Enemy – Denis Villeneuve (2014)

“Özür dilerim, lütfen bir saniye dinleyin. Kulağa çılgınca geldiğini biliyorum. Geçen sefer heyecanlandığım için kusura bakmayın. Heyecanlanınca biraz acayip davranıyorum. Ben, ben.. 3 filminizi seyrettim… süpersiniz, süpersiniz, yani süper oynamışsınız… ve, ve… biz ikiz gibi benziyoruz. Bugün karınızı da aradım ve o dedi ki… o da beni siz sandı. Benim… benim de kafam çok karıştı. Bu telefonun sizin de kafanızı karıştırdığını biliyorum. Benim adım Adam Bell, tarih öğretmeniyim… ve bence görüşmeliyiz”

Seyrettiği filmde kendisine tıpatıp benzeyen bir oyuncuyu fark eden bir tarih öğretmeninin bu adamın kim olduğunu merak etmesi ve iki adamın buluşması ile gelişen olayların hikâyesi.

Nobel ödüllü Portekizli yazar José Saramago’nun 2002 tarihli “O Homem Duplicado” (Bizde basıldığı ismi ile, “Kopyalanmış Adam”) adlı romanından uyarlanan, senaryosunu Javier Gullón’un yazdığı ve yönetmenliğini Denis Villeneuve’ün üstlendiği Kanada, İspanya ve Fransa ortak yapımı bir film. Özellikle ülkesinde pek çok ödüle aday olan ve kazanan film finali dahil olmak üzere hikâyesini ve “anlam”ını genel olarak belirsiz bırakan ve bunun üzerinden gizemli bir tat yaratan, Jake Gyllenhaal’ın nüanslı oyunculuğu ile ilgi çeken ve tedirgin edici atmosferini seyirciye geçirmeyi başaran bir çalışma. “Doppelgänger” kavramı üzerine çekilmiş ilgi çekici filmlerden biri olan yapıt, daha fazlasını bekleten bir içeriğe sahip olsa da ve bu kavram hakkında yeni şeyler söylemese de ilgi ile seyredilebilir.

“Kaos, anlamı henüz keşfedilmemiş bir düzendir” cümlesi ile başlıyor film. Romandan alınan bu ifade, bir adamın kendisine tıpatıp benzeyen birini keşfettikten sonra kaosa dönüşen rutin hayatını anlatıyor. Seyrettiğimiz bir hayal mi ve gerçekten böyle bir benzer var mı, bir kişinin paralel hayattaki kendisi ile bir karışıklık sonucu karşılaşmasını mı izliyoruz ya da “evren”in bir oyunu mu seyrettiğimiz; bu veya buna benzer başka farklı açıklamalar verilebilir seyrettiğimiz hikâye için. Film bunları seyirciye bırakıyor ve neden(ler) üzerinde durmak yerine, bizi sonuçlar ile karşı karşıya bırakmayı tercih ediyor. Bu seçim bazı seyircileri tatmin etmeyebilir belki ama Denis Villeneuve’ün gizem ve tedirginlik üzerinden yarattığı atmosfer filmi görmek için yeterli ve geçerli bir neden oluşturuyor kesinlikle.

Almanca kökenli “Doppelgänger” yaşayan bir insanın kendisine tıpatıp benzeyen ve hiçbir akrabalık bağının olmadığı kişiyi tanımlamak için kullanılan bir kelime. Edebiyattan sinemaya ve resime pek çok sanat dalında üzerinde durulan bu kavram Villeneuve’ün filminde de iki karakteri getiriyor karşımıza: Bir üniversitede tarih hocalığı yapan ve rutin bir hayatı olan Adam ve sinemada ve reklamlarda küçük rollerde oynayan Anthony. İlki uzun süredir aynı kız arkadaşı ile görüşen, diğeri ise hamile olan karısını aldatan ve gizli seks kulüplerinin müdavimi olan bir kişidir. Adam seyrettiği bir filmde Anthony ile yüz yüze gelince dehşete kapılır. Bu keşif aslında filmin belirsiz ve sorulara yol açan içeriğinin de ilk örneği oluyor. Filmi seyrettiğinde herhangi bir şey fark etmez Adam ama rüyasında bu filmi görürken uyanır ve tekrar seyrettiğinde Anthony’yi fark eder. Bu keşif rüyada mı yapılmış ve bu yüzden mi fırlamıştır yatağından adam, bunu tam olarak söylemiyor film. Bu da seyrettiğimizin gerçekliği konusunda seyirciyi ikilemde bırakıyor doğal olarak.

Örümcek motifinin kullanımı da merak uyandırıcı: Baştaki kulüp sahnesinde çıplak bir genç kadın bir kutudan çıkardığı örümceği topuklu ayakkabısı ile ezecek gibi duruyor, bir camdaki çatlak çizgileri örümceği çağrıştırıyor ve finalde devasa bir örümcek beliriyor. Romanda olmayan bu motifin “anlam”ı da üzerinde bolca spekülasyon yapılan bir konu ama herhalde tehlikeyi ve başta Yunan mitolojisinde olmak üzere kadınlığı çağrıştıran örümceğin iki adamın kadınlar karşısındaki zayıflığının sembolü olarak kullanılması en akla yakın olanı. Bu şekilde başka göndermeleri ve sembolleri de var hikâyenin: Adam (Adem) adı kutsal kitaplara göre yaratılan ilk insanın adı ve Havva da onun kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Burada da iki adamın da kaburga kemikleri üzerinde ve aynı yerde bir yara izi görüyoruz, birinin diğerinden yaratılmış olmasını ima edecek bir şekilde.

Fiziksel olarak aynı olan iki farklı karakteri oldukça nüanslı bir oyunculukla canlandırıyor Jake Gyllenhaal. Adam karakterini bir parça hantal bir yürüyüşü ve şaşkın, huzursuz yüzü ile canlandıran oyuncu, Anthony’de ise daha rahat ve özgüvenli bir karakter çıkarıyor karşımıza. Mimikleri ve beden dili üzerinde yaptığı küçük değişikliklerle bu denli büyük farklar yaratabilmesinin oyuncunun yeteneğinin sağlam bir kanıtı olduğu filmde, Anthony’nin eşi Helen’i oynayan Sarah Gadon da parlak bir yardımcı oyunculuk performansı sergiliyor. Danny Bensi ve Saunder Jurriaans’ın imzasını taşıyan sade ama hikâyeye sağlam bir destek sunan müziğin de dikkat çektiği film “yaban mersini” ve “yüzük” gibi detaylar üzerinden de seyircinin kafasını karıştıran bir çalışma. Adam’ın üniversitede verdiği dersin otoriter yönetimler ve onların halkları kontrol altında tutmak için başvurduğu araçlar üzerine olması da ilginç; romanda da yer alan bu unsur, yazar Saramago’nun ülkesini 1974’de sona eren bir faşist diktatörlükle yöneten rejime bir göndermesi olarak görülebilir. Isabella Rossellini’nin de tek bir sahnede karizmasını ortaya koyduğu film, metafor olarak kullandığı örümcek ağını hatırlatan, iki adamı ve seyirciyi bir örümcek ağının içinde kendi başlarına bırakan bir çalışma. Sık sık tepeden çekimlerle ve özellikle de çekici olmayan bir şekilde gösterdiği şehrin bir örümcek ağının içinde olduğunu ima eden film karakterlerin böyle bir ağın içinde yaşadıklarının farkında olmadıklarını söylüyor sanki. Karakterlerimizden birinin diğerinin bilinçaltının ürünü olma ihtimalinin de düşündürdüğü gibi, birinin diğerini (ya da ikisinin de bir diğerini) yarattığı ağın içine atması da -yine Saramago’yu düşünürsek- insan doğasındaki diktatöryen eğilimlerin sembolü olarak görülebilir.

(“Düşman”)

Prisoners – Denis Villeneuve (2013)

“O artık bir insan değil. Hayır, kızlarımızı kaçırdığı andan beri o artık bir insan değil”

Küçük kızları kaçırılan ve içlerinden birinin kızını bulmak için ne gerekiyorsa yapmaya karar verdiği iki baba ve kızları bulmak için zamana karşı yarışan bir dedektifin hikâyesi.

Aaron Guzikowski’nin orijinal senaryosundan Kanadalı Denis Villeneuve’ün çektiği bir ABD yapımı. Bu filmle Hollywood için çalışmaya başlayan Villeneuve’ün özenli yönetimi, Roger Deakins’in Oscar’a aday gösterilen görüntü çalışması ve oyuncularının performansları ile dikkat çeken film yaş sınırlamalarından kurtulmak için dozu azaltılmış olsa da sert sahneleri ile rahatsız ederken, sembolik unsurlarının ve senaryonunun iddialı havasının gereğini tam olarak da karşılayamayan bir çalışma.

Açılış sahnesinde oğlunu avdaki hedefini başarı ile vurması nedeni ile takdir eden ve “her şeye hazırlıklı olmak gerek”tiğini söyleyen maço bir baba ve bir dedektifin eş zamanlı olarak kaçırılan iki kızı aramasını anlatıyor film bize. Guzikowski’nin senaryosu sonlara kadar suçlunun kimliğini ve motivasyonunu saklamayı ve seyirciyi de merak içinde tutmayı başarıyor. Baba “ne pahasına olursa olsun” ifadesi ile açıklanabilecek sert yöntemlerle ilerlerken, dedektif belli bir disiplin içinde hareket ediyor ve bu iki adam hedeflerine giden yolda bir yandan çatışırken bir yandan da birbirlerini eleştiriyorlar. Hugh Jackman (baba) ve Jake Gyllenhaal’in (dedektif) karakterlerini canlı ve gerçekçi kılmayı başadığı filmde diğer babayı canlandıran Terrence Howard ve anneleri oynayan Maria Bello ile Viola Davis de onların performanslarına aksamadan eşlik ediyorlar ve hikâyeye önemli katkılar sağlıyorlar. Bu parlak oyuncu kadrosu içinde Jackman, karakterinin yapısına uygun daha gösterişli bir oyun sergileyerek öne çıkıyor gibi görünse de, oyunculuk açısından hikâyenin asıl yıldızı Gyllenhaal. Oyuncu sade bir performansla karakterinin heyecanını, öfkesini, azmini ve kendi geçmişinin de sorunlu olduğunu hissetttiren havasını çarpıcı bir biçimde getiriyor önümüze.

Belki bazıları için yeterince sürpriz olmayacak olsa da, suçlunun kimliğini son anlara kadar saklayabilmesi ve farklı şüpheliler yaratabilmesi süresi iki buçuk saati aşan filmin gerilim ve merak duygusunu canlı tutabilmesinin önemli araçlarından biri. Aslında bu konuda -senaryonun genel bir problemi gibi de görünen- bir dağınıklık ve yeterince rafine edilmemiş bir yaklaşımı olduğunu da söylemek gerek. Bir şekilde tüm hikâyenin içeriği, akışı ve karakterler üzerinde daha fazla düşünülmeli, daha derinlikli bir içeriğe ulaşılmalı ve ortaya daha sağlam ve gerçekçi bir sonuç çıkmalıyımış gibi hissettiriyor film. Filmin ortaya koyduğu ise, bir parça ham bir havası olan ama yine de etkilemeyi başaran bir sonuç olmuş gibi görünüyor.

Adaleti devlete bırakmak ile adaleti bireyin kendisinin bulmasının (“Hayır, polis bir şey yapmıyor. Geçen defaki gibi susup, deli numarası yapar. Biri onu konuşturmalı. Biri yapmalı bunu”) çelişkisi filmin üzerinde durduklarından biri. Babanın bir parça paranoyak düşünceli gösterilmesi hikâyenin daha da çarpıcı işlenebilecek bu temasına zarar vermiş gibi görünüyor; çünkü babanın geçmekten hiç rahatsız olmadığı kırmızı çizgileri aşmasını bu karakterine bağlıyoruz biraz da ister istemez ve bu da beklenen etkiyi azaltıyor ve hikâyeyi aksiyona yaklaştırıyor daha çok. Tam ters yönde ise, annelerden birinin “göz yumma” kararı çok daha etkileyici ve duygusal açıdan seyirciyi de kendisine bağlayan bir tercihi filmin. Yönetmen Denis Villeneuve’ün aksiyondan çok karakterlerin düşünce ve davranış şekillerini takip eden ve bu tür bir film için -doğru bir tercih yaparak- heyecanı tempo değil, hikâye ve karakterler üzerinden üretmeyi seçmesi de bu tercih ile uyumlu kesinlikle. Benzer şekilde, dedektifin kendi öfke kontrolünü yitirip, babaya benzediği sahne de beyin ile yüreğin farklı yönlerde ilerleyebildiğini hatırlatarak bu uyuma ve adalet arayışı temasına katkı sağlıyor.

Çocukları kurban yaparak, insanların Tanrı’ya olan inançlarını yok etmek ve onları birer iblise (ya da iblisin temsilcisine) dönüştürmek amacı ile hareket eden bir kötü karakterin neden olduklarını anlatan film adının da altını çizdiği gibi mahkûmlarla onları mahkûm edenlerin hikâyesi bir yandan da. Birden fazla kez, birinin bir başkasını/başkalarını kaçırmasına ve tutsağı olarak aldığı bu kişilere yaptıklarına tanık oluyoruz. Öyle ki üzerine pek gidilmemiş olsa da ve daha çok Jake Gyllenhaal’ın güçlü performansı ile ima ediliyor olsa da, dedektif karakterinin de bir şekilde bir şeylerin (özellikle geçmişinin) mahkûmu olduğunu anlıyoruz. Ne var ki bunca farklı örneği olmasına rağmen, senaryo bu temayı da güçlü bir biçimde ele almıyor ve buradan üretilebilecek çekicilikten de yeterince yararlandıramıyor filmi. Bu problemlere karşılık yönetmenin başta gece yarısında gerçekleşen bir kovalamaca sahnesi olmak üzere farklı sahnelerde gösterdiği yönetmenlik becerisi filmi ilgiye değer kılarak sorunları dengeliyor.

Dinî referanslar ve kötülüğün doğası üzerine değinmelerini semboller üzerinden de aktarmayı deneyen ama bunların her zaman tam ve doyurucu karşılıklarını veremeyen film hikâyesini daha kısa sürede ve daha yoğun biçimde anlatabilirmiş ama yine de bu suç ve gizem filmi Hollywood’un zanaatkârlığının da etkisi ile kendisini seyrettirmeyi başaran bir çalışma ve Jackman ile Gyllenhaal’ın canlandırdıkları karakterlerin zıtlıklarını oyunculuklarına başarı ile yansıtmaları ile de ilgi çekecektir.

(“Tutsak”)

Sicario – Denis Villeneuve (2015)

“Bana saatin nasıl çalıştığını soruyorsun. Şimdilik sadece kaçı gösterdiğine bak”

Bir FBI ajanının Meksikalı bir uyuşturucu karteline karşı düzenlenen bir hükümet operasyonu sırasında tanık olduğu yasadışılıkların hikâyesi.

Taylor Sheridan’ın orijinal senaryosundan Denis Villeneuve’ün yönettiği bir ABD ve Meksika ortak yapımı. 2018’de yine Sheridan’ın senaryosundan ama bu kez Stefano Sollima’nın çektiği bir devam filmi de (“Sicario: Day of the Soldado”) olan çalışma aksiyon sinemasının sorumlu örneklerinden biri ve tanıdık bir konuyu sorgulayıcı bir tavırla ele alan bir eser. Bu sorgulayıcılığı açısından da belki çok fazla yeni bir şey söylemiyor film ve sinema dilinde de çok fazla bir orijinallik barındırmıyor ama yine de özellikle Emily Blunt ve Benicio Del Toro’nun performansları, kimi çarpıcı sahneleri, Roger Deakins’in görüntüleri ve yasadışılıkla mücadele için adaletin sınırları içinde kalma(ma)ayı sorgulatması ile ilgiyi hak ediyor.

“Sicario” -filmin açılışında belirtildiğine göre- Meksikalı tetikçilere verilen bir isim ve kökeni de ülkelerini işgal eden Romalılar’ı öldüren Yahudilerden geliyor. Hikâye Arizona’da bir çiftliğe yapılan baskınla başlıyor. FBI ve SWAT’ın ortak operasyonunda Latin çetenin en az otuz beş kurbanının korkunç durumdaki cesetleri ortaya çıkarılırken, iki FBI ajanı ile tanışıyoruz: Blunt’ın canlandırdığı Kate Macer ve Daniel Kaluuya’nın canlandırdığı Reggie Wayne. CIA’nın Meksikalı bir uyuşturucu kartelinin liderini ele geçirmek için planladığı operasyona bu ikiliden Macer çağrılırken, Wayne hukuk mezunu olması nedeni ile davet edilmez. Bu ayrımın nedeni aslında seyredeceğimiz hikâyenin de ana teması bir bakıma: Bir suçla mücade eden bir devlet hukukun dışına çıkabilir mi ya da ne kadar çıkabilir? Bu sorunun hikâyedeki iki karşı tarafını ise idealist FBI ajanı Macer ile operasyonu yürüten CIA temsil ediyor.

Denis Villeneuve hikâyeyi anlatırken alışageldiğimiz türden bir aksiyon anlayışından uzak duruyor ve açıkçası bu da filmin hem lehine hem de aleyhine bir sonuç yaratıyor. Ticarî sinemanın göz alıcı ama içi boş aksiyon numaralarına başvurulmaması, seyrettiğimiz aksiyon sahnelerini ilginç ve farklı kılıyor ve seyircinin asıl olarak hikâyeye odaklanmasını sağlıyor. Roger Deakins’in kamerası seyirciyi aksiyonun başdöndürücü ve yorucu atmosferine sokmak yerine o aksiyon içindeki karakterlere yaklaştırmayı tercih ediyor ve bu da filme ek bir boyut getiriyor. Filmin orijinal müziklerini hazırlayan ve yönetmen Villeneuve’ün isteği üzerine “tehdidin sesi”ni yaratmayı hedefleyen Jóhann Jóhannsson’un etkileyici çalışmasının da önemli bir katkı sağladığı hikâyenin aksiyon sahnelerinin “sürpriz”liği, örneğin patlama sahnesinde olduğu gibi, tam da bu nedenle etkileyici oluyor. Görüntü yönetmeni Deakins’in kamerasının bazen doğrudan bir aksiyon ânı yerine o ânın öncesini ya da sonrasını göstermesi veya aksiyonu ima eden bir sahneyi görüntülemeyi tercih etmesi de filmin bu bağlamdaki artılarından biri. Tüm bu olumlu yönlerine karşın, hikâyenin sonuçta çok da derin olmaması sinemasal çekicilik açısından zaman zaman sıkı bir aksiyonu aratmıyor da değil açıkçası ve bir eksiklik duygusundan kurtulamıyor film.

Benicio Del Toro’nun oynadığı Alejandro karakteri ne kadar ilginçse, Josh Brolin’in Matt Graver karakteri de bir o kadar alışıldık ve klişe görünüyor. Tavırları, sözleri ve hikâyedeki yeri ile benzerini daha önce defalarca seyrettiğimiz bir karakter bu ve hikâyeye de pek yakışmıyor. Alejandro karakteri ise ilginçliği ve seyircinin yavaş yavaş alıştırıldığı gerçek kimliği ile hikâyeyi sürükleyen unsurlarından biri oluyor senaryonun. Onun finaldeki sertliği ise ne motivasyonu ne de gerçekçiliği açısından anlamlı görünüyor ve senaryonun bir parça kolaycı ve kaba yaklaşımının bir örneği oluyor. Blunt’ın canlandırdığı ajanın hikâyenin onca erkeği arasında öne çıkan tek kadın karakter olarak sahip olduğu çekiciliği ve farklılığı çok güçlü bir biçimde olmasa da değerlendirmeyi başaran filmin CIA kurumunun resmini tarihi boyunca “adalet uğruna” işlediği suçları hatırlatır bir şekilde çizmesi de önemli artılarından biri ve bu bağlamda finalin gerçekçiliği de önemli.

Meksika’nın sınır şehri Juarez’in atmosferinin de akıllıca kullanıldığı filmde hem yörenin hem de hikâyenin sıcaklığına uygun sarı renklerin ağırlığı dikkat çekiyor. Yörenin filmde sergilenen suç atmosferinin etkileyiciliğinin şehrin belediye başkanını rahatsız etmesi ve 2010 yılından sonra suç oranının ciddi bir biçimde düştüğünü vurgulayarak filmi protesto etmesine neden olmasını Villeneuve’ün başarısının bir göstergesi olarak görebiliriz. Bu atmosfer içinde oluşturulan sahneler de (sıkışık trafikteki infaz, CIA’nın suçluları konuşturduğu bölümler, gece görüş kameraları ile çekilen sahne, sınırın altından geçen tüneldeki tüm bölüm vb.) yine yönetmenin çalışmasının takdiri hak eden bazı örnekleri. Finalde çocukların silah sesi ile yarıda kalan futbol maçı ve bu maçın bir süre sonra devam edecek olması hem şehirde yaşayanların hayatının hem de seyrettiğimiz hikâyenin pek de bir şeyler değişmeden süreceğini vurgularken, FBI ajanının son görüntüsü de destekliyor bunu. Kurgusunun ve ses çalışmasının da atmosferini desteklediği filmde kadının kişisel hikâyesi filme pek bir katkı sağlamazken ve bir parça zorlama görünürken, Maximiliano Hernández’in başarı ile oynadığı Meksikalı polis karakterinin yan hikâyesi ise tam tersine oldukça iyi yedirilmiş ana hikâyeye ve filmin mesele edindiği konuyu çok iyi açıklamış.

Arrival – Denis Villeneuve (2016)

“Yolculuğu ve sonunun nereye varacağını bilmeme rağmen… kucaklıyorum bu yolculuğu… ve onun her anını içtenlikle karşılıyorum”

Aynı anda dünyanın farklı yerlerinde ortaya çıkan on iki uzay aracının içindekilerle temas kurması için bir fizikçi ile birlikte seçilen dilbilimci bir kadının hikâyesi.

Çin asıllı Amerikalı bilim kurgu yazarı Ted Chiang’ın 1998 tarihli “Story of Your Life” adlı kısa öyküsünden sinemaya uyarlanan, senaryosunu Eric Heisserer’in yazdığı ve yönetmenliğini Denis Villeneuve’ün üstlendiği A.B.D yapımı bir film. “En İyi Film” dahil sekiz dalda Oscar’a aday olan ve “Ses Kurgusu” dalında bu ödülü kazanan film başka pek çok ödüle daha aday oldu ve kazandı. Zamanın doğrusal olmadığı bir hikâyesi olan film, dünyalılar ile “uzaylılar” arasındaki iletişim yöntemini ve iletişimin temel araçlarından biri olan “dil” kavramını odağına alması ile ilgi toplayan, dünyayı yönetenler ile bilim adamlarının olaylara yaklaşımındaki farklılığı öne çıkaran ve yalın ve etkileyici tasarımları ile başarılı bir çalışma. Hemen hiç aksiyon sahnesine yer vermemesi ile belki kimilerinin beklentisini karşılayamayabilir ve senaryo kimi problemli yaklaşımlara sahip olabilir ama yine de görülmesi gerekli ve keyifli bir çalışma bu. Evrende yalnız olup olmadığımız ve uzaylıların dost mu düşman mı olduğu sorularına cevapları olan film, gürültüsüz bir bilim kurgu yapılabileceğinin ve bunun etkileyici de olabileceğinin iyi örneklerinden biri.

Zamanın doğrusal olmaması, doğru bir hikâye ve becerikli bir yönetmenlik ile gerçekten etkileyici sonuçlar verebilen bir tema. Milcho Manchevski’nin 1994 yapımı “Pred Doždot – Yağmurdan Önce” adlı filmi bunlardan biriydi ve Balkanlar’da geçen hikâyesi ile bölgenin ezelî ve ebedî karmaşası ve trajedisini başarılı bir yönetmenlik ile anlatırken, sinemanın yüz akı örneklerinden biri olmuştu. Bu filmde de,açılış ile birlikte bize anlatıldığı gibi, kişisel bir trajedisi olan kadının bir yandan geçmişten bize yansıyan anlarına tanık olurken, diğer yandan onun -dünya bir felakete (uzaylılarla savaşmak gibi) uğramadan- uzaylılar ile iletişim kurma çabasını izliyoruz. Hikâye genel olarak bu iki farklı görünen unsuru başarı ile birleştiriyor finalde ve hem oldukça kişisel hem de toplumsal olabilen bir içerikle filmden keyif almamızı sağlıyor. Yönetmenin bir bilim kurgu filminde hüznü ve kişisel yanları olan bu hikâyeyi bize etkileyici biçimde aktarabilmesi önemli bir başarı. Görkemli unsurlara başvurmadan ulaşılan görsel atmosferin başarısı için de takdir etmek gerekiyor yönetmeni. Kamera kullanımından seçilen açılara film hep bir parça tedirgin, bir parça kırılgan ve bir parça gizemli olma tavrını koruyor ki onu çekici kılan yanlarından biri de bu. Jóhann Jóhannsson’un hikâyeye olağanüstü bir uyum sağlamış görünen ve filme en ufak bir zorlama içermeden mistik bir hava katan müziği ve Bradford Young’un kırılgan bir yumuşaklıkla oluşturulan görüntüleri de filme çok ciddi bir katkı sağlamış.

Bir sahnede sorulan “Hayatını başından sonuna kadar görebiliyor olsaydın, bir şeyleri değiştirir miydin?” sorusu “zamanın doğrusal olmaması” ile örtüşen iyi bir örnek olurken, kadının mesleği olarak dilbilimciliğin seçilmiş olması da doğru bir tercih olmuş. Sonuçta bu, iletişim üzerine bir film aynı zamanda, özellikle de bizden olmayanla kurduğumuz/kurmaya çalıştığımız/kurmaktan kaçındığımız iletişim üzerine. Uzaylılarla olan iletişim problemi belki yeterince ikna edici bir biçimde çözülmüyor ama bu iletişime açık ve istekli olmakla farklı olandan duyulan korkunun iletişim çabasının önüne geçmesi arasındaki fark oldukça önemli. Kadının “medeniyeti kuran taş” olarak tanımladığı “dil”in önemini doğru bir biçimde vurgulayan filmin tam da burada kolaya kaçtığı bir konu var. Hikâye iletişime en kapalı olanları Çinliler ve Ruslar olarak gösteriyor ve neyse ki Amerikalılar kurtarıyor dünyayı! Trump öncesi çekilmiş olabilir film ama hayli yakın bir geçmişte ve iktidarını savaş üzerine kurmuş baba ve oğul Bush gibi liderler tarafından yönetilmiş bir ülke varken örnek olarak, bu iki ülkenin seçilmiş olması fazla Hollywoodvari bir yaklaşım olmuş. İletişim ile ilgili bir sembol ise çok akıllıca tasarlanmış. Dünyaya gelen on iki uzay aracı yere asla temas etmiyor ve yaklaşık dokuz metre yukarıda havada asılı kalıyor; film ekibi bu tercihi “uzaylıların final iletişimi (iletişim kurma tercihini, bir başka şekilde söylersek) insanlara bırakması” şeklinde açıklıyor ki şık ve hikâyenin odağındaki iletişim açısından da doğru bir sembol bu.

Hikâyenin rahatsız eden bazı muhafazakâr tercihleri de var: Kaderci bir yaklaşımı var filmin ve “tevekkül”ü de açıkça benimsiyor; doğrudan Tanrı’ya hiç değinmiyor olsa da bu iki kavram fazlası ile işaret ediyor onu ve bu, tüm hikâye boyunca benimsenmiş görünen bir yaklaşım. Başroldeki iki oyuncudan, fizikçiyi oynayan Jeremy Renner işini yapıyor ama senaryo gereği ikinci planda kalıyor çoğunlukla; dilbilimci rolündeki Amy Adams’ın ise müthiş bir oyun çıkardığını söylemek mümkün. Karakterinin kişisel trajedisinden kaynaklanan ıstırabını, işini yaparkenki heyecanını ve bir şeyleri keşfettikçe yüzünde beliren soruları hem doğal hem alçak gönüllü hem de güçlü bir performansla getiriyor karşımıza ve filmin genel havasına uygun bir biçimde sesini yükseltmeden yüreğinize dokunmayı başarıyor.

Hikâyesi özellikle ortalarda bir parça sarkmış görünen filmdeki uzay aracının tasarımı, Kubrick’in 1968 yapımı “2001: A Space Odyssey – 2001: Uzay Yolu Macerası” filmindeki esrarengiz siyah anıtı hatırlatacaktır kimilerine. Bu tek parça anıtın (“monolith”) anlamı üzerine pek çok yorum yapıldı bugüne kadar ama belki de işte burada olduğu gibi o siyah taş anıt da insanlar ile uzaylılar arasındaki iletişim için bir kontakt aracıdır, kim bilir. Filmle ilgili son bir not için Wittgenstein’ın ünlü bir sözünü hatırlamakta yarar olabilir: “Eğer bir aslan konuşabilseydi, ne dediğini anlayamazdık”. İnsanların konuştukları dillerden bağımsız olarak ortak (evrensel) referanslara sahip olduğu ve bu referansların birbirlerini anlamalarında kilit önemi olduğu tezine dayandığı söylenen ve insanlarla aslanların paylaştığı ortak referanslar olmadığı için birbirlerini anlayamayacakları düşüncesinin ürünü olan bu sözden yola çıkarsak, filmin uzaylılar ile bizim aramızda bu referansların varlığına işaret ettiğini söyleyebiliriz rahatlıkla. Bu da filmin umut içeren bir resim çizdiğini söylememizi mümkün kılıyor çünkü birbirimizi anlayabiliyorsak (ve anlamaya hazırsak elbette) umut her zaman canlı kalacaktır.

(“Geliş”)