve hayran olunan dindarlıkları ile Amerikalı askerlerin fedakârca dünyayı kurtarma hikâyelerinden biri bu. Tanklar arası çatışmanın bir örneği olduğu gibi teknik açıdan başarılı bir film bu ve oyuncular da aksamadan görevlerini yerine getiriyorlar karakterlerinin pek de üzerinde çalışmamış senaryosuna rağmen. Savaş suçlarını normalleştiren ve savaşın kendisini diğer tüm sosyal, toplumsal, ekonomik faktörlerin dışında tutup sadece birilerinin şeytanlığı ile ilişkilendiren film savaşın insanı insanlıktan çıkarmasını ya da savaşın çirkin yüzünü değil, bu çirkin yüzün sonucunu -filme göre doğal ve gerekli olan sonucunu- etkileyici ve takdir eden bir tutumla göstermeyi tercih eden bir çalışma.

End of Watch – David Ayer (2012)

“Ben polisim ve seni tutuklamak için buradayım. Kanunu ihlal ettin. Kanunu yazan ben değilim. Kanunu doğru bulmayabilirim ama yerine getirilmesini sağlayacağım. Ne kadar rica edersen et, aldat, yalvar ya da sempatimi uyandırmaya çalışırsan çalış, hiçbir şey seni gri parmaklıklı demir bir kafese koymaktan alıkoyamaz beni. Kaçarsan peşinden gelirim. Saldırırsan karşılık veririm. Ateş edersen ben de ederim. Görmemezlikten gelmem kanunen mümkün değil. Ben sonucum. Ben ödenmeyen faturayım. Ben rozeti ve silahı olan kaderim. Rozetimin arkasında seninki gibi bir kalp var. Yaralanabilirim, düşünür, aşık olur ve evet, ben de öldürülebilirim. Tek bir kişi olsam da aynen benim gibi olan binlerce kardeşim var. Benim için hayatlarını verebilirler, ben de onlar için. Birlikte gözetiriz dünyayı. Avı avcıdan, iyiyi kötüden koruyan “ince mavi şerit”iz biz. Biz polisiz”

Los Angeles emniyetinde görev yapan ve çok iyi arkadaş olan iki polis memurunun hikâyesi.

ABD’li David Ayer’in yazdığı ve yönettiği, üslubu ile çarpıcı, içeriği ile hayli dokunaklı bir “polis güzellemesi”. Başarılı açılışını takip eden tüm süresi boyunca iki baş oyuncusunun (özellikle de Jake Gyllenhaal’ın) performanslarından da aldığı destekle heyecanını ve temposunu hiç düşürmeyen ve kıpır kıpır kamerası aracılığı ile seyirciyi de hikâyesinin parçası yapan film bir bağımsız sinema eseri olarak Hollywood’un uzak duracağı kimi adımları atan ama kimi klişelere de sıkı sıkıya sarılan bir çalışma. Tüm hikâyenin Los Angeles Emniyet Müdürlüğü’nün propaganda filmi olarak rahatça kullanılabilecek olması ise karşımızdakini uyanık olunması gereken eserler kategorisine de koyuyor kuşkusuz.

Bu film hakkında bir şeyler karalarken uzak durulamayacak tek bir kelime var sanırım: Kamera. Bunun da iki temel nedeni var: Birincisi yönetmen Ayer ve görüntü yönetmeni Roman Vasyanov’un bir dakika bile yerinde duramayan kamerası. Sık sık alışılmadık kamera açılarını deneyen, hemen hep el kamerası kullanan ve Dody Dorn’un kurgusu ile daha da çarpıcı sahneler yaratmayı başaran ikili kamerayı nerede ise filmin karakterlerinden biri yapmışlar. Örneğin bir sahnede kamera kavga eden iki adamın yanına adeta üçüncü bir kişi olarak katılıyor ve seyredeni de o kavganın parçası yapıyor. Filme çekicilik kattığı açık olan bu tercihin öte yandan planların hayli kısa olduğu anlarda seyirciyi, daha doğrusu alışık olmayan seyirciyi, zorlaması da mümkün. Filmin yaratıcılarının bir başka tercihi daha kamera kelimesini herhangi bir yazının olmazsa olmazı yapıyor. Hikâye boyunca başta polislerimizden biri, Gyllenhaal’ın canlandırdğı Brian karakteri olmak üzere hemen herkes bir şeyleri kaydediyor sürekli olarak. Kimi bir zaman el kamerası kullanılan kimi zamansa üniformaya monte edilmiş bir mini kamera oluyor bu. Bazen bir gece görüş kamerası aracılığı ile tanık oluyoruz olan bitene bazen de bir uyuşturucu mafyasının bir yandan cinayetlerini işlerken diğer yandan yaptıklarını kaydetmek için kullandıkları kamerası bize aktarıyor olanları. Filmin anlatım tarzının, özellikle de iki polisin devriye görevleri sırasında yaşadıklarını aktaran bölümlerde bir belgesel biçimciliğini aldığını düşünürsek, “kamera saplantısının” buna bir gönderme veya destek olduğu düşünülebilir belki ama nedeni ne olursa olsun, oldukça dikkat çekici bir tercih bu.

Filmin baş oyuncuları Jake Gyllenhaal ve Michael Peña filme hazırlanırlarken tam beş ay boyunca polislerle birlikte devriyeye çıkmışlar söylenene göre ve bunu özellikle görev başında oldukları her sahnede hissetmek mümkün gerçekten. Devriye arabası içindeki diyaloglarının bir kısmı doğaçlama olarak oluşturulan ikili gerçekçi kelimesini sonuna kadar hak eden bir performans veriyorlar bu sahnelerde. Sohbetlerinden çatışmalarına, kavgalarından korkularına karakterlerinin tüm duygularını akıllı ve sağlam bir şekilde yansıtıyorlar bize. Her iki oyuncu da sağlam bir takdiri hak ediyor ama Gyllenhaal’a özel bir alkış daha gerekiyor açıkçası. Senaryonun her iki karaktere biçtiği “işini eğlenerek yapan polis” rolünü öyle bir ustalıkla sindirmiş ki üzerine, filmin amaçladığı belgesele yakın havanın en önemli destekleyici unsurlarından biri oluyor kesinlikle. Burada yeri gelmişken, işlerini eğlenerek yapma konusunu biraz deşmek gerekiyor açıkçası. Ayer senaryosunu adeta polislere hitaben yazılmış bir aşk mektubu gibi oluşturmuş. Kötülerin kötülüğün hayal edilebilecek en uç sınırlarına kadar giden karakterler olduğu hikâyede iki polis fedekârlıkları, cesaretleri, bilgelikleri, dürüstlükleri, zekâları ve eğlenmeyi de bilen yapıları ile aşık olunmayacak gibi değil gerçekten. Senaryonun daha çok bu iki erkeğin yanına bir “süs” olarak eklemiş göründüğü eşler ise bu aşkın sanki seyirciler adına da hareket eden karakterleri gibi olmuş ve açıkçası senaryonun klişelerden kaçınamayan hemen tüm yanlarının da parçasına dönüşmüşler. Ayer’in hadi bir tane de bundan olsun diye çekmiş göründüğü bir sevişme sahnesinin veya biraz da gözyaşı dökmeyi unutmamalı mantığı ile eklenmiş diyalogların ve durumların nesnesi bu kadınlar sadece, ne yazık ki. Senaryonun kötülerin hiç eksilmeyecek gibi göründüğü (daha doğrusu gösterildiği) bir dünyada iki polisimize bir yandan görevlerini ne olursa olsun kahramanca yaparken bir yandan da tanık oldukları bunca kötülüğe katlanabilmek için adeta oyun oynar gibi eğlenmeleri rolünü yüklemesi filmin aslında lehine de olmuş çünkü iki oyuncu bu anların gerçekten keyfini çıkarıyor ve seyirciye de yansıtıyorlar bunu. Üstelik karşımızdakiler “en kötü anda bile espri yapabilen” Bruce Willis yapaylığından da hayli uzaklar. Öte yandan bu oyunbaz karakterlerin Ayer’ın bu senaryosundaki polis hayranlığının bir uzantısı olduğunu ve karakterlerin “mükemmelliklerine” bir mükemmellik daha katma amacı taşıdığını da göz ardı etmemeli.

Senaryo açıkçası herhangi bir polisiye dizinin bir bölümünden daha fazla bir derinliğe sahip değil ve film bunu aşmak için daha çok işin teknik yanına ve hayranlık kelimesini tekrar kullanmak durumunda kalacak olsak da karakterlerinin çekiciliğine başvurarak aşmış görünüyor; en azından derin bir hikâyenin zaten çok da peşinde olmayan seyirciler için kesinlikle geçerli bu durum. İki karakter arasındaki sıkı “erkek dostluğu”na da dikkat çekmek gerekiyor. Ayer hikâyelerini anlattığı iki polise o denli hayran görünüyor ki onların bu yakınlığını eşleri ile olan ve doğal olarak bir cinsel boyutu da olan ilişkilerinden çok daha fazla vurguluyor film boyunca. İçeriğindeki “ince mavi şeritli” üniforma giyen polis hayranlığına ve dolaylı yoldan da olsa hissettirilmeye çalışılan ama dikkatli gözlerin kaçırmayacağı bir Amerikan toplumu övgüsüne (tüm o Latin ve Anglosakson hayat farklılığı tartışmaları üzerinden sürekli vurgulanan bir “ABD farklı toplulukların mükemmel olarak kaynaştığı bir toplumdur” mesajı bu övgünün bir örneği) karşı dikkatli olunması şartı ile ve hikâyesinde özel bir şeyler aranmadan seyredilmesi gereken bir film karşımızdaki ve ilgiyi de hak ediyor.

(“Tehlikeli Takip”)