Blood Simple – Joel Coen / Ethan Coen (1984)

“Durma, şikâyet et; komşuna anlat dertlerini, yardımını iste; anında toz olur ortadan. Rusya’da, düzen herkesin birbirine yardım edeceği şekilde kurulmuştur… en azından teoride böyle. Oysa burada, Texas’ta her zaman tek başınasındır”

Eşinin kendisini çalışanlarından biri ile aldattığından kuşkulanan bir bar sahibinin, onları takip ettirmek için bir özel dedektif tutması ile başlayan ve yanlış anlamalar, yolundan çıkan planlar ve hatalarla dolu kaotik bir hikâye.

Senaryosunu Joel ve Ethan Coen’in yazdığı, yönetmenliğini -jeneriklerde sadece Joel’in adı geçse de- iki kardeşin yine birlikte yaptığı bir ABD filmi. Filmin yapımcılığını ve Roderick Jaynes takma adı ile kurgusunu da, Don Wiegmann ile birlikte, üstlenen Coen kardeşlerin bu ilk uzun metrajlı filmi 1985^te Sundance’de Büyük Ödül’ü alırken, Amerikan sinemasının ustalarına arasına girecek sanatçıları da geniş kitlelerle ilk kez tanıştırmıştı. Peş peşe karşımıza çıkan küçük oyunlar, hiç bitmeyen ve karakterleri de bizi de şaşırtan sürprizler ve seyirciyi sürekli olarak akıl oyunlarına götüren yanlış anlamalar bu suç filmini hayli dinamik, çekici ve eğlenceli kılıyor. Eyleme geçmeden önce düşünmenin, yargıda bulunmadan önce dinlemenin ve önyargıları bir kenara koymanın önemini güçlü ve sıkı bir keyif veren bir şekilde gösteren yapıt, bir ara oyunlarının aralıksızlığı ile seyircisini yorar gibi olsa da, Amerikan sinemasının en önemli çıkış filmlerinden biri kuşkusuz. Dört başrol oyuncusunun da (Dan Hedaya (bar sahibi), ilk sinema oyunculuğundaki Frances McDormand (aldatan eş), bu yıl hayatını kaybeden M. Emmet Walsh (özel dedektif) ve John Getz (kadının sevgilisi bar çalışanı)) filmin ruhuna uygun parlak ve dozu yerinde bir gösterişi olan performanslar sunduğu güçlü bir yapıt bu.

Coen kardeşler filmin adını Dashiel Hammett’in 1929’da yayımlanan ve Türkçeye Kanlı Hasat” ve “Kızıl Hasat” isimleri ile çevrilen“Red Harvest” adlı kitabında geçen bir cümleden yola çıkarak belirlemişler. Bu cümlede geçen ve argoda “şiddetten çıldırmış” anlamına gelen “blood simple” burada biraz farklı bir anlamda kullanılmış gibi görünüyor; çünkü eleştirmen Hal Hinson’a göre Hammett’in romanında bu ruh hâli bir cinayet işledikten sonra “kafanın boşalması” (stres yaratan kanın çekilmesi, filmin Türkçe adı ile söylersek, “kansız”laşma gibi) anlamına gelirken, burada karakterler bu duygu durumuna şiddetten önce sahipler gibi görünüyorlar. Dolayısı ile, “kansız”lık ifadesi burada daha çok, öykünün karakterlerini yanlış anlamaya ve aklı başında olmaktan uzaklaşmaya götüren bir akıl yitimi anlamında kullanılmış gibi görünüyor. 2001’de yönetmenin kurgusu versiyonu da yayımlanan film Amerikan sinemasındaki düşük bütçeli gerilim öykülerinin en başarılı örneklerinden biri olurken, dökülen (bazen de döküldüğü sanılan) kanın hâkim olduğu sertliği ile bu akıl yitiminin sonuçlarını gösteriyor. Bu ilk filmlerine para bulabilmek için öncelikle bir fragman çekmiş (bu fragmanda, filmde Dan Hedaya’nın oynadığı rolde Bruce Campbell yer almış) Coen kardeşler. Hayli etkileyici olan bu çalışmanın ikna ettiği yapımcıların sağladığı bütçe ile çekilen film gişede ortalama bir başarı elde ederken, eleştirmenlerin yoğun ilgisi ile karşılanmış.

Açılışta, bu yazının girişinde bir kısmı yer alan ve sonradan hikâyedeki dedektif karakterine ait olduğunu anlayacağımız bir monolog dinliyoruz. Seyredeceğimizin insanların hep tek başlarına olduğu bir Texas öyküsü olduğunu açıklayan bu konuşmadan sonra, hikâye yağmurlu bir gecede hareket hâlindeki bir araba içindeki bir erkek ve bir kadının konuşmaları ile başlıyor. Adamın kadından hoşlandığını, kadının kocasından nefret ettiğini ve adamın o kocanın yanında çalıştığını anlıyoruz aralarındaki sohbetten. Yerleştikleri ve seviştikleri otel odasında telefon çalar; kadın arayanın kocası olduğunu söyler sevgilisine. Koca peşlerine pek de tekin olmayan bir özel dedektif takmıştır ve bir sonraki sahnede onun, kaçak sevgililerin çektiği fotoğraflarını kocaya gösterdiğini görüyoruz. Bundan sonrası birbirini takip eden ve çatışan planlar ve oyunlar; bunların rayından çıkması ve işlerin ters gitmesi ya da karakterlerin akılsızca verdikleri önyargılı ve gereğinden hızlı kararların neden olduğu güçlü ve eğlenceli bir kaos olacaktır. Burada “eğlence” önemli bir sözcük; çünkü sert sahneleri de olan bu gerilim hikâyesinde dört karakterin düşündükleri ve yaptıkları o denli önemli yanlışlarla dolu ki bazen, tüm o gerilim hissinin yanına hafif bir kara mizah havası da ekleniyor; ama çok dengeli ve akıllıca oluşturulmuş bir hava bu ve ne gerilimin dozunu azaltıyor ne de gereksiz bir yumuşama ekliyor öyküye. Bunun iyi örneklerinden biri olarak, saldırdığı evden apar topar kaçmak zorunda kalan bir karakterin çıkmaz sokağa sapmasını gösterebiliriz. Öykü boyunca yapılan pek çok hatadan biri bu ve buradaki aptallığı altını hiç çizmeden ama gerekli duyguyu yaratarak gösteriyor film. Bir diğer örnek ise, sandalyede oturan bir cesedin önündeki masanın üzerindeki balıkların görüntüsü ile çizilen bir absürt resim.

Öyküdeki sürprizlerin yanında seyirciyi şaşırtmak için sesin de ustalıkla kullanıldığı bir film çekmiş Coen kardeşler. Pek çok sahnedeki âni bir eylemi ses efektleri ile destekleyerek hem görsel hem işitsel bir güç yakalanmış; örneğin karakterlerden biri ne olduğunun henüz farkında olmadan bir cinayet mahallinde gezinirken ayağı cinayet aletine çarptığında, hem silahın yerde hızla kaymasını gösteriyor kamera hem de ateşlenen bir silahın artırılmış sesini duyuyoruz. Böylelikle, karakterin olan biteni keşfinin hem görsel hem işitsel olarak tanığı yapıyor bizi film. Bu “sesi yükseltme” oyununu birden fazla kez (örneğin cama çarpan gazete) oynuyor yönetmenler ve kimi kamera hareketleri ile biçimci bir tavıra yaklaşıyorlar zaman zaman.

Kadın, erkek, kadının sevgilisi ve özel dedektif öykünün dört ayağını oluşturuyor. Karakterlerin hiçbirinin tüm gerçeği bilmediği; hepsinin kafasının karıştığı, korktuğu ve diğerlerinin bir şey yaptıklarından kuşkulandığı ve bir şekilde kendisinin de suçlu olduğu bir öykünün kahramanları bu kişiler. Bu hikâyede zaman zaman karşımıza çıkan siyah barmen (bu yıl hayatını kaybeden Samuel Arthur Williams var bu rolde) ise belki de içlerindeki tek dürüst kişi ve istemeden arada bir parçası olduğu öyküde işleri düzeltmeye çalışıyor. Bu karakterin etnik kimliği önemli; çünkü hikâye ABD’nin en sağcı ve muhafazakâr eyaletlerinden Texas’ta geçiyor. Eşinin ilişki kurduğu kişinin başta o olduğunu düşünüyor koca (dedektif ilişkinin delillerini ona gösterirken “En azından siyah değilmiş” diyerek dalgasını geçiyor) ve yine başlarda, bu siyah barmen bardaki müzik otomatında tüm üyeleri siyah olan Four Tops grubunun “It’s The Same Old Song” şarkısını çaldığında beyaz müşterilerin rahatsız bakışlarına tanık oluyoruz. Texas’ta bir barda country değil, R&B dinlemek cüretkâr bir eylemdir çünkü! Bu şarkı ve diğerlerinin yanında, daha sonra pek çok filmde (bugüne kadar toplam 16 film) Coen’ler ile çalışacak olan Carter Burwell’in onlarla bu ilk iş birliği için hazırladığı müzik de dikkat çekici. Dramatik bir havası olan ama tıpkı öykünün kendisi gibi ironik bir boyut da taşıyan melodiler öyküye önemli bir katkı sağlıyor.

Hayli uzun süren ve her anında seyirciyi hoş bir gerilim duygusu içinde tutan “cesetten kurtulma” (ya da “cesedi öldürme”) sahnesi veya bıçakla pencere pervazına sabitlenen el gibi sert görüntüler barındıran ikili mücadele bölümü gibi çekici anları olan filmde, karakterlerin sürekli terli olan yüzleri ve farklı mekânlarda karşımıza çıkan çalışır durumdaki tavan pervaneleri sadece havanın değil, atmosferin de sıcak yakıcılığına işaret ediyor. “Gerçekten vurmayacaksan kimseye silah doğrultma ve vuracaksan da öldürdüğünden emin ol; çünkü ölmezse, ayağa kalktığında o seni öldürmeye çalışır. Orduda bize öğrettikleri tek faydalı şey buydu” gibi eğlenceli cümlelerin sık sık karşımıza çıktığı filmin başrol oyuncularından Frances McDormand’ın çekimlerden kısa bir süre sonra Joel Coen ile evlendiğini de ekleyelim ve karakterlerin kendi yarattıkları labirentler içinde kaybolduğu, belki arada bir oyunlarından kendisi de yolunu kaybeden bu yapıtı iki ilginç notla “görülmesi gerekli” listesine yerleştirelim gönül rahatlığı ile: filmde başarılı bir iş çıkaran görüntü yönetmeni Barry Sonnenfeld, bir kusma sahnesinde karakterlerden birini “seslendirmiş” ve bir telesekreterde duyduğumuz ses, sonradan Oscar da kazanan büyük bir yıldız oyuncu olacak olan Holly Hunter’a ait.

(“Kansız”)

Burn After Reading – Ethan Coen / Joel Coen (2008)

“İçki problemim mi var? Allah aşkına, sen bir Mormonsun. Sana göre hepimiz alkoliğiz”

Eski bir CIA ajanının hatıralarını içeren bir CD’nin para peşindeki sıradan iki insanın eline geçmesi ile gelişen olayların hikâyesi.

Ethan ve Joel Coen kardeşlerden birlikte yazdıkları ve yönettikleri bir komedi. Çok zengin bir oyuncu kadrosu ve tümünün keyifli performansları, su gibi akan bir senaryo, tempolu bir anlatım ve eğlendiren/heyecanlandıran bir hikâye. Pek çok filmlerinde olduğu gibi bu hayli “Amerikalı” karakterler ile dolu olan film, her şeyle dalgasını geçebilen ikilinin filmin havasına biraz ters düşen ve aniliği ile irkilten şiddet sahneleri tercihleri, Brad Pitt’in karakterinin yönetmenlerin arzu ettiği şekilde değil de gerçekten rahatsız eden bir karikatürü andıran tiplemesi ve Coenler’in tüm karakterlerini nihilistlik derecesine varırcasına acizlik/kötülük içinde göstermesi gibi kusurları da barındırıyor.

Bütün ABD’yi gösteren bir uydu görüntüsünden başlayıp CIA binasına kadar hızla zum yaparak inen ve filmin açılışını yapan kamera, kapanışta ise aynı binadan başlayıp bu kez uzaklaşarak uzaydan alınmışa benzeyen görüntüye geri dönüyor. CIA binasında başlayıp orada biten hikâye tümü çeşitli alanlarda acizlikleri, zayıflıkları ve sinsilikleri olan karakterlerin şiddet, seks, şantaj, aldatma vs. ile dolu hikâyelerini akıllıca kurgulanmış bir içerik ile getiriyor karşımıza. Hemen hiç zorlanmadan akan ve tüm karakterleri hikâyeleri ile birbirine ustaca bağlayan senaryoya diyecek bir laf yok doğrusu. Hiçbir anında teklemeyen, gerilimini de komedisini de hemen hep çekici bir düzeyde götürmeyi başaran bir senaryo bu. Özellikle ilki hayli ani olan ve filmin genel atmosferine ters düşen bir sertliğe sahip öldürme sahnelerinin bu yapısını neden tercih ettiğini bilmiyorum Coen kardeşlerin ama senaryonun temel başarısına zarar verdiği açık. Kara mizah olmayı da başaramayan bu sahneler güldürmüyor, düşündürtmüyor ve sadece rahatsız ediyor açıkçası.

George Clooney, Frances McDormand, John Malkovich, Tilda Swinton ve Brad Pitt gibi beş büyük yıldızın yer aldığı bir film kuşkusuz sadece bu özelliği ile bile ilgiyi hak eder. Clooney ve McDormand’ın oyunları ile diğerlerinin bir parça önüne geçtiği filmde diğerleri de işlerini iyi yapıyorlar ama Malkovich ve Pitt için iki kısa not düşmek gerekiyor: Malkovich’in o derece baskın bir “persona”sı, vücut dili ve ses tonu var ki bir şekilde her karakterde onun kendi izlerini seziyorsunuz ve bu her zaman da filmin lehine olmuyor. Neyse ki burada iyi oyunculuk bu riski tamamen olmasa da ortadan kaldırmış gibi görünüyor. Brad Pitt ise senaryonun gazabına uğramış biraz burada; tiplemesi o derece karikatürize ki (olumsuz anlamda söylüyorum bunu ve bir yandan da o derece Amerikalı ki) performansı da yeterli olmayabiliyor bazen. Bir başka deyişle kendisine çizilen karikatür elbisesini aynen (ve bir açıdan da başarı ile) üzerine geçirmiş Pitt. Esprili diyaloglar ve kusursuz bir şekilde akan senaryo da oyunculara epey malzeme sağlamış ve onlar da bu malzemeden ustaca yararlanmışlar bir başka deyişle. Coen kardeşler bir röportajlarında Tilda Swinton’ın canlandırdığı dışındaki tüm karakterlerin kendilerini oynayan oyuncular düşünülerek yazıldığını söylemişler ve oyuncular da senaristlerinin beklentilerini karşılamışlar diye özetleyebiliriz bu durumu.

Spor salonunun yöneticisi dışındaki tüm karakterlerin “kusurlu” olması filmin alaycı havasına uygun bir tercih ama Coen kardeşlerin Amerikan toplumu ile ilgili “umutsuzluğunun” da bir göstergesi sanki ve bu da filmi seyirci için özdeşleşmesi zor kılıyor bir parça. Buna karşılık Coen kardeşler o her zamankli beceriklilikleri ile özellikle McDormand ve Clooney’nin karakterlerinin içinde yer aldığı hayli keyifli sahneler yaratarak seyirciyi ödüllendirmişler sık sık. Clooney ile McDormand’ın parktaki sahneleri veya Pitt ile McDormand’ın Malkovich’e şantaj yaptıkları sahne kesinlikle birinci sınıf bir zanaatkârlığın ürünü örneğin. Aptallığın komedisi olarak da özetlenebilecek film ilgiyi hak eden, Coen’in en iyilerinden olmayan ama kesinlikle eğlendiren bir çalışma. Seyirden alınacak keyif belki kalıcı olmayacak ama en azından seyir anının iyi geçeceği garanti edilebilir.

(“Aramızda Casus Var”)

True Grit – Ethan Coen / Joel Coen (2010)

“İyi bir avukata değil, iyi bir yargıca ihtiyacım var”

Babasını öldüren bir kanun kaçağını yakalamak için iki kanun adamını kiralayan bir genç kızın hikâyesi.

Charles Portis’in aynı adlı romanından ilk uyarlamayı 1969’da özellikle western filmleri ile tanınan Henry Hathaway yapmış ve baş rolde John Wayne rol almıştı. Coen kardeşlerin 2010 tarihli bu uyarlaması ise romana daha sadık kalan ve başta profesyonelliği ve özellikle görüntü yönetiminde kendisini gösteren işçiliği ile ve yönetmenlerin sıkı anlatımı ile kendisini gösteren bir çalışma. Yine de ortaya çıkan Amerikan sinemasının ortalama kalitesini tutturan ama ne türüne ne de genel olarak sinemaya özel bir yaratıcılık kazandıran bir film sadece.

1969 tarihli yapımda görüntüler usta bir isme, Lucien Ballard’a emanet edilmiş ve etkileyici bir sonuç alınmıştı. Bu yapımda ise görüntü yönetmenliğini bir başka usta isim Roger Deakins üstlenmiş ve başta açılış sahnesi olmak üzere ortaya yine etkileyici bir sonuç çıkmış. Açılış sahnesinde yağmakta olan karın altında gece vakti yerde yatan ve filmimizin kahramanı olan genç kızın babasının cesedi örneğin hayli başarılı bir ışıklandırma ile çok çarpıcı bir kareye kaynaklık ediyor. Filmin genelinde ise Deakins western filmlerin olmazsa olmazı olan geniş ve boş alanları ustaca kullanıyor ve filmin hem nefes almasını hem de hikâyenin büyük (aslında olduğundan da büyük) görünmesini sağlıyor. Evet olduğundan da büyük çünkü sonuçta daha önce yapılmış bir uyarlamayı tekrarlarken yeni uyarlamanın yaratıcılarının ilkinden farklı bir şeyler ortaya koyması gerekiyor. Bu farklılığın ne olduğunu ya da ortaya çıkan sonucun bir ikinci uyarlamanın gerekliliğini doğrulayıp doğrulamadığı tartışmalı. Fimin BAFTA ödüllerinde 8 dalda aday olup sadece birini kazanabilmesi, Oscar’larda ise 10 dalda aday olup hiç birini kazanamamış olması bir şeylerin göstergesi olsa gerek ve sanırım bu da filmin kendisini oluşturan unsurların hepsinde ortalama bir başarı seviyesini tutturduğu ama bu unsurların herhangi birinde (burada Deakins’in çalışmasını ayrı tutmak gerek) özel bir çarpıcılığa sahip olmadığını gösteriyor. Özetle rahat seyredilen, kesinlikle profesyonel ve her şeyin dozunda tutulduğu ama ikinci bir çevrimin gerekliliğini doğrulamayan bir film karşımızdaki. Coen kardeşlerin kara olarak adlandırılabilecek mizahından esintilerin, örneğin başlardaki suçluların asılma sahnesinde beyaz suçlulara son bir söz hakkı verilirken kızılderilinin başına geçirilen çuval ile susturulması, filme yedirilmesi de bu açıdan farklı bir sonuca yol açmıyor.

İlk yapımda john Wayne’nin canlandırdığı rolde bu kez Jeff Bridges var ve sanatçı rolünün hakkını veriyor ama Teksaslı şerif rolünde Matt Damon biraz silik kalıyor film boyunca. Genç oyuncu Hailee Steinfeld ise doğal ve kimi sahnelerdeki güçlü oyunculuğu ile göz doldurmayı başarıyor. Filmin müziği ise ilk filmdeki Elmor Bernstein çalışmasının gerisinde kalıyor. Senaryonun ilk filmin aksine kitaba daha sadık kalması ve kitaptaki gibi hikâyenin genç kızın ağzından anlatılması ise filme özel bir farklılık getirmiyor ama anlatıcının bildiğinden daha fazlasını bizim de bilmiyor olmamız filmin sonu açısından da başarılı bir tercih olmuş gibi görünüyor. Bunun dışında senaryonun mizah yanı veya Damon ve Bridges ikilisinin karakterlerinin genç kız üzerinden rekabeti ve örneğin silahşörlük becerilerini yarıştırmaları belki filme kimi sıcak anlar kazandırıyor ama örneğin genç kızın su almak için gittiği derede peşinde olduğu katil ile karşılaşması gibi anların dram gücünü de azaltıyor açıkçası.

Özetle western türünü yenilemeyen ve böyle bir amacı da olmayan, iyi anlatılmış ve yeterince iyi oynanmış, seyri kolay ve zevkli bir film Coen kardeşlerin imzasını taşıdığını sık sık belli eden bu çalışma. Yine de yönetmenlerin becerisini daha “farklı” filmlerde görmek gerçek bir sinemaseveri daha fazla mutlu edecektir kuşkusuz.

(“İz Peşinde”)