John Wick – Chad Stahelski / David Leitch (2014)

“John senin peşinden gelecek! Hiçbir şey yapmayacaksın; çünkü hiçbir şey yapamazsın”

İşi bırakmış bir tetikçinin, eşinin ölümünden hemen sonra köpeğinin de öldürülmesi ve arabasının çalınması üzerine geri dönüşünün hikâyesi.

Derek Kolstad’ın senaryosundan Chad Stahelski’nin -jenerikte belirtilmese de, David Leitch ile birlikte- çektiği bir ABD yapımı. 2027 ve 2019’da çekilen iki filmin de eklendiği ve 2022’de bir dördüncüsünün de eklenmesi beklenen bir seriye dönüşen filmde hikâyeye adını veren kahramanı Keanu Reeves oynuyor ve kendisine çok uymuş görünen bir karakteri keyifli biçimde canlandırıyor. Oldukça sert sahneleri, onlarca ölümle sonuçlanan çatışma ve kavgaları, şiddetin hiç sakınılmadan gösterilmesi ile gösterişli ve hayli gürültülü bir film bu. Bir çizgi romandan uyarlanmasa da öyle bir hava taşıyan, karakterlerin daha çok klişe birer tip olarak göründükleri filmin hikâyesi sadece aksiyonseverleri (onların da hikâyeyi pek de umursamayanlarını) tatmin edebilecek bir düzeyde. Aksiyon düşkünü değilseniz, uzak durmanızda yarar olabilecek bu çalışma sinemanın sadece ve sadece vakit geçirmek olduğunu düşünenler için.

Filmin iki yönetmeninin de (Chad Stahelski ve David Leitch) sinemaya dublör olarak girmesi ve hatta Stahelski’nin Matrix serisinde Keanu Reeves’in dublörlüğünü üstlenmesinin de birer kanıtı olacağı gibi bir “dublör filmi” bu. Bu ifade ile, filmin dublörlerin öne çıktığı bir çalışma olmasını kastetmiyorum; evet, dublörlere epey iş düşmüş olsa gerek çekimlerde ama örneğin Keanu Reeves tehlikeli sahnelerin büyük bir çoğunluğunda kendisi üstlenmiş bu işi. “Dublör filmi” ifadesini bu nedenle daha çok, filmin “intikam için geri dönen eski tetikçi” hikâyesinin hayli boş ve içeriksiz olması yüzünden, asıl olarak aksiyonu ile seyirciyi yakaladığını anlatmak için kullanmak gerekiyor. Bir duvara çarparak duran aracın içinden çıkan yaralı bir adamın cep telefonundan bir kadınla olan sevgi dolu videosunu izlemesi ile başlayan hikâye uzun bir dönüşle bize o ana kadar olanları anlatıyor temel olarak. Adam, eşi kısa bir süre önce ölen John Wick’dir ve kendisi yıllardır tetikçi olarak hizmet ettiği Rus mafya örgütünden onunla tanıştıktan sonra yeni bir hayat kurmak üzere ayrılmıştır. Trajik kaybından hemen sonra, adam için önemli bir hatırası olan köpeği öldürülür ve arabası çalınır. John Wick bu suçu işleyenlerin peşine düşecek ve hikâye boyunca ortadan kaldıracağı onlarca kötü adamdan sonra intikamını alacaktır; almalıdır, çünkü çekilecek yeni John Wick filmleri vardır sırada bekleyen.

Görüntü yönetmenliğini üstlenen Jonathan Sela kariyeri boyunca pek çok farklı sanatçı için video klip çekmiş ve burada da kliplerde rasgeldiğimiz reklam estetiğini, zaman zaman bir çizgi romanın karelerini hatırlatacak şekilde kullanmış. Sonuç elbette göz alıcı bir görsellik oluyor ve “dublör yönetmenler”imizin hızlı kamerası ve çekici koreografileri olan kavga sahneleri ile bu görsellik filmi yaratıcılarının hedeflediği noktaya taşıyor. Hiç kesilmiyor gibi görünen silah sesleri, doğal bir çekiciliği olduğu varsayılan ve burada Reeves’in performansı ile bu çekiciliği yakalayan “yaralı sert erkek” kahramanını bir savaşın ortasına atan film, onun bu savaştan sağ ve galip çıkmasını etkileyici bir görsellikle anlatıyor ve beklentisi sadece bu olanları da mutlu ediyor. Bu ilk hikâyesinde Wick’in geçmişindeki önemli olayların çoğunu göremiyoruz ama bu gerçekler gösteriliyor olsaydı da görsel başarının gizleyemeyeceği önemli bir gerçek var: John Wick bir tetikçi ve geçmişte bir mafya örgütüne çok önemli hizmetler vermiş; şimdi o örgüte “köpeği ve arabası” için karşı durması herhalde ancak hikâyeyi hiç umursamayanların değer vereceği bir iyiliğin göstergesi olabilir. Oysa hikâye kahramanımızın yanında duruyor ve bizden de aynısını bekliyor, o sayılamayacak kadar kötü adamı temizlerken. Rus mafya liderinin, oğlunu “Yaptığın şey yüzünden kızmadım, oğlum; yaptığın kişi yüzünden kızdım” sözleri ile azarlamasına neden olan Wick beş yıl önce aralarında yer aldıklarını birer birer yok ederken, film bir iyi ile kötü çatışmasını ima ediyor elbette ve Wick’i -hiç doğrudan dile getirmese de- iyinin tarafına yerleştiriyor: Eşi ve köpeği ile olan sahnelerin hikâyenin ender sevgi dolu sıcak anları olmasını başka türlü açıklayamayız sonuçta.

Derek Kolstad’ın senaryosu bir gerçekçilik endişesi taşımıyor hiçbir anında ve Hollywood’un yeni kötüsü olan Rus mafyasını seçiyor düşman olarak, kolaycılığa saparak. 5 yıl önce o âlemden çekilmiş olsa da herkesin yakından tanıdığı ve babasının bir numaralı tetikçisi olan John Wick’i tanımayan bir oğlanın olabileceğine ya da New York’un ortasında filmdeki gibi bir otel görebileceğimize inanmak mümkün değil kuşkusuz ve kahramanlar yakalanınca hemen öldürülmez (ki böylece intikamlarını alabilsinler) klişesi de rahatsız edici. Sonuçta mafya üyelerinden birinin oynadığı saçma video oyunu kadar gerçekçi ancak bu hikâye. Tyler Bates ve Joel J. Richard’ın hikâyenin sert atmosferine yakışan müziklerinin renk kattığı film Sophie Ellis-Bextor’ın “Murder on the Dancefloor” şarkısını hatırlatan “Massacre on the Dancefloor” sahnesi başta olmak üzere karşımıza peş peşe öldürülen insanları getirirken şu soruyu sordurmuyor da değil: “Cüneyt Arkın’ın Suçu Ne?”. Daha iyi çekilmiş olması dışında, Arkın’ın tek başına onlarcası ile baş edebilmesinin aynısı değil mi burada John Wick’in yaptıkları?

Evet, filmin zaman zaman çekici olabilen bir “B Filmi” havası var ama o türün alçak gönüllülük içinde yaratılan vurgusunu pahalı bir gösterişle tekrarlamaya çalışınca ve yine o türe özgü kendini ciddiye almama tutumunu tam tersi ile değiştirmeye kalkışınca, sonuç gösterişli bir yapaylık ve sahtelik duygusu oluyor doğal olarak. Sadece katıksız aksiyonseverler için!