End of Watch – David Ayer (2012)

“Ben polisim ve seni tutuklamak için buradayım. Kanunu ihlal ettin. Kanunu yazan ben değilim. Kanunu doğru bulmayabilirim ama yerine getirilmesini sağlayacağım. Ne kadar rica edersen et, aldat, yalvar ya da sempatimi uyandırmaya çalışırsan çalış, hiçbir şey seni gri parmaklıklı demir bir kafese koymaktan alıkoyamaz beni. Kaçarsan peşinden gelirim. Saldırırsan karşılık veririm. Ateş edersen ben de ederim. Görmemezlikten gelmem kanunen mümkün değil. Ben sonucum. Ben ödenmeyen faturayım. Ben rozeti ve silahı olan kaderim. Rozetimin arkasında seninki gibi bir kalp var. Yaralanabilirim, düşünür, aşık olur ve evet, ben de öldürülebilirim. Tek bir kişi olsam da aynen benim gibi olan binlerce kardeşim var. Benim için hayatlarını verebilirler, ben de onlar için. Birlikte gözetiriz dünyayı. Avı avcıdan, iyiyi kötüden koruyan “ince mavi şerit”iz biz. Biz polisiz”

Los Angeles emniyetinde görev yapan ve çok iyi arkadaş olan iki polis memurunun hikâyesi.

ABD’li David Ayer’in yazdığı ve yönettiği, üslubu ile çarpıcı, içeriği ile hayli dokunaklı bir “polis güzellemesi”. Başarılı açılışını takip eden tüm süresi boyunca iki baş oyuncusunun (özellikle de Jake Gyllenhaal’ın) performanslarından da aldığı destekle heyecanını ve temposunu hiç düşürmeyen ve kıpır kıpır kamerası aracılığı ile seyirciyi de hikâyesinin parçası yapan film bir bağımsız sinema eseri olarak Hollywood’un uzak duracağı kimi adımları atan ama kimi klişelere de sıkı sıkıya sarılan bir çalışma. Tüm hikâyenin Los Angeles Emniyet Müdürlüğü’nün propaganda filmi olarak rahatça kullanılabilecek olması ise karşımızdakini uyanık olunması gereken eserler kategorisine de koyuyor kuşkusuz.

Bu film hakkında bir şeyler karalarken uzak durulamayacak tek bir kelime var sanırım: Kamera. Bunun da iki temel nedeni var: Birincisi yönetmen Ayer ve görüntü yönetmeni Roman Vasyanov’un bir dakika bile yerinde duramayan kamerası. Sık sık alışılmadık kamera açılarını deneyen, hemen hep el kamerası kullanan ve Dody Dorn’un kurgusu ile daha da çarpıcı sahneler yaratmayı başaran ikili kamerayı nerede ise filmin karakterlerinden biri yapmışlar. Örneğin bir sahnede kamera kavga eden iki adamın yanına adeta üçüncü bir kişi olarak katılıyor ve seyredeni de o kavganın parçası yapıyor. Filme çekicilik kattığı açık olan bu tercihin öte yandan planların hayli kısa olduğu anlarda seyirciyi, daha doğrusu alışık olmayan seyirciyi, zorlaması da mümkün. Filmin yaratıcılarının bir başka tercihi daha kamera kelimesini herhangi bir yazının olmazsa olmazı yapıyor. Hikâye boyunca başta polislerimizden biri, Gyllenhaal’ın canlandırdğı Brian karakteri olmak üzere hemen herkes bir şeyleri kaydediyor sürekli olarak. Kimi bir zaman el kamerası kullanılan kimi zamansa üniformaya monte edilmiş bir mini kamera oluyor bu. Bazen bir gece görüş kamerası aracılığı ile tanık oluyoruz olan bitene bazen de bir uyuşturucu mafyasının bir yandan cinayetlerini işlerken diğer yandan yaptıklarını kaydetmek için kullandıkları kamerası bize aktarıyor olanları. Filmin anlatım tarzının, özellikle de iki polisin devriye görevleri sırasında yaşadıklarını aktaran bölümlerde bir belgesel biçimciliğini aldığını düşünürsek, “kamera saplantısının” buna bir gönderme veya destek olduğu düşünülebilir belki ama nedeni ne olursa olsun, oldukça dikkat çekici bir tercih bu.

Filmin baş oyuncuları Jake Gyllenhaal ve Michael Peña filme hazırlanırlarken tam beş ay boyunca polislerle birlikte devriyeye çıkmışlar söylenene göre ve bunu özellikle görev başında oldukları her sahnede hissetmek mümkün gerçekten. Devriye arabası içindeki diyaloglarının bir kısmı doğaçlama olarak oluşturulan ikili gerçekçi kelimesini sonuna kadar hak eden bir performans veriyorlar bu sahnelerde. Sohbetlerinden çatışmalarına, kavgalarından korkularına karakterlerinin tüm duygularını akıllı ve sağlam bir şekilde yansıtıyorlar bize. Her iki oyuncu da sağlam bir takdiri hak ediyor ama Gyllenhaal’a özel bir alkış daha gerekiyor açıkçası. Senaryonun her iki karaktere biçtiği “işini eğlenerek yapan polis” rolünü öyle bir ustalıkla sindirmiş ki üzerine, filmin amaçladığı belgesele yakın havanın en önemli destekleyici unsurlarından biri oluyor kesinlikle. Burada yeri gelmişken, işlerini eğlenerek yapma konusunu biraz deşmek gerekiyor açıkçası. Ayer senaryosunu adeta polislere hitaben yazılmış bir aşk mektubu gibi oluşturmuş. Kötülerin kötülüğün hayal edilebilecek en uç sınırlarına kadar giden karakterler olduğu hikâyede iki polis fedekârlıkları, cesaretleri, bilgelikleri, dürüstlükleri, zekâları ve eğlenmeyi de bilen yapıları ile aşık olunmayacak gibi değil gerçekten. Senaryonun daha çok bu iki erkeğin yanına bir “süs” olarak eklemiş göründüğü eşler ise bu aşkın sanki seyirciler adına da hareket eden karakterleri gibi olmuş ve açıkçası senaryonun klişelerden kaçınamayan hemen tüm yanlarının da parçasına dönüşmüşler. Ayer’in hadi bir tane de bundan olsun diye çekmiş göründüğü bir sevişme sahnesinin veya biraz da gözyaşı dökmeyi unutmamalı mantığı ile eklenmiş diyalogların ve durumların nesnesi bu kadınlar sadece, ne yazık ki. Senaryonun kötülerin hiç eksilmeyecek gibi göründüğü (daha doğrusu gösterildiği) bir dünyada iki polisimize bir yandan görevlerini ne olursa olsun kahramanca yaparken bir yandan da tanık oldukları bunca kötülüğe katlanabilmek için adeta oyun oynar gibi eğlenmeleri rolünü yüklemesi filmin aslında lehine de olmuş çünkü iki oyuncu bu anların gerçekten keyfini çıkarıyor ve seyirciye de yansıtıyorlar bunu. Üstelik karşımızdakiler “en kötü anda bile espri yapabilen” Bruce Willis yapaylığından da hayli uzaklar. Öte yandan bu oyunbaz karakterlerin Ayer’ın bu senaryosundaki polis hayranlığının bir uzantısı olduğunu ve karakterlerin “mükemmelliklerine” bir mükemmellik daha katma amacı taşıdığını da göz ardı etmemeli.

Senaryo açıkçası herhangi bir polisiye dizinin bir bölümünden daha fazla bir derinliğe sahip değil ve film bunu aşmak için daha çok işin teknik yanına ve hayranlık kelimesini tekrar kullanmak durumunda kalacak olsak da karakterlerinin çekiciliğine başvurarak aşmış görünüyor; en azından derin bir hikâyenin zaten çok da peşinde olmayan seyirciler için kesinlikle geçerli bu durum. İki karakter arasındaki sıkı “erkek dostluğu”na da dikkat çekmek gerekiyor. Ayer hikâyelerini anlattığı iki polise o denli hayran görünüyor ki onların bu yakınlığını eşleri ile olan ve doğal olarak bir cinsel boyutu da olan ilişkilerinden çok daha fazla vurguluyor film boyunca. İçeriğindeki “ince mavi şeritli” üniforma giyen polis hayranlığına ve dolaylı yoldan da olsa hissettirilmeye çalışılan ama dikkatli gözlerin kaçırmayacağı bir Amerikan toplumu övgüsüne (tüm o Latin ve Anglosakson hayat farklılığı tartışmaları üzerinden sürekli vurgulanan bir “ABD farklı toplulukların mükemmel olarak kaynaştığı bir toplumdur” mesajı bu övgünün bir örneği) karşı dikkatli olunması şartı ile ve hikâyesinde özel bir şeyler aranmadan seyredilmesi gereken bir film karşımızdaki ve ilgiyi de hak ediyor.

(“Tehlikeli Takip”)

(Visited 112 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir