To Be or Not to Be – Ernst Lubitsch (1942)

“Önce tam da benim monoloğum sırasında salonu terk ettin, sonra terliklerimi giydin, şimdi de vatanseverliğimi sorguluyorsun!”

Nazilerin Polonya’yı işgalinde, oyunculuk yetenekleri ve performans hırsları sayesinde direniş için önemli bir rol oynayarak casusların oyununa karışan bir tiyatro topluluğunun hikâyesi.

Senaryosunu Macar yazar Melchior Lengyel’in orijinal hikâyesinden yola çıkarak Edwin Justus Mayer ve Ernst Lubitsch’in yazdığı, yönetmenliğini Lubitsch’in yaptığı bir ABD filmi. Amerikan Film Enstitüsü’nün 2000’de açıkladığı listede tüm zamanların en iyi 49. Amerikan komedisi olarak yer alan yapıt, klasik sinemanın tartışmasız en eğlenceli başyapıtlarından biri. İkinci Dünya Savaşı’nın tüm korkunçluğu ile sürdüğü bir dönemde Hitler’i, Polonya’nın işgalini ve hatta toplama kamplarını bile mizahının konusu yapması yüzünden fırsatçılıkla ve kabalıkla suçlanan film, bugün bu eleştirilerin haksızlığını kanıtlayan bir statüye ulaşmış durumda sinema dünyasında. Yanlışlığını Melchior Lengyel ve Ernst Lubitsch’in Yahudi olmasının da gösterdiği bu eleştirinin sahiplerinin temel olarak kaçırdıkları, burada parlak bir örneğini gördüğümüz gibi, mizahın bazen nasıl güçlü bir direniş silahı olabileceği ve Lubitsch’in Amerikan sinema dünyasında “The Lubitsch Touch” (Lubitsch Dokunuşu) olarak adlandırılan sinema yeteneği olmuş anlaşılan. Başta Jack Benny olmak üzere kalabalık kadronun tümünün eğlenceli ve başarılı performanslar sunduğu film tüm o harika mizahı ile Nazilerle sıkı bir şekilde dalgasını geçerken, onlara karşı direnenleri kutsuyor ve oyunculuk sanatına gönül verenlere de sevgi dolu bir mektup yazıyor. Klasik Amerikan sinemasının mutlaka görülmesi gereken komedilerinden biri.

Ernst Lubitsch klasik sinemanın en büyük isimlerinden biriydi kuşkusuz ve bağlı bulunduğu yapımcı şirketin pazarlama departmanının onu bir markaya dönüştürmek için uydurduğu “The Lubitsch Touch” (Lubitsch Dokunuşu) gibi özel bir sloganı da gerçekten hak ediyordu. Sinema ve tiyatro eleştirmeni Richard Christiansen bu sloganın anlamını şöyle tarif etmiş: “İncelik, stil, kurnazlık, zekâ, çekicilik, zarafet, nezaket, cilalanmış soğukanlılık ve cüretkar bir cinsel nüansın bileşimi”. 1942 tarihli bu başyapıtında Lubitsch işte bu erdemlerin tümünü şık ve çok eğlenceli bir şekilde sergiliyor ve ortaya Amerikan sinemasının en başarılı komedilerinden biri çıkıyor. Kuşkusuz Lubitsch’in yönetmenlik becerisi kadar, Melchior Lengyel ve Edwin Justus Mayer’in metinleri de, Oscar’a sadece müziği ile aday olabilmiş bu komedinin başarısının önemli faktörleri arasında yer alıyor.

1939’da Varşova’da hayatın normal bir şekilde devam ettiğini söyleyen bir anlatıcının sesi ve şehirden görüntüler ile başlıyor film. Birden hem anlatıcıyı hem de sokaktaki halkı şaşırtan bir şey oluyor ve Hitler beliriyor insanların arasında, üstelik tek başına! İçki ve sigara kullanmayan Hitler’in vejetaryenliğinin (1938’de doktorların önerisi ile et yemeyi bırakmış Hitler) gerektirdiği diyete pek de sadık kalmadığını ve ülkeleri birer birer yuttuğunu söylüyor anlatıcı ve onun birdenbire Varşova’da ortaya çıkmasının hikâyesinin Gestapo’nun Berlin’deki merkezinde başladığını söylüyor. Sonra hikâyenin başladığı yere gidiyoruz ve Varşova’da ortaya çıkan Hitler’in kimliği ve bu Gestapo merkezinin aslında neresi olduğunu görüyoruz.

Almanya’nın 1 Eylül’de başlattığı ve İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıcı olarak kabul edilen Polonya saldırısının hemen öncesinde, hayatın normal bir şekilde devam ettiği bir Ağustos gününde Varşova’dayız. Karı koca iki ünlü oyuncunun (Joseph Tura rolünde Jack Benny, Maria Tura rolünde ise Carole Lombard var) oyunların başrolünde yer aldığı bir tiyatro topluluğu ile tanışıyoruz. İkisi de yıldızdır bu oyuncuların ama Joseph’in müthiş bir egosu, beğenilme arzusu ve hep önde olma eğilimi vardır. Maria ise kendisine çiçekler gönderen gizli hayranının kim olduğunun merakı içinde, kocasından gizli küçük bir oyun hazırlar ve gizemli adamla (Pilot teğmen Sobinski rolünde Robert Stack var) tanışır. Tanışmanın ve sonraki buluşmalarının parolası filme adını veren, Shakespeare’in “Hamlet” oyunundaki klasik cümledir: “To be or not to be” (Olmak ya da olmamak). Sadece bu parolanın kullanıldığını gördüğümüz sahneleri (final sahnesi, karakterler kadar seyirciyi de ters köşeye düşüren bir kült olmuş durumda) ile bile müthiş bir komedi havası yakalayan film, sonra sadece bu üç karakteri değil, tiyatro topluluğunun tüm üyelerini, Gestapo’yu, Hitler’i ve casusları içine alan çekici bir öykü olarak devam ediyor ve repliklerden olayların gelişimine komediyi hemen hiç ihmal etmeyen, temposunu hiç yitirmeyen bir sinema yapıtı olmayı başarıyor. Senaryonun önemli başarılarından biri bir espri malzemesini birden fazla kullanarak farklı sahneleri birbiri ile ilişkilendirebilmesi ve her defasında ve giderek daha da artan bir güçlü mizah duygusunu yaratabilmesi bundan. Örneğin “To be or not to be” her kullanımında güldürüyor, meraklandırıyor ve -final sahnesinde gördüğümüz gibi- şaşırtıyor seyirciyi.

Mizahtan uzaklaştığı kısa süreli anlarda da çoğunlukla özgünlüğünü ve gücünü koruyan bu komedi filmi romantizmi, karı koca ilişkilerinin farklı boyutlarını, macerayı ve sanatçılığın doğasını benzersiz bir bileşimle çıkarıyor karşımıza. Öykünün savaş, istila, casusluk, kıskançlık, romantizm ve sanat gibi birbirinden farklı unsurları hemen hiç aksamadan bir araya getirebilmesi önemli bir başarı olsa gerek. Filmin hiç beklenmedik bir şekilde; oyunculuk sanatını tüm hayalleri, kaprisleri, beğenilme arzuları, egoları ve övülme ihtiyaçları ile oldukça eğlenceli ve güçlü bir biçimde gösterirken, bunu ana öyküye bırakın zarar vermeyi, onu zenginleştirerek anlatabilmesi çok değerli. Öyle ki, diğer tüm unsurları çıkarıp, sadece oyunculuk üzerine olanları tutsanız bile ortaya çıkacak yine başarılı bir komedi olurdu kesinlikle. Filmin en keyif veren bölümlerinden biri olan “tiyatro salonundaki kovalamaca”nın finalinde perdenin açılması (beklentilerin hep dışında hareket eden filmde, finalde perdeler kapanmayacaktı elbette!) ve görüntünün tiyatro sahnesinde sona ermesi bunun kanıtlarından biri olarak gösterilebilir. Oyunlardaki rolleri mızrak tutucu olmaktan ileriye gidemeyen ama hayalinde hep Shylock’u (Shakespeare’in “Venedik Taciri” oyunundan bir karakter) oynamak olan Greenberg karakterinin (Felix Bressart dokunaklı ve güçlü bir performansla canlandırıyor onu) varlığı ve önemi de filmi “tiyatro sanatına ve sanatçılarına övgü” öyküsü yapmaya yetiyor.

Takma sakallar, takma bıyıklar, kimlik ve kılık değiştirmelerle zaman zaman bir vodvil havasına da bürünen ve Naziler için çalışan profesör Siletsky rolünde Stanley Ridges ve Alman Albay rolünde Sig Ruman’ı da anmamız gereken film başrol oyuncularından Carole Lombard’ın son sinema çalışması olmuş. ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’na girmesi nedeni ile düzenlenen bir yardım toplama gecesinden dönerken geçirdiği uçak kazasında hayatını kaybeden oyuncu parlak bir performans gösterdiği bu son filminin gösterime girdiğini görememiş. “Karımın kiminle yemek yiyeceğine ve kimi öldüreceğine ben karar veririm” gibi pek çok esprinin arka arkaya karşımıza çıktığı film 1940’ların ima etmekle yetinilen erotizminden de başarılı bir biçimde yararlanmış. Bir kadının “Blitzkrieg” (Almanların düşmanı en hazır olmadığı anında yakalayarak, onun topraklarını hızlı ve planlı bir şekilde ele geçirme taktiklerine verilen isim) ile kendisine yaklaşan bir adama yavaş kuşatma taktiğini tercih ettiğini söylemesi filmin bu konudaki sözcük oyunlarından biri.

Milliyeti ne olursa olsun herkesin, “Heil Hitler” dışında hep İngilizce konuştuğu ve bu tuhaflığı dönemin normali olarak görmezden gelmemiz gereken yapıt komik ve cesur bir film kesinlikle. Bu dil sıkıntısı bir yana, film ilk gösterime girdiğinde hassas bir konuyu komedi malzemesi olarak kullanması nedeni ile eleştirilmişti Amerikalı sinema çevrelerinde. 55 yıl sonra Roberto Benigni’nin toplama kamplarını ana konusu yapan kara komedisi “La Vita è Bella” (Hayat Güzeldir) adlı filminin aralarında En İyi Film’in de olduğu yedi dalda Oscar’a aday olması dünyanın geçirdiği değişimin iyi bir örneği olarak görülebilir. Yönetmen Ernst Lubitsch’in The Philadelphia Inquirer adlı gazetede yayımlanan açık mektubunda söylediklerini hem filmin meselesini hem de bu eleştirilerle ilgili onun görüşlerini özetlemek için paylaşmakta yarar var: “Bu filmde Naziler ve onların komik ideolojileri ile dalga geçtim. Aynı zamanda oyuncuların, ne kadar tehlikeli durumlar içinde olurlarsa olsunlar hep oyuncu olarak kalma eğilimleri ile de dalga geçtim”.

1983’te Alan Johnson tarafından ve aynı isimle, 2008’de ise Sanjay Chhel’in yönettiği “Maan Gaye Mughall-E-Azam” adlı Hindistan yapımı filmle tekrar seyircinin karşısına çıkan, bu sinema yapıtları dışında radyo ve tiyatroya da uyarlanan çalışma kusursuz bir saat gibi ilerleyen öyküsü, cesur ama saygılı olmayı ihmal etmeyen tutumu, gülmeye direnmenin imkânsız olduğu sayısız sahnesi, esprileri ve her biri rolünün hakkını veren oyuncuları ile bir başyapıt kuşkusuz. O benzersiz “Lubitsch dokunuşu”nun doyumsuz tadı için mutlaka görülmeli.

(“Büyük Macera” – “Olmak ya da Olmamak”)