L’amour, L’après-Midi – Éric Rohmer (1972)

“Beceremeyeceğim tek şey varsa, o da bir kadına kur yapmaktır. Ne söyleyeceğim hakkında hiçbir fikrim yok, gerçi onunla konuşmak için sebebim de yok ya. Ondan isteyeceğim hiçbir şey yok, teklif edeceğim bir şey de yok… ama evliliğin beni çevrelediğini, kolumu kanadımı kırdığını hissediyorum ve bundan kurtulmak istiyorum. Belirsiz bir şekilde önümde uzanan, huzur dolu bir mutluluk beklentisi canımı sıkıyor. Kendimi çok da uzun olmayan ve beklentilerin acısını hissettiğim o zamanları özlerken buluyorum. Sadece ilk ve uzun soluklu aşkların olduğu bir dünyanın hayalini kuruyorum”

Evli ve çocuklu bir adamın başka kadınlara karşı duyduğu ama eyleme dök(e)mediği ilgisinin, eskiden tanıştığı bir kadının hayatına tekrar girmesi ile yeni bir aşamaya taşınmasının hikâyesi.

Éric Rohmer’in yazdığı ve yönettiği bir Fransa yapımı. Sinemacının “Contes Moraux” (Ahlak Hikâyeleri) başlığı altında topladığı 6 filmin sonuncusu olan yapıt; bir hayal sahnesinde serinin önceki beş filmine de selam gönderen, “basit ve sıradan” görünümlü bir hikâyeyi Rohmer’in yine benzersiz bir çekiciliğe kavuşturduğu, çok başarılı diyalogların yönetmenin ustası olduğu orijinal karakterlerle daha da güçlendiği ve ahlakî bir meselenin günlük hayatın içine özenle yerleştirildiği bir çalışma. Rohmer’i sevenlerin hemen ve rahatlıkla âşık olacağı türden olan bu film yapay gerilimlerden tamamen uzak durarak ve yine güçlü bir karakter galerisi ile her sinemaseveri büyüleyecek bir eser.

Arié Dzierlatka’nın sadece açılış jeneriğine eşlik eden elektronik/fütüristik havalı kısa “müziği” dışında herhangi bir müzik/şarkı yok filmde ve Rohmer yine hemen sadece karakterlerine/hikâyeye/ahlakî meseleye dayanan ve tüm gücünü onlardan alan bir yapıtla seyirciyi eseri ile baş başa bırakıyor. Sinemacının aynı anda hem gerçekçi hem kendine has bir şiirselliği olan diğer yapıtları gibi bu film de seyircisini kendisine hemen bağlamayı başarıyor. Amatör ve profesyonel oyuncuların ustalıklı bir şekilde bir araya getirildiği ve “oynamadan oynadıkları” filmde Rohmer yine kendine has o küçük mucizeyi yaratıyor ve seyrettiğinizin gerçek olduğuna ikna ediyor sizi. Evet, tüm o Fransızlığına karşın bu hikâye her birimizin olacak kadar evrensel.

Rohmer’in “Ahlak Hikâyeleri” serisinin ilham kaynağı, F.W. Murnau’nun 1927’de çektiği “Sunrise: A Song of Two Humans” adlı film. Evli ya da bir kadınla birlikteliği olan bir erkeğin başka bir kadının cazibesine kapılmasını ama sonunda “ev”ine dönmesini anlatır Rohmer’in ahlak hikâyeleri. Burada da işte böyle bir öykü var: Evli ve bir çocuklu Frédéric (Bernard Verley) hamile olan eşi Hélène (Bernard Verley’in gerçek hayatta da eşi olan Françoise Verley) ile mutlu bir hayatı olan bir iş adamıdır; ama başka kadınlarla ilgili hiçbir zaman eyleme dönüşmeyen canlı ilgisi eskiden tanıdığı bir kadın olan Chloé’nin (Zouzou) uzun bir aradan sonra kendisini araması ile boyut değiştirecektir. Frédéric karakterinin, zaman zaman anlatıcı olarak sesini duyduğumuz ve gelişmeleri açıkladığı (pek de gerekli görülmeyen) birkaç kısa cümle dışında, asıl olarak kendi duygularını açıkladığı film Rohmer’in kaleminden çıkan gerçekçi ama alçak gönüllü bir felsefesi ve lirizmi de olan diyaloglar aracılığı ile bizi de hikâyesine ortak ediyor. Hiçbir zaman öyküsünün boyutunu bireysel olandan daha genel bir düzeye çıkardığını vurgulamıyor ya da bu yönde bir zorlama içine girmiyor Rohmer; ama seyrettiğiniz hikâyeyi kendinizi de katarak ve farklı felsefik meselelerle ilişkili olarak düşünmenizi sağlıyor kendi varlığını hiç hissettirmeden. Rohmer’in bir yönetmen olarak en önemli başarısı da belki de bu: Karakterlerini ve yaşamlarını, tüm o küçük ve onlara has görünen meseleler karşısındaki acizlikleri ile birlikte sahici kılabilmesi.

Toplumsal konumu ve maddî durumu açısından çok daha güçlü bir konumda olan Frédéric’in, bu alanlarda ondan çok daha geride olan Chloé ile karşılaştırıldığında, yaşamı ve kararları konusunda çok daha az inisiyatif kullanabilmesi erkek karakterlerle kadın karakterlerin farkları açısından tipik bir Rohmer durumu. Hikâye boyunca adam hep tereddütler, düşünceler, korkular ve sorgulamalar içinde gösterilirken, kadın sonuçları ne olursa olsun kararlar alıp bunları uygulayan ve kendi hayatı/bedeni hakkında çok daha söz sahibi birisi olarak gösteriliyor. Bu resmi, sadece erkeğin cinsiyeti üzerinden değil, onun burjuvazinin bir üyesi olmasının sonucu olarak da görmek gerekiyor. Kadının, erkeğin ait olduğu sınıfa sık sık imalarla saldırması (“Madem burjuvasın, burjuva gibi davransana. Evli kal, bir yandan da aldat. Bir nevi emniyet subabı”) ve adamın tipik burjuva ikiyüzlülükleri ile bunalması da Rohmer’in bu sınıfa yönelttiği eleştirinin uzantısı olarak görülebilir. Kabaca bir sınıflama ile; kadının cesur, erkeğin korkak olarak tanımlanabileceği filmde bu karakterleri canlandıran oyuncuların Rohmer filmlerinin tipik özelliklerinden biri olarak sade performansları da bu eleştiriyi gerçek ve elle tutulur kılıyor.

Rohmer’in senaryoları bir edebî metin olarak da yorumlanabilecek bir biçim ve içeriğe sahiptirler genel olarak. Burada da benzer bir durumla karşılaşıyoruz; özellikle erkeğin bir anlatıcı rolü ile kendisini açıkladığı cümleler, hikâye için çok da önemli değilmiş ve gevezelikmiş gibi görünebilir ama elbette öyle değil. Tıpkı bazı küçük detaylar gibi, Frédéric’in anlattıkları da karakteri ve hikâyeyi daha iyi anlamamızı sağlıyorlar. Örneğin başlarda, kendisini “zaman ve mekânlardan uzaklaştıran kitaplar”dan hoşlandığını söylüyor trende kitap okurken gördüğümüz adam; elindeki kitap ise Fransız kâşif ve denizci Louis-Antoine de Bougainville’in 1771 tarihli ve Arjantin, Patagonya, Tahiti ve Endonezya’ya yaptığı gezileri anlattığı “Voyage Autour du Monde” adlı eseri. Artık karısı ile dışarı bile pek çıkmadıklarını söyleyen adamın hareketsizliğinin karşıt yönünde duran ve bir kaçma özleminin uzantısı olan kitap, Chloé karakterinin hareketliliğini de getiriyor akla. Kolayca gözden kaçabilecek bir görsel detay bu örneğin ve tıpkı sözcükler gibi karakter hakkında değerli bilgiler veriyor bize. Anlatıcıyı dinlediğimiz sahnelerin bir kısmında, filmin geneli için de söylenebilecek şekilde bir belgesel havasının yakalanması da gerçek görüntüler üzerine okunan bir edebî metin havası veriyor duyduklarımıza.

Adamın, boynuna asılı bir büyülü kolye sayesinde tüm kadınları etkisi altına aldığını hayal ettiği sahnede “Ahlak Hikâyeleri” serisinin önceki filmlerine hoş bir göndermede bulunmuş Rohmer ve o filmlerdeki kadın karakterleri canlandıran oyuncuların bazılarına kısa birer rol vermiş Frédéric’in kadın avının kurbanları olarak: Françoise Fabian (“Ma Nuit Chez Maud” – Maud’daki Gecem), Marie-Christine Barrault (“Ma Nuit Chez Maud”), Haydée Politoff (“La Collectionneuse” – Koleksiyoncu Kadın), Aurora Cornu (“Le Genou de Claire” – Claire’in Dizi), Béatrice Romand (“Le Genou de Claire”) ve Laurence de Monaghan (“Le Genou de Claire”). Seriyi kapatmak için hoş bir gönderme olmuş bu kuşkusuz.

Üç bölümde anlatıyor öyküsünü film: Frédéric’i tanıdığımız Giriş Bölümü, Chloé’nin öyküye girdiği ve adamla aralarındaki “ilişki”nin başladığı Birinci Bölüm ve adamın kadının etkisi altına girdiğini keşfetmesinden (“Her an ortaya çıkabileceği korkusu da yerini, kullanılıp bir kenara atıldığıma dair kötü bir hisse bırakmıştı”) sonra yaşananları anlatan İkinci Bölüm. İşte bu üç bölümde evlilik, sadakat, çok eşlilik, arzularımızı yönet(eme)memiz ve toplumsal yaşamın (özellikle de burjuva değerlerinin) neden olduğu kısıtlamaların üzerine düşünüyor ve bizi de peşinden sürüklüyor Rohmer. Final ilk bakışta muhafazakâr görünebilir ama serinin genel temasına uygunluğunun yanında, tam da erkek karakterin vereceği türden bir karar olarak gerçekçi ve doğru bir seçim olmuş. Bernard Verley’nin sevimli yüz ifadesinin de etkileyiciliğine katkı sağladığı birkaç sahnede ufak oyunlara da başvurarak (Adamın espri yapıldığını düşünerek gülümsemesinden gittikçe ciddileşen ve endişeye kapılan bir yüz ifadesine geçişini yavaş bir zumla gösteren kamera, sonda uzun bir tek çekimle gösterilen karı-koca konuşması, adamın iki farklı sahnede duştan çıkan kadınları öpme/öpmeme durumu ve kadınların farklı tepkileri vs.) hikâyesine bir eğlence de katmış yönetmen.

Adını erkekle kadının öğleden sonra buluşmalarından alan ve bir öğleden sonraki muhtemel bir sevişme ile sona eren hikâye 2007’de Chris Rock tarafından, kendisinin başrolü de oynadığı “I Think I Love My Wife” adı ile de taşınmış beyazperdeye ama neredeyse vasat bir sitcom komedisi olan bu uyarlama Rohmer’e ve filmine bir ihanet olmuş açıkçası. Bir öykünün ruhunu, meselelerini ve orijinalliğini yok ettiğinizde ne olacağını görmek isteyenler için “iyi” bir örnek yaratmış Rock.

Serinin önceki filmlerini seyrettiğiniz için finali tahmin etseniz bile yine de sizi hoş bir merak duygusu ile saran yapıt, Nestor Almendros’un özellikle bazı sahnelere hoş bir hafiflik ve belirsizlik katan yumuşak ışıklandırmalarından epey yararlanmış görünüyor. Özetle söylemek gerekirse, Rohmer yalın ve sahici bir hikâyeden bir kez daha “küçük bir başyapıt” yaratmayı bilmiş ve usta sinemacılığının parlak bir başka örneğini yaratmış. Sinemada insanlara insanları anlatan hikâye görmek isteyen tüm sinemaseverler için!

(“Love in the Afternoon” – “Chloe in the Afternoon” – “Öğleden Sonra Aşk”)

Ma Nuit Chez Maud – Éric Rohmer (1969)

“Sende beni rahatsız eden şey konulardan kaçıyor olman. Sorumluluk üstlenmekten kaçıyorsun. Utangaç bir Hristiyan, utangaç bir Don Juan’sın. Bir parça fazla gibi”

Arkadaşının sevgilisinin evinde kadınla baş başa bir gece geçirmek zorunda kalan Katolik bir adamın yaşadığı ikilemlerin ve ahlakî değerlerinin zorlanmasının hikâyesi.

Éric Rohmer’in yazdığı ve yönettiği bir Fransa yapımı. Usta Fransız sinemacının “Contes Moraux” (Ahlakî Öyküler) başlığı altında toplanan altı filmlik serisinin dördüncüsü olan yapıt Cannes’da Altın Palmiye için yarıştığı gibi, Orijinal Senaryo ve Yabancı Dilde Film dalında Oscar’a aday da olmuştu. Bu -Rohmer’den bekleneceği ve beklenmesi gerektiği gibi- bol konuşmalı olan film ahlakî bir ikilemi Fransız düşünür ve matematikçi Pascal’a referanslarla ve onu sorgulayarak ele alan, derinlikle ve özenle çizilmiş karakterleri ile önemli, etkileyici diyalogları ile Rohmer’in ustalığını her sahnesinde kanıtlayan ve sıradanlığın içindeki kompleks yapıyı görmeyi ve göstermeyi başaran önemli bir çalışma. Düşüncelerin, değerlerin, prensiplerin, sorgulamaların ve tereddütlerin hikâyesi anlatılan ve Rohmer’in filmografisinin de en değerli örneklerinden biri.

Rohmer “Ahlakî Öyküler”de aslında hep aynı hikâyeden yola çıkmış; Rohmer’in esin kaynağı F. W. Murnau’nun 1927 tarihli sessiz filmi “Sunrise” olmuş ve bu filmin senaryosunu yazan Carl Mayer, Alman yazar Hermann Sudermann’ın bir kısa hikâyesini uyarlamış Murnau’nun filmi için. Aynı temanın etrafında dönüyor Rohmer “Ahlakî Öyküler”i oluşturan altı filmde: Bir kadınla birlikteliği olan bir adamın bir başka kadına ilgi duyması ama sonra tekrar ilk kadına dönmesi. Bu şekilde özetleyince çok değişik ve yaratıcı görünmüyor hikâye ama Rohmer’i usta yapan işte tam da bu. Yönetmen sıradan insanların (burada ek olarak, her biri farklı sorgulamaları olan entelektüel karakterlerle karşı karşıyayız) sıradan durumlar içindeki davranış ve düşüncelerinden yola çıkarak bir ahlak meselesi ile yüzleştiriyor seyirciyi ve özellikle bu filmde bu yüzleşmeyi iyice odağına oturtuyor hikâyesinin.

Jean-Louis adındaki bir mühendis (Jean-Louis Trintignant), onun uzun süre sonra karşılaştığı çocukluk ve gençlik arkadaşı ve felsefe hocası Vidal (Antoine Vitez), Vidal’in dul ve çocuklu sevgilisi Maud (Françoise Fabian) ve Jean-Louis’nin kilisedeki bir ayinde karşılaştığı bir üniversite öğrencisi olan Françoise (Marie-Christine Barrault) arasında geçiyor hikâye. Jean-Louis Vidal’in daveti üzerine Maud’un evinde kadınla baş başa bir gece geçiriyor ve bu arada Françoise ile de tanışmaya ve arkadaşlık kurmaya çalışıyor. Adını Maud’un evinde geçen geceden alan filmde iki Katolik (Jean-Louis ve Françoise), bir Marxist (Vidal) ve bir ateistin (Maud) aşk, evlilik, inanç ve sadakat üzerindeki diyaloglarını Pascal’ın bu konulardaki düşüncelerini referans alarak oluşturmuş Rohmer ve ortaya entelektüel olarak nitelendirilebilecek bir sonuç çıkarmış. Filme ek bir boyut daha getiriyor Rohmer ve yine aynı Fransız bilim adamının matematikçi yanından yola çıkarak olasılıklar, kader, şans ve risk almayı da (kumar oynamayı, bir başka ifade ile) sağlam bir şekilde hikâyenin parçaları yapıyor. Fransız sinemacının filmlerinde erkek karakterlerin öne çıktığı hikâyelerde bile kadın karakterlerin çoğunlukla daha güçlü ve kararlı bir resimle anlatıldığını bilenler burada da benzer bir durumla karşılaşmayacaktan şaşırmayacaklardır.

Filmi uzun ve bol konuşmalı sahneler üzerine kurmuş Rohmer ve Jean-Louis karakterinin iç sesini de iki kez seyirciye duyuruyor şaşırtıcı bir şekilde. Şaşırtıcı çünkü her iki sahne de filmin geneline hâkim olan doğrudanlığa aykırı düşüyor. Bunların ilkinde tek bir cümle duyuyoruz: “O pazar günü, Aralık ayının 21’i, hiç şüphesiz Françoise’ın karım olması gerektiğini anladım”. Noel arifesindeyiz ve yalnız yaşayan ve uzun süre yurt dışında (Kanada ve Şili) çalışmış olan mühendis Jean-Louis kilisede bir ayinde gördüğü genç kadına “âşık olmuştur”. Bu duyduğumuz cümlenin ima ettiği kader anlayışı ve öykünün temelde dinî bir temeli olan Noel zamanında geçmesi filmin içeriği ile oldukça uyumlu ama Rohmer etik değerler ve ahlak etrafında döndürse de hikâyesini bir “din filmi” çekmemiş. Dinsel düşünce ve inançların bireylerin değerlerini belirlemesi ya da en azından etkilemesi ve modern hayat ile dinsel kuralların gelenekçiliğinin çelişmesi burada asıl olan ve Rohmer ne örneğin bir Katolik karakterin ne de Marxist olanın yanında duruyor ve bir mesaj verme ve taraf tutma kaygısına kapılmıyor hiç.

Entelektüel bir sohbeti (daha doğrusu sohbetleri) günlük hayatın gerçekleri ile ilişkilendirerek anlatan film bir insanın bir diğeri ile karşılaşma olasılığı, düşük olasılıklı ama kazancı sonsuz olacak bir seçeneğin peşinden gitmenin anlamı (Vidal bu durumu; Lenin, Gorki ve Mayakovski’den hangisine ait olduğunu hatırlamadığını söylediği “Rus devrimi ihtimalini seçmek” ifadesi ile açıklıyor), evlilik kurumu, sadakat, aldatma ve “birisi ile yatıp yatmama” gibi konular üzerinde dört karakteri ile birlikte seyirciyi bir tartışma dizisinin içine sokuyor. “Doğru ya da yanlış, herkesin bir aziz olma şansı olmadığına göre belli ki ben o aziz olamayacaklardan biriyim; doğuştan gelen mizacım, umutlarım, potansiyelim, hatta sıradanlığım ve heyecandan yoksunluğum yüzünden” diyen Jean-Louis modern dünyada “temiz” kalmanın olasılığı üzerine düşündürüyor seyirciyi eylem(sizlik)leri ve düşünceleri ile. Rohmer’in düşünsel yanı bu denli ağır basan ve diyaloglara sıkı bir şekilde bağlı olan hikâyeyi sinemasal bir tadı hiç ihmal etmeden anlatabilmesi önemli bir başarı. Görüntülerde imzası olan usta sanatçı Néstor Almendros’un ona bu açıdan sağladığı önemli katkıyı da atlamamak gerek; bir Noel zamanı hikâyesi olarak karın da yağdığı filmde şehre yüksekten bakan bir tepedeki konuşma sahnesi örneğin, çerçevelemesi ile çok çekici ve filme hem nefes aldırıyor hem de yağan karla birlikte adeta karakterin saflığını anlatıyor bize.

Film Rohmer’i geniş kitlelere tanıtan çalışma olarak kabul ediliyor bugün ve tüm Rohmer filmleri gibi insanların (çoğunlukla da sıradan insanların) doğalarına nüfuz edip, onları tüm güçlü ve zayıf yanları, kararlılıkları ve tereddütleri ile, kısaca onları birer insan yapan tüm yanları ile karşımıza getirerek çekici bir sonuç koyuyor ortaya. Sıradan bir görünüm içinde, dikkatli ve hevesli gözler için bir parlak mizansen örneği de sergiliyor burada yönetmen. Örneğin Maud’un evinde önce o, Vidal ve Jean-Louis ile başlayan, daha sonra Vidal’ın ayrılması ile diğer ikisinin kaldığı uzun sahnede tüm o aralıksız diyalogları bir “koreografi” ile destekleyerek parlak bir başarı elde ediyor. Karakterler arasındaki çekişmeler, imalar ve küçük oyunlardan aldığı güçle Rohmer bir kez daha bize bizim hikâyemizi anlatıyor keyifli, sorumlu ve dürüst bir şekilde.

1965 yılında Fransız televizyonu için Pascal üzerine bir belgesel (“Entretien sur Pascal”) çeken Rohmer bu filmin hikâyesini de bu bilim ve düşün adamının doğduğu yer olan Clermont’ta geçirmiş ve şehri zarif bir şekilde filmin önemli bir parçası yapmış. Filmi seyrettikten sonra Pascal’ın “Pensées” (Düşünceler) adlı kitabını okumak ve “ Pascal’ın Bahsi” (bir dizi argümanla kazançlı çıkmak (cennete gitmek?) için Tanrı’ya inanmanın inanmamaktan daha akılcı olduğu sonucuna varır Pascal) olarak bilinen argüman üzerinde düşünmek için teşvik edici olan film olasılıklar üzerinden matematiğin hayatımız üzerindeki yerini de hatırlatıyor eğlenceli bir şekilde. Dört oyuncunun da parlak performanslar sergilediği filmde Jean-Louis Trignant hikâyenin akıp gitmesini sağlayan ve karakterinin entelektüel ikilemlerini gerçekçi ve çekici kılan oyunculuğu ile ve hikâyenin onun etrafında dönüyor olmasının da avantajı ile öne çıkıyor. Tüm Rohmer filmleri gibi, görülmesi gerekli bir sinema yapıtı.

(“My Night at Maud’s” – “Maud’daki Gecem”)

L’ami de Mon Amie – Éric Rohmer (1987)

“Hayır, ben kız arkadaşlarımın sevgililerini çalmam”

Tesadüfen tanışan iki kadın ve onlardan birinin sevgilisi ile diğerinin hayran olduğu bir başka erkeğin karıştığı dörtlü aşkların hikâyesi.

Éric Rohmer’in yazdığı ve yönettiği bir Fransa yapımı. Rohmer’in altı filmden oluşan “Comédies et Proverbes” (Komediler ve Atasözleri) serisinin son filmi olan çalışma “Arkadaşımın arkadaşı arkadaşımdır” özlü sözünden yola çıkıyor ve iki kadının ve iki erkeğin aşkı ve mutluluğu arayışlarını anlatırken, arkadaşının aşkına âşık olmak üzerine keyifli bir hikâye sunuyor. Sinema dili olarak bakıldığında tipik bir Rohmer filmi bu ve yönetmen yine yalın, bol diyaloglu ve çekici karakterlerle dolu keyifli bir sonuç elde etmiş. Hep birbirlerini hatırlatır gibi görünen ama yine de çekici bir şekilde her biri ayrı bir keyif veren eserlerdir Rohmer filmleri ve burada olduğu gibi en büyük dayanağını kendimizden de bir şeyler bulduğumuz karakterlerinden ve onların sevimli küçük zavallılıklarından alır. Bir parça gülümsemek ve hüzünlenmek için görülmesi gerekli, eğlenceli finali ile tüm övgüleri ve “Fransız filmi” tanımını sonuna kadar hak eden bir sinema yapıtı.

Enrico Macias’ın “La Femme de Mon Ami” şarkısı bir arkadaşının kadınına aşık olan bir erkeğin aşk ile arkadaşlık arasında kalmasını anlatır ve kollarının arasına alıp gözlerinden öpmek istediği kadına “Bunu yapmaya hakkım yok, çünkü arkadaşımın aşkısın” der. Macias’ın 1962 tarihli bu şarkısına Fecri Ebcioğlu’nun yazdığı sözler bu eseri bizde de bir zamanlar çok popüler kılmıştı ve “Arkadaşımın Aşkısın” adlı şarkı pek çok farklı sanatçı tarafından seslendirilmişti. İlginç olan, orijinalinde erkek kadına onu neden sevemeyeceğini (sevmeye hakkı olmadığını) söylerken sadece, Türkçe versiyonuna Ebcioğlu kadına yönelik uyarı ve eleştiriyi de (“Anlayacaksın hatanı / İki dost arasına girdin”, “Ümit verme, insanım ben / Çek bakışlarını benden”) ekleyerek erkeğin namusunu korur! Rohmer’in hikâyesinin bu şarkı ile bir ilişkisi yok ama anlatılan tam bir arkadaşımın aşkı hikâyesi. Dört genç insanın (aslında filmdeki iki erkekten birinin önceki kız arkadaşını da sayarsak, beş) aşkın, mutluluğun ve ideal partnerin peşinde koşarken yaşadıkları tereddütleri, arzuları ve içine düştükleri eğlenceli durumları gösteren film Rohmer’e özgü bir şekilde karakterlerin tüm ciddiyetleri içinde yarattıkları mizahı da sevimli bir biçimde sergiliyor.

Tesadüfen tanışan iki kadından Blanche (Emmanuelle Chaulet) belediyenin kültür işlerinde çalışan, uzun süredir bir erkek arkadaşı olmayan genç bir kadındır; Lea (Sophie Renoir) ise üniversiteyi bitirmek üzeredir ve Fabien (Eric Viellard) adında bir erkek arkadaşı vardır. Alexandre (François-Eric Gendron) ise iyi bir işi olan, yakışıklı ve zekî bir adamdır ve kadınlar peşinden koşmaktadır sürekli; Adrienne (Anne-Laure Meury) Alexandre’ın kız arkadaşıdır ama anlaşılan adam için daha öncekilerden pek de bir farkı yoktur. Rohmer bu karakterlerin ilk dördünü karşılıklı / karşılıksız ilgiler, beğeniler, şüpheler ve tereddütlerle dolu bir hikâyenin içine bırakıyor ve onlar da hayli sıcak ve doğal bir havası olan bu hikâyede herkesin kendinden bir parça bulacağı hayatlarını yaşıyor ve bizim de ilgi ile seyretmemizi sağlıyorlar. Hikâyenin başında Lea ile Fabien beraberdir ama zaman geçtikçe birbirleri için o kadar da ideal partner olmadıklarını düşünmemize neden olacak olaylara tanık oluruz. Blanche ise Lea aracılığı ile tanıştığı Alexandre’a hemen tutulur ama adamdan hiç ilgi görmez. Bir Rohmer filmi olarak bolca konuşma içeren hikâyede bu dört karakter (aralarına Adrienne’i de katarsak beş karakter aslında) birbirlerine ilişkileri hakkında akıl verir, akıl danışır, birini diğerinin kollarına atmaya çalışır, içlerinden birinin diğerine uygunluğu / uygunsuzluğu hakkında yorum yaparken bizi de eğlenceli bir hikâye ile baş başa bırakırlar.

Seyrettiğimiz, içeriği ile tam bir Fransız olduğunu söyleyebileceğimiz, küçük aşk oyunlarını anlatan ve bunu yaparken de insanların ezelî ve ebedî sorunları olan gerçek aşkı bulma mücadelesinde ortaya çıkan zayıflıklarını ve acizliklerini sergileyen bir film. Âşık olunca tutulan diller, özgüvenle çekingenliğin çatışması, aşk ile dostluğun benzerliği / farklılığı (“Aşkla arkadaşlık arasındaki fark tam da budur işte: Aşkta, karşındaki ile aynı seviyede görmezsin kendini”) ve gerçekle hayal edilenin uyuşmaması (“Sevdiğimin bir kişi değil, bir imge olduğunu fark ettim: Arkamdan koşan bir adam imgesi, yaşıma uygun olmayan çocuksu bir rüya”) gibi unsurlar üzerinden Rohmer bizi modern insanın aşk hayatında sevimli bir geziye çıkarıyor ve bir bakıma kendimizle yüzleşmemizi istiyor yumuşak bir dil kullanarak. Yönetmen filmin “bomba”sını ise finalde çıkarıyor karşımıza: Lea ve Blanche’ın birbirlerini yanlış anladığı yüzleşme ve itiraf sahnesinde oyuncuların da doğal ve samimi performansları ile çok güçlü bir son sunuyor bize Rohmer. Dikkatli bir göz içinse, dört karakterin hangi renk kıyafetleri seçtikleri üzerinden, seyrettiğimizin bir mutlu son olup olmadığını ya da bu mutluluğun kalıcılığını sorgulatıyor film ve belki de bu hikâyenin insanlığın varlığından beri hep yaşanan ve hep yaşanacak olanlardan sadece biri olduğunu söylüyor.

Aslında hikâyedeki karakterlerin hissettiklerinin gerçekten aşk olup olmadığını ve bırakın karşılarındakini, kendilerini bile tanıyıp tanımadıklarını da da sık sık soracağınız bir film bu. Aşkı gerçekten insanî bir duygu olarak hissettikleri tartışmalı aslında; daha çok modern insanın -adını belki de koy(a)madığı- bir boşluğu doldurmaya çalışıyor gibi filmdeki dört genç birey. Blanche’ın yaşadığı ve şehrin yeni yaşam bölgesi olan yerin havası, soyut bir modernliği olan atmosferi (“Eiffel Kulesi de görünüyor” diyor Blanche Lea’ya ama ünlü kule ufukta bir noktadan daha yakın değildir eve) karakterlerin hissettiklerilerinin de adeta şarkılardan, filmlerden aşina oldukları aşk olduğunu sandıklarını; bir başka şekilde söylersek, somut değil, soyut olduğunu gösteriyor sanki duygularının. Evet, Rohmer bir filminde daha kamerasını biz zavallı ve sevimli insanların üzerine doğrultuyor ve anlatmamızı istiyor hikâyemizi. Lea, Blanche, Fabien ve Alexandre da kendi hikâyelerini ve aşk arayışlarını tüm zayıflıklarını ve acizliklerini de ortaya koyarak yapıyorlar bunu ve Rohmer’in steril, dolayısı ile yapay olduğunu görsellikle özellikle vurguladığı dünyalarında yaşayıp gidiyorlar.

(“Boyfriends and Girlfriends”)

Les Nuits de la Pleine Lune – Éric Rohmer (1984)

“Birini kalpten sevebilmek için onu arada bir uzaktan sevebilmeliyim”

Bir yandan bir erkekle mutlu bir beraberliği olan, diğer yandan da bekâr hayatının özgürlüklerinden vazgeçmek istemediği için ayrı bir ev tutan bir genç kadının hikâyesi.

Éric Rohmer’in yazdığı ve yönettiği bir Fransa yapımı. Venedik’te performansı ile ödül kazanan ve film gösterime girdikten birkaç ay sonra uyuşturucudan hayatını kaybeden Pascale Ogier’in keyif veren oyunculuğu ile çok önemli bir katkı sağladığı film Rohmer’in “Comedies et Proverbes” (Komediler ve Atasözleri) başlığı altında topladığı altı eserden dördüncüsü ve sinemacının kendisine ait olduğu söylenen bir “atasözü”nden (“İki kadını olan ruhunu, iki evi olan aklını kaybeder”) yola çıkarak 1980’lerin Paris’inde genç bir kadının aşk, mutluluk ve özgürlük arayışını anlatıyor. Sakinliği, yalınlığı, eğlenceli karakterleri ve alçak gönüllülüğü ile tam bir Rohmer filmi bu ve sinemacının dürüst ve doğal bir çekiciliği olan karakterler yaratma yeteneğinin de keyifli bir kanıtı.

1975 tarihli “Night Moves” filminde Gene Hackman’ın canlandırdığı özel dedektif Harry Moseby bir sahnede şöyle bir cümle kurar: “Bir keresinde bir Rohmer filmi gördüm, boyanın kurumasını seyretmek gibi bir şeydi”. Alan Sharp’ın kaleminden çıkan bu cümlenin yer aldığı filmin yönetmeni Arthur Penn’in Rohmer hayranı olduğunu ve bu sözlerin de Rohmer’e sataşmaktan çok, Moseby karakterinin kişiliğini anlatmak için kurulmuş olduğunu belirtelim. Evet, özellikle de ticarî Hollywood filmlerine düşkün olanlar, hikâyelerden sadece ve hep dramatik ve hatta trajik gelişmeler içermesini bekleyenler için boyanın kurumasını seyretmek kadar sıkıcı olabilir Rohmer filmleri. Oysa filmografisinin pek çok örneğinde olduğu gibi, Fransız sinemacı bu çalışmasında da yine hayatın içinden çekip çıkarmış gibi göründüğü karakterleri tüm güçlü ve zayıf yönleri, arzuları ve korkuları, çelişkileri ve hedefleri ile getiriyor önümüze ve onların hayatına bizi ortak ediyor. Bu hikâyenin üç ana karakteri Louise (Pascale Ogier), Remi (Tchéky Karyo) ve Octave (Fabrice Luchini) tüm çıplaklıkları ile keyifli bir hikâyenin kahramanları olurken, kamera bizi hep Louise’nin yanında tutuyor. Kasım ayında başlayıp Şubat ayında biten hikâyenin genç bir kadın olan ana kahramanı banliyöde sevgilisi ile yaşarken, Paris’te de bir ev hazırlar kendisine. Böylece birbirlerine sevgi duyan ve iyi anlaşıyor görünen kadın ile erkeğin hayatı farklı şekillerde yaşama isteklerine de bir cevap ürettiğini düşünür kadın. Louise özgürlüğün ve aşkın peşindedir, her gece dışarı çıkıp eğlenmek istemektedir; Remi ise banliyödeki sakin hayatı tercih ettiğinden, kadının her gece eve geç gelmesinden şikâyet etmektedir. Octave ise Paris’te yaşayan, evli bir erkektir ve dünya görüşü Louise’inkine yakın olsa da ona beslediği tutkuya karşılık alamamaktadır. Filme kaynak olan atasözü her ne kadar iki kadından bahsetse de iki (belki daha fazla) erkek söz konusu hikâyede ama bu sözü birebir almamak ve daha çok bir yola çıkış noktası olarak görmek gerekiyor.

Hiç yalnız kalmadığını, bir erkekle ilişkisi bitmeden hep başka bir erkekle olduğunu ama artık biraz yalnızlık ve özgürlük istediğini söylüyor Louise Octave’a. Paris’teki ev bunun önemli bir aracıdır ama Louise amacına erişebilecek midir? Rohmer bu soru üzerinden ilerliyor ve uzun sahnelerde ve ikili konuşmalarla karakterlerinin ama özellikle de Louise’in arayışını hafif bir hüzün de içeren keyifle anlatıyor. Konuşmalar aşk, evlilik, ilişkiler, yaşlanmak, özgürlük gibi konular üzerinden tam da bir Fransız filminden beklenecek bir içerikle ilerlerken insanın tutarsızlıklarını ana teması yapıyor ve istemek ama bu istek için gerekli fedakârlıklarda bulunamamak ifadesi ile tanımlayabileceğimiz çelişkiyi seyirciye kendisinde de benzerlerini keşfettirecek şekilde geçiriyor. Evet, konuşmalı bir film bu ama diyaloglar öylesine doğal ki ve karakterlerini öyle bir dürüstlükle anlatıyor ki eğlenerek ve düşünerek, ve kesinlikle ilgi ile dinliyorsunuz söylenenleri. Elbette sadece sözler değil, filmin çekiciliğinin kaynağı. Bir parti sahnesi var ki belki bugün üzerinden geçen 36 yıl sonra hâlâ taze ve öenmli görünmesini sağlayan en önemli yanlarından biri hikâyenin. Partideki dans bölümü bu ve 1980’lerin müzikleri eşliğinde Louise’in de aralarında olduğu kalabalık bir grubu hiç konuşmadan dans ederken izliyoruz. Bu sahnede vücut dilleri, bakışmalar ve dans hareketleri hikâyenin odağı olan arayışı, karakterleri komik duruma da düşüren zayıflıkları Rohmer’in ustası olduğu bir sakin mizah havası ile yaratıyor.

Film sık sık -yine diğer Rohmer filmlerinde olduğu gibi- şu hissi yaratıyor: Sanki Rohmer sahneyi kurmuş, karakterlere (oyunculara) temel fikirleri vermiş ve onlar kendileri için yaratılan dünyada yaşarken Rohmer de hiç müdahale etmeden onları görüntülemiş bizim için. Üç ana oyuncunun başarılı oyunculukları kuşkusuz bu hissi değerli ve gerçek kılan çok önemli bir öge. Senaryodan dolayı ilki diğer ikisinden bir parça geride kalsa da Tchéky Karyo, Pascale Ogier ve Fabrice Luchini dört dörtlük bir sade performansla filme önemli bir keyif katıyorlar. Uzun konuşmalar içeren ve yönetmenin de teknik oyunlara hiç başvurmadan anlatmayı tercih ettiği sahnelerde seveceğiniz ve / veya sevmeyeceğiniz ama kesinlikle anlayacağınız ve sempati duyacağınız karakterler yaratmak kolay bir iş değil ama üç oyuncu da kesinlikle başarıyorlar bunu. Luchini’nin kattığı özel eğlence anlarının (“Erkeğini aldat, tamam ama ondan kötü erkeklerle değil. Benimle aldat mesela”) yanında, kuşkusuz Pascale Ogier’e ayrıca değinmek gerekiyor: 26 yaşına girmesine bir gün kala aşırı dozdan hayatını yitiren genç sanatçı bir oyuncunun kendisini tamamen rahat bırakarak nasıl mükemmel bir sonuç elde edebileceğinin ve seyirciyi macerasının her ânının parçası yapabileceğinin kanıtı oluyor.

“İki evinizin olması zor; birindeyken diğerini özlüyorsunuz. Eskiden böyle değildi, tam tersiydi” diyor Louise bir cafe’de karşılaştığı bir ressama. Bir hayal kırıklığı var bu sözlerde; iki evin peşinde koşarken, eldeki asıl evi de yitirmenin sonucu bu hayal kırıklığı. Rohmer işte bu sonuca giden yolu; sade, zarif ve ikna edici bir doğallıkla anlatıyor ve hiçbir ahlak dersi vermeye soyunmadan insanı getiriyor karşımıza. Özgürlük sahte bir cennet midir sorusunu sorduran film 1980’lerin sosyal hayatını da hatırlatan, dokunaklı ve eğlenceli olmayı aynı anda başarabilen bir sinema eseri. Dolunayların arzuları tetikleyip tetiklemediğini ise tamamen seyircinin kendisine bırakan bu Rohmer filmi görülmeli.

(“Full Moon in Paris” – “Dolunay Geceleri”)