The Courier – Dominic Cooke (2020)

“Pozisyonumda kalacağım ve Kremlin’de konuşulanları size ileteceğim; ama hükümetinize söyleyin, bilgileri dikkatlice kullansınlar. Beni bir silah olarak değil, barışın aracı olarak değerlendirsinler”

İngiliz ve Amerikan istihbaratının kendileri ile temasa geçen bir Sovyet görevlisi ile ilişki kurmasını ve onun sağlayacağı gizli bilgiler için kuryelik yapmasını istedikleri sıradan bir İngiliz iş adamının hikâyesi.

Senaryosunu Tom O’Connor’ın yazdığı, yönetmenliğini Dominic Cooke’un yaptığı bir Birleşik Krallık ve ABD ortak yapımı. Gerçek bir hikâyeye dayanan senaryo Batı ile Sovyetler Birliği arasındaki Soğuk Savaş’ın önemli olaylarından biri olan Küba Füze Krizi’ni de içine alan öyküsü ile ve özellikle de eski tarz casusluk filmlerinden hoşlananların ilgisini çekebilecek bir yapıt. Başrollerdeki Benedict Cumberbatch (iş adamı Wynne) ve Merab Ninidze’nin (Batı’ya gizli bilgileri ileten Sovyet devlet adamı Oleg Penkovsky) işlerini çok iyi yaptığı film gerçekleri sinema dünyasına aktarırken -elbette- değişiklikler yapmış olsa da, seyrettiğinizin gerçekten yaşanmış olmasının da katkısı ile gerilim ve heyecan duygusunu canlı tutuyor hemen her zaman. Gereksiz dramatik sahneler ve barış taraftarı tutumunun gizle(ye)mediği Sovyet karşıtlığı ile tüm anaakım filmlerinin klişe tercihlerini barındırsa da, ilgi ile izlenebilir.

Aslen tiyatro için çalışan ve sinema yönetmenliğine 2017’de “On Chesil Beach” ile giriş yapan Dominic Cooke’un beyazperde için çektiği ikinci film bu. Gerilimini aksiyondan değil, içinde bulunulan durumdan alan bir film çekmeyi tercih etmiş Cooke ve zaman zaman John le Carré romanlarını çağrıştıran bir hikâye anlatan senaryodan eski tarz bir sinema yapıtı oluşturmayı seçmiş. Bu tercihler aslında filmin hem en önemli kozları oluyor hem de hedeflenenin tam anlamı ile yakalanamamış olması, kaçırılan bir fırsatı düşündürüyor. Evet, bir fırsat kaçmış; çünkü hikâye çağrıştırdığı le Carré romanları (ve onlardan uyarlanan filmlerin hikâyeleri) kadar güçlü değil. Vatana ihanet, sıradan bir adamın çok tehlikeli bir işe bulaşması, güçlü ülkelerin istihbarat örgütlerinin savaşı ve dünyayı bir nükleer savaşın eşiğine kadar götüren Küba Füze Krizi gibi pek çok silahı var filmin ama yine de ortaya bir le Carré düzeyi çıkmıyor. Bunun da iki temel nedeni var gibi: Birincisi tüm bu unsurlar ve olguların, hikâyenin gerçekliğine ve dramatik efektler için bu hikâyeye yapılan eklemelere rağmen, yeterince organik bir bütün oluşturamamaları; ikincisi ise aksi görünme çabasına rağmen hikâyenin bir tarafa (burada Batı’ya) hayli yakın durduğunu gizle(ye)memesi. Böyle olunca, le Carré’nin yakıcı acılığından uzak bir sonuç çıkıyor ortaya ki öne çıkan da casusların psikolojisi değil, casusluk macerasının kendisi oluyor. Ne var ki bu eksiklikler filmin ilgiyi hak etmediği anlamına gelmiyor kesinlikle. Evet, bir karşılaştırmadan yenik çıkıyor film, ama sonuçta o karşılaştırmadan bağımsız olarak değerlendirilmeyi de hak ediyor.

1960’dan itibaren ABD ve Sovyetler’in her ikisinin de “insanlığın sonunu getirebilecek” nükleer silahlara sahip olduğunu hatırtlatan bir bilgilendirme ile açılıyor film. Bir Sovyet devlet adamı Moskova’daki ABD elçiliğinden çıkan iki genç adama bir belge veriyor elçiliğe iletmeleri için. Buradan dört ay sonrasına geçiyoruz; kendisini Kruşçev’in bir nükleer savaş başlatmasından korkan, barış yanlısı birisi olarak tanıtan Sovyet devlet adamı ile düzenli temas kurmak ve gerektiğinde de onu Sovyetler’den kaçırabilmenin yollarını tartışan CIA ve MI6 görevlileri temas ve kuryelik görevini KGB’nin dikkatini çekmeyecek sıradan bir iş adamına vermeyi kararlaştırıyorlar. Filmde bu fikrin sahibi CIA görevlisi kadınmış gibi gösteriliyor ama gerçek hikâyedeki birkaç farklı karakterden oluşturulmuş bu kadın aslında (Anlaşılan günümüz sinemasının senaryolarında kadınları da öne çıkarma telaşından kaynaklanan bir değişiklik olmuş bu). Kendisine “Tehlikeli bir şey yok, yasa dışı bir şey yok. Her zaman yaptığın iş adamlığını yapacaksın sadece” dense de elbette olaylar öyle gelişmeyecektir.

Tom O’Connor’ın senaryosu bu tür hikâyeler anlatan eski Hollywood filmlerinin “İyi Batı, kötü Sovyetler” klişesinden uzak durmaya çalışmış ama yine de Batı’nın yaşananlara bakışı hâkim filmde. Örneğin Sovyetler’in Küba’ya yerleştirdiği füzelerin neden olduğu krizin sorumlusu temel olarak sadece SSCB gibiymiş gibi gösteriliyor. Bir sahnede ve kolayca kaçırılabilecek bir diyalogda Amerikalıların Türkiye’ye yerleştirdiği füzeleri hatırlatıyor Ruslar ama hem çok kısa/zayıf bir değinme olarak kalıyor bu hem de Amerikalıların Küba’daki rejimi devirmek için yaptıklarından hiç söz edilmemesi önemli bir dengesizlik yaratıyor. Ayrıca yine tipik bir Batı bakışı ile Kruşçev hep dengesiz bir lider olarak çizilirken, Kennedy’nin şahsında Batı sağduyunun hâkim olduğu bir blok olarak çıkıyor karşımıza. Bir başka örnek ile ifade edersek; KGB kötücül, CIA ve MI6 barış için çalışan istihbarat örgütü gibi resmediliyorlar hikâyede. O’Connor’ın hikâyesi başka karşılaştırmaları da önümüze koymaktan çekinmiyor. Örneğin Moskova’da eğlence için gidilen yer Bolşoy Balesi olurken, Londra’da eğlenmenin aracı, halkın gittiği bir barda çalan dönemin ünlü şarkısı Let’s Twist Again (Chubby Checker’ın 1961 tarihli klasiği) eşliğinde yapılan çılgınca danslar ve bol bol içilen içkiler oluyor. Anlaşılan Sovyetler’in “donuk soğukluğu”nun ve “elitizm”inin karşısına Batı’nın ”canlı sıcaklığı”nı ve “halkçı”lığını koyuyor film ve durmamız gereken tarafı da söylüyor bize böylece. Neyse ki “Kuğu Gölü” balesinin izlendiği ve hayli güçlü ve etkileyici bir sahne bu gereksiz/yanlış karşılaştırmaları dengeleyen bir güzelliğe sahip olması ile durumu kurtarıyor.

Finalde Amerikalı iş adamının 1990’da “huzur içinde öldüğü”nün belirtilmesine gerek duyulmuş nedense ama Nigel West’in (Muhafazakâr İngiliz politikacı Rupert Allason’ın kitaplarında kullandığı takma isim) 1991 tarihli “Seven Spies Who Changed the World” adlı kitabında, Moskova’da geçirdiği kötü zamanlardan sonra ülkesine geri döndüğünde bu adamın depresyon ve alkolizmle mücadele ettiği yazılıyor ve ölümü de gırtlak kanserinden olmuş aslında. Benedict Cumberbatch işte bu adamı her zamanki ustalığı ile canlandırırken, sıradan bir iş adamından bir casusluk oyunun karakteri olmaya geçirdiği dönüşümü de performansı ile gerçekçi kılıyor. Karısı ile cezaevinde uzun bir süre sonra ilk kez görüştüğü sahnede örneğin, senaryonun dramatizmi sonuna kadar zorlamasına rağmen, ne denli usta bir oyuncu olduğunu bir kez daha gösteriyor bize Cumberbatch. Penkovsky rolündeki Merab Ninidze de karakterinin soğukkanlı tedirginliğini seyircinin hissetmesini sağlayan sade bir oyunculukla ona çekici bir biçimde eşlik ediyor.

Sonda gerçek Wynne’ın kısa bir röportajını da bizimle paylaşan filmin iki adam arasında gelişen dostluğu hissettirmesi doğru bir tercih olmuş ve böylece bu karakterler birer tipleme olmaktan çıkıp, sahici insanlara dönüşmüşler. Filmde “aksiyon” sahnesi olarak görülebilecek birkaç bölüm var ama bunlar klasik anlamda birer aksiyon olmaktan çok, iyi kurgulanmalarının da katkısı ile hikâyeye önemli bir gerilim ve dinamizm sağlayan anlar asıl olarak. İki baş karakter arasındaki ilişki ve ortaklığın bir süre sonra -ve ortak bir tehlikeyi paylaşmanın da katkısı ile- sıkı bir dostluğa dönüşmesi; dayanışma, bağlılık ve fedakârlık gibi duyguların ortaya çıkması hikâyenin bir diğer önemli yanı. Oyuncuların bu ilişkiyi seyirci açısından çekici kılan kimyayı oluşturması, Sean Bobbitt’in hikâyeye yakışan ve resmedilen anın ruhuna uygun resimler/çerçevelemeler yakalayan görüntüleri ve Abel Korzeniowski’nin dramatizmi destekleyen müzikleri gibi çekici başka yanları da olan film tam bir başarı değil ve daha çok klasik casusluk filmlerinin bir gölgesi düzeyinde kalıyor. Yine de en azından türünün meraklıları için çekici olabilecek bir sinema yapıtı bu.

(“Kurye”)