Valkoinen Peura – Erik Blomberg (1952)

“Laponya’nın evladı küçük kız / Kar yığınlarının içine doğdu / Saman dolgulu ayakkabılarıyla / Erişkinlik çağına geldi / Dişi bir ren geyiği gibi / Çocukken bilmiyorlardı / Evlendiğinde de / Bir cadı olarak doğduğunu”

Ren geyiği çobanlığı yapan kocasının evden uzun sürelerle uzak kalmasından mutsuz olan bir kadının bir şamanı ziyaret etmesinden sonra gelişen olayların hikâyesi.

Senaryosunu Erik Blomberg ve Mirjami Kuosmanen’in yazdığı, yönetmenliğini Blomberg’in yaptığı bir Finlandiya yapımı. Eski bir Kuzey Avrupa halk hikâyesinden yola çıkan senaryo Laponya’nın ıssız karlık bölgelerinde geçen bir korku öyküsü anlatıyor. Sinemaya çoğu belgesel türde olan kısa filmlerle başlayan Blomberg aynı hikâyeyi “Valkoinen Peura” adı ile ve Eino Mäkinen’in ortak yönetmenliğiyle kısa metrajlı bir öykü olarak aktarmış sinemaya önce. Sekiz dakikalık bu filmle 1944’ten beri Finlandiya sinema endüstrisi tarafından dağıtılan Jussi ödülünü alan Blomberg dört yıl sonra çekeceği ilk uzun metrajlı film için yine aynı konuyu ele almış. Yönetmenin, eşi de olan ve hikâyenin kahramanı olan Pirita’yı da canlandıran Kuosmanen ile birlikte yazdığı senaryo, Kuosmanen’in güçlü oyunculuğu, yine Blomberg’in imzasını taşıyan ve dönemin Sovyet filmlerinin atmosferini hatırlatan görüntü çalışması ve Finlandiya’nın en ünlü bestecilerinden biri olan Einar Englund’un hikâyeyi en az görüntüler ve senaryo kadar kendisi de anlatan müzikleri ile önemli bir yapıt bu. Benzer bir “dönüşüm” hikâyesi sinemada daha önce de sonra da pek çok kez anlatıldı ama Blomberg’in filmi hikâyenin geçtiği coğrafyanın da katkısı ile kendine özgü bir yerde duruyor yine de.

Çekildikten beş yıl sonra, 1957’de gösterime girdiği ABD’de Yabancı Dilde En İyi Film dalında ödül alan beş çalışmadan biri olan ve bugüne kadar bu ödülü kazanan tek Fin filmi olan yapıt 1953’te Cannes’da Altın Palmiye için yarışmış ve Jean Cocteau’nun başkanlığını yaptığı jüri tarafından “En İyi Peri Masalı” ödülüne layık görülmüş. Film ilginç bir şekilde, tıpkı kısa versiyonu gibi, Jussi’den ödüller almış yine: Ani bir rahatsızlık sonucu 48 yaşında hayatını kaybeden Kuosmanen’in kadın oyuncu ödülünün yanında, filmin görüntüleri ve müzikleri de ödül kazanmış. Bu ödüllerin tümü hak edilmiş görünüyor kesinlikle ve yönetmenlik, görüntü yönetmenliği ve ortak senaristlik dışında, filme ortak yapımcı olarak ve kurguyu da gerçekleştirerek en önemli katkıyı sağlayan Blomberg için parlak bir ilk -uzun metrajlı- film olmuş.

Yaklaşık dört dakika süren ve bir kadın sesinden dinlediğimiz bir halk türküsünün eşlik ettiği, kameranın ıssız ve geniş, karlı Laponya düzlüklerini taradığı bir sessiz film havasında başlıyor film. Dinlediğimiz türkü Pirita’nın doğumunu ve kaderini berlieyen doğası ile ilgili gerçeği anlatıyor bize asıl olarak. Ardından karda kızak yarışması yaparak eğlenen kadınlı erkekli köylüleri ve bu yarış sırasında tanışan Pirita ve Aslak (Kalervo Nissilä) adındaki gençleri görüyoruz. “Ren geyiği hızlıdır ama kurt ondan da hızlıdır” diyen Aslak oyunbaz bir şekilde ve tıpkı bir geyiği yakalar gibi kement atarak kızı yakalıyor ve sonrasında bir aşka dönüşüyor bu tanışıklık. Kardaki -ima edilen- birliktelik ve daha sonra düğün gecesinde davetlilerin bir perdenin arkasında yan yana oturan çifte imalı takılmaları ve gülüşmeleri hikâyenin cinsellik üzerinden döneceğinin işaretleri oluyor. Filmin önemli yanlarından biri, elbette görsel imalardan daha ileri gitmeyen cinsel arzuların ve daha da önemlisi, bu arzuların sahibinin kadın olmasının hikâyenin ana odağını oluşturması. Başlarda yer alan bir sahnede Pirita’nın, uyumakta olan kocasını sekse davet etmesi ve kadının kendisine bakan iki erkeğe gülümseyerek kocasına sarılması bu odağın varlığının pek çok kanıtından biri. Dolayısı ile tıpkı bir ren geyiği gibi yakalanmaya (bir bakıma uysallaştırılmaya) çalışılması, “cadı” Pirita’nın hikâyesini tam da bu nedenle bir feminist okumaya açıyor. Örneğin şamanın, kocasının uzun süreler hep uzakta olduğunu bildiği kadına “Genç, yaşlı bütün kadınlar aynısınız” sözleri ile ve alaycı biçimde yaklaşması tam bir eril toplum bakışının uzantısı.

Blomberg’in kamera çalışması ve senaryo bu peri masalına zaman zaman bir belgesel havası veriyor. Binlerce ren geyiğinden oluşan sürülerin müthiş görüntüleri başta olmak üzere kamera Laponya halkının günlük yaşamından manzaraları coğrafyanın vahşliğini bize çok iyi anlatacak şekilde sergiliyor. Halkın gelenekleri ve inançlarının da efsane(ler) ile birlikte hikâyenin ana parçası olması bu gerçekçi havayı destekliyor. Siyah-beyaz görüntülerin halkı yaşadıkları mekânlarla birlikte bu denli öne çıkarması ve natüralist gerçekçilik filmi dönemin ve daha öncelerinin Sovyet filmlerine yaklaştırıyor biçim ve içeriği açısından. Bir iki ışık oyunu ve üst üste bindirilen görüntüler dışında efekt kullanılmayan yapıt için Einar Englund tarafından hazırlanan müzikler bilinen anlamda bir film müziği olmanın ötesine geçiyor ve her bir notası ile tıpkı görüntüler, oyuncular ve senaryo gibi çok temel bir anlatım aracına düşüyor. Fransız yazar Théokary’nin, üç ana teması (folklor(lirik), matem (büyülü) ve dram) olduğunu yazdığı Englund’un bu vurgulu ve folk müziğinden motiflerle bezeli çalışmasını hemen hiç aralıksız dinletiyor bize film ve atmosferini daha da güçlendiriyor.

70 dakikanın altındaki süresi ile bu alçak gönüllü film güçlü bir karakter olarak çizdiği Pirita’yı sadece cinsellik üzerinden değil, başka unsurlar üzerinden de toplumsal normlara ters düşen birisi olarak çiziyor. Örneğin kilisede düzenlenen bir evlilik töreninde ilahi okunurken, sürekli ve “ayartmaya çalışan” bakışları ile arkası kendisine dönük damadı etkiliyor kadın. Bu sahne onun, kadın üzerindeki baskının araçlarından biri olan kilise gibi kutsal bir kuruma da meydan okumasının sembolü olarak değerlendirilmeli ve kadını yenilgiye uğratmanın tek aracı olan mızrağın fallik görünümü ve bu silahı ilk kuşananın kocası olması da aynı bağlamda görülmeli.

Laponya kültüründe kutsal olan beyaz ren geyiğini yakalayanın ebedî mutluluğa erişeceği ve zengin olacağına inanılıyormuş. Pirita’nın yavru bir beyaz ren geyiğini kurban etmek zorunda kalması ve kendisinin de aynı hayvana dönüşmesi hikâyeye folklorik ve sembolik bir hava katarken, Blomberg’in hikâyesini naif bir sinema dili ile anlatması da bu folklor atmosferi ile uyumlu bir seçim olmuş. Evet, hikâyesi oldukça basit ve günümüze kadar pek çok kez tekrarlanmış, sineması da naif olabilir ama bu öncü ve olan bitenlerden çok, kahramanının fiziksel ve ruhsal durumundan alan film görülmeyi hak eden bir yapıt.

(“The White Reindeer”)