Hawaii, Oslo – Erik Poppe (2004)

“Sen de göründüğün kişi değilsin”

Oslo’da yirmi dört saat içinde yaşanan ve karakterlerinin yollarının kesiştiği çok karakterli/hikâyeli bir film.

Doksanlı ve iki binli yıllarla birlikte popülerliği artan çok karakterli ve karakterlerinin hikâyelerinin filmin bir noktasında kesiştiği filmlere Norveç’ten bir örnek. Kurguda hemen her hikâyeye eşit ağırlık verilmiş ve karakterlerin hemen hepsinin kişisel hikâyesi bir şekilde kendisini göstermeyi başarıyor film boyunca. Tüm hikâyelerin birleştirici kişisi rolünde ve Trond Espen Seim tarafından incelikle oynanan Vidar karakteri ve hikâyede yine kilit rol oynayan küçük gazete dağıtıcısı kız ise filmin ihmal ettiği ve bu nedenle de kendi elini zayıflattığı karakterler olarak dikkat çekiyor.

Çok hikâyeli filmlerde karakterlerin bir süre sonra yollarının çakışması kuşkusuz artık pek de orijinalliği kalmayan bir anlatım yöntemi ve bu yöntem ile anlatılan hikâyeni(leri)n inandırıcılığı ve çekiciliğinin sağlanabilmesi kimi koşullara bağlı. Tüm karakterlerin bir yandan genel hikâyenin parçası olması ama diğer yandan da kendi özgün ve çekici hikâyelerine sahip olması gerekiyor öncelikle. Elbette tüm bu “yolları çakışır” anları da zorlama duygusu yaratacak tesadüflerle değil doğal akışlar ile açıklanabiliyor olmalı. Bir de elbette filmin neden bu farklı hikâyeleri tek tek ele almak yerine ortak bir olay örgüsü içinde ele almayı tercih ettiğinin bir açıklaması sunulmalı. Tüm bu kriterler açısından ele alındığında filmin kimi zaaflarına karşın sınıfı geçtiği söylenebilir. Vidar karaketeri ve özellikle gazeteci kız sadece “sen göründüğün insan değilsin” cümleleri ile yetinmeden daha ayağı yere basan bir şekilde ele alınmalıydı örneğin. Çakışmalar evet zorlama içermiyor ama tesadüflerin rahatsızlık vermemesinin en temel nedeni filmin seyirciyi karakterlerinin yanına çekmeyi başarmış olması. Her bir karaktere ve hikâyesine ilgi ile yaklaşacağınız, akıbetleri için merak duyacağınız ve bir şekilde film bittikten sonra da bir süre sizinle kalacak karakterler bunlar.

Açılış ve kapanışı çok şık ve estetik kaleidoskop görüntüleri ile yapan film hikâye boyunca da özellikle sahne değişimlerinde bu güzel görüntülerden yararlanıyor ama bu görüntülerin hikâye ile ilişkisini kurmak seyircinin yorumuna bırakılmış. Belki filmdeki karakterlerin tümünün bir şekilde acısının olduğu, başta aşk olmak üzere bir şeylerin peşinden koştuğu ama hüznün ağır bastığı hikâyelerine rağmen tüm bu insanların bir araya geldiğinde ortaya çıkan insanlık resminin güzelliğinden de söz edilebilir ama kişisel yorumum (veya tercihim) tıpkı kaleidoskopun her sallanışında farklı bir resim oluşturması gibi resmi oluşturan parçaların da kaderin/tesadüflerin farklı bir yol çizmesi durumunda ortaya çıkaracağı hikâyelerin de farklılaşacak olması. Bu farklı sonuçların her biri kaleidoskop görüntüleri kadar güzel olur mu bilinmez ama Vidar karakterinin dediği gibi “anın tadını çıkarmak” ve karşımıza konan resmin bizim tek tercihimiz olmak zorunda olmadığını ve hayatımızı oluşturan parçaları farklı şekillendirerek (bir parça kendimizi sarsarak kısacası) daha farklı hayatlara geçiş yapabileceğimizi söylüyor film sanki.

Filmin orijinal müziği filme masalsı bir hava katarken asıl başarılı yanı filmde kullanılmak için seçilen şarkılar. Aralarında Tindersticks, John Lurie ve Arvo Pärt’ın da yer aldığı isimlerin eserleri filme ayrı bir renk katmış görünüyor. Sondaki “rüya gerçekleşecek/gerçekleşmeyecek” bölümü bir parça sinir bozucu olabilir ama aslında bu da karakterleri umursadığınızı gösteriyor ki bu durumu da filmin artısı olarak görmeli kuşkusuz.

Evet filmin belki çok orijinal bir yanı yok ve hikayeye katılan “gizem” öğesi gereksiz görünüyor ama sonuçta karakterlerini seyredene aktarmayı başaran ve iyi anlatılmış bir film var karşımızda. Oyuncuların tümünün (belki senaryonun gereksiz gizem zorlaması nedeni ile sakil duran gazeteci kızı oynayan oyuncu hariç) filmin samimi görüntüsüne katkıda bulunduğu film kesinlikle ilgiye değer özetle.