Neredesin Firuze – Ezel Akay (2004)

“İntihar edeceksek, yaşayarak edelim”

Çok satacak bir albüm yaparak zengin olmaya çalışan bir yapımcı ve arkadaşları ile, yıldız olmaya çalışan genç bir şarkıcının çakışan hikâyeleri.

Senaryosunu Özcan Deniz’in orijinal hikayesinden Levent Kazak’ın yazdığı, yönetmenliğini Ezel Akay’ın yaptığı bir Türk filmi. Bir dönem Unkapanı’ndaki Plakçılar Çarşısı’nın yönettiği müzik sektöründe yaşananlara odaklanan bu zengin kadrolu, bol şarkılı, bol renkli ve bol şatafatlı film sinemamızın en özgün yapıtlarından biri ve özellikle mizahı açısından amaçladığı düzeyi yakalayamasa da, ilginç ve çekici olmayı başarıyor. Azay’ın, birlikte reklam ve film şirketi IFR’yi kurduğu ve kendisinden “Hep bir “Türk filmi” çekmesini” isteyen Mehmet Budak’a ve müzik yapımcısı Hilmi Topaloğlu’na ithaf ettiği yapıtın, kusurlarına karşın, sevilmesinin sırrın tam da bu nitelemede yatıyor: “Türk Filmi”. Diyaloglarından görselliğine müziklerinden oyunculuklarına çılgın olmayı hedefleyen film bunu başarıyor ama mizahı pek güçlü olmadığı gibi, senaryosu da zaman zaman, sansüre takılmamış bir TV güldürüsü yaratmaktan öteye geçemiyor. Yine de, Unkapanı gibi ülkenin müzik sektörünün göbeğinde yer alan bir dünyayı yansıtan ve iyi gözlemlerin sonucu oluşan resimler, aralara hikâye ile pek de doğal bir uyum içerisinde yerleştirilememiş olsa da, popüler şarkıcılarının çekiciliği, özenli set ve kostüm tasarımları ve Akay’ın bilinçli yaratılan kaosun altından başarı ile kalkan sineması ile ilgiyi hak eden ve “gerçek kişi ve olaylardan ilham alan” bir çalışma bu.

İngiliz sinemacı ve yazar Jamie Russell BBC için 2004’te kaleme aldığı eleştirisinde 5 üzerinden 1 yıldız verirken, hayli sert ifadeler kullanmış film hakkında: “Firuze’nin nerede olduğu kimin umurunda, biz sadece esprilerin nerede olduğunu bilmek istiyoruz” ifadesi ile bitirdiği eleştirisinde Russell şöyle yazmış: “Önemli bir müzikal parodi olabilirmiş film ama… hiçbir zaman bulamadığı esprinin peşinde koşturuyor… yakın zamanlarda gördüğüm en komik olmayan ve bu yüzden acı veren bir yapıt”. Olumsuz cümlelerin bu derece sert birer dozu olmasının nedenlerinden biri Akay’ın hedeflediği gibi bir “Türk filmi” çekmeyi başarmış olması belki de. “Kaset yaparak” bir gecede yıldız olmak isteyenler, mafya ile iç içe geçmiş arabesk ağırlıklı bir müzik sektörü, hikâye boyunca irili ufaklı rollerde karşımıza çıkan onlarca ünlü yerli isim, bazılarını farklı versiyonları ile dinlediğimiz onlarca popüler şarkı ve bol bol yerel küfürlü konuşmalar… tüm bunların bir İngiliz eleştirmene cazip gelmesi çok zor kuşkusuz ve beğendiğini söylediği şatafatlı görsellik ve yüksek tempolu dil, ona bir anlam ifade edecek bir içerik ile desteklenmeyince; bir başka şekilde ifade edersek, hikâye ile arasında bir duygusal yakınlık kuramayınca eleştirinin bu derece olumsuz olması da normal görünüyor.

Senaryoya çıkış noktası oluşturan hikâyeyi yazan Özcan Deniz kendi hayatından ve bir dönem Unkapanı’nın en güçlü firması olan Prestij Müzik’te yaşadıklarından esinlenmiş. 2023’te Mahsun Kırmızıgül’ün kendi senaryosundan çektiği “Prestij Meselesi”, Kırmızıgül’ün kendisinin de bir dönem bağlı olduğu bu müzik şirketini doğrudan ve ismini belirterek ele aldı; Ezel Akay’ın filminde ise isimler tamamen değiştirilmiş ama yine de meraklısı pek çok karakterin hangi gerçek isimden esinlenerek yaratıldığını keşfederek eğlenebilir. Birkaçını burada anmakta yarar var karakterin ismini ve kimden ilham alındığını belirterek: Ferhat karakterinde kendisini oynadığını söyleyebileceğimiz Özcan Deniz, Hayri (Haluk Bilginer) Prestij Müzik’i Burhan Aydemir ile birlikte kuran Hilmi Topaloğlu, Orhan (Cem Özer) Burhan Aydemir, Melih (Ragıp Savaş) Mahsun Kırmızıgül, Tayyar (Bora Ayanoğlu) İbrahim Tatlıses, Sibel (Janset) Yıldız Tilbe. Levent Kazak’ın senaryosu bu gerçek dünyayı -yeterince güçlü olmayan- mizah ve bir çılgın karnaval havası içinde anlatsa da, anlattığı dünyadaki yozlaşmaları çok açık bir eleştiri ile birlikte ortaya koyuyor.

Zaman içinde Unkapanı’ndaki çarşının müzik sektörünün merkezi olmaktan uzaklaşıp kabuk değiştirmesi nedeni ile, Ezel Akay şehrin mimarlık açısından başarılı yapıtlarından biri olan ve üç başarılı mimarımız olan Doğan Tekeli, Metin Hepgüler ve Şami Sisa’nın imzasını taşıyan bu çarşı yerine, İstanbul’un mimari facilarından biri olan ve dünyadaki en büyük monoblok yapılarından biri olması ile de bilinen PERPA’da kurmuş seti. İstanbul’un nereden nereye doğru ve giderek artan bir süratle gittiğini gösteren çarpıcı bir örnek bu kuşkusuz. Bu vahim durum bir yan bırakılırsa, filmin genel olarak tüm sahnelerinde kendisini gösteren başarılı set tasarımı (Hakan Yarkın ve Naz Erayda) o denli güçlü ki İstanbul’u ve bu çarşıları iyi bilenler bile Unkapanı’nda olduklarını hissedeceklerdir öykünün ilgili bölümlerinde. Set tasarımları gibi, kostümler ve başta kapanış jeneriği olmak üzere filmin diğer pek çok görsel unsuru da kesinlikle çok çekici. Film için özel dikilen kostümler, başta hikayenin ana karakterlerininkiler olmak üzere, hep göz alıcı ve janjanlı. Düğün sahnesinde onca figüran için özel hazırlananların da gösterdiği gibi, bütçeyi sonuna kadar zorlamış yapımcılar ve Akay’ın görkemli şatafatına önemli bir katkı sağlamışlar. Karikatürist Kemal Gökhan Gürses’in kapanış jenerikleri de benzer bir şekilde, esprili havası ve rengârenk biçimselliği ile öykünün atmosferine çok uygun bir tasarım çalışmasının ürünü ve ayrı bir takdiri hak ediyor.

Görüntü yönetmeni Hayk Kirakosyan ile birlikte bizi, eserlerini Ezop imzası atmasının da gösterdiği gibi renkten renge hayalden hayale uzanan ama bu arada ilginç bir şekilde ve gördüklerimize yerelliklerinin sağladığı aşinalığımız nedeni ile gerçek de olabilen bir dünyanın içine sokuyor Ezel Akay. Bazen çılgınca hareket eden, bazen aniden duruveren kameranın hareketleri ile seyirciyi hiç rahat bırakmıyor film; sabit çekimde bile set ve kostümlerin göz alıcılığı sayesinde bir içsel hareketlilik yakalanıyor ve tempo hiç düşmüyor. Sık sık araya giren müziklerin gücü ve Mustafa Presheva’nın her bir sahne için özenle düşünülmüş kurgusu da eklenince tüm bunlara, Ezel Akay’ın seyircinin gözünü hep olan bitende tutma hedefini kesinlikle tutturulmuş görünüyor. Hikâye boyunca her türlü oyuna başvurarak patlayacak bir albüm yapma peşindeki beş ana karakterinkiler başta olmak üzere, gece kulüplerinin neon tabelaları gibi parlak ve canlı renkleri olan kıyafetler elbette dönemin gerçekleri ile pek uyuşmuyor ve önemli bir abartı içeriyor ama bu seçim pek de yanlış görünmüyor; çünkü hikâye ve Ezel Akay’ın sinema dili tam da bu vurguyu gerektiriyor.

Pek çok ünlünün bir şarkı yarışması organizasyonunun parçası olarak kendisini oynadığı filmde, adı Tanju Göksoy olarak değiştirilen ve kendisine yapılan rol teklifini ret eden Bülent Ersoy’u Ata Demirer’in taklidin ötesine geçen bir başarı ile canlandırdığı filmde kesinlikle sinemamızın kült sahnelerinden biri olmayı başaran ve “Olur mu öyle şey, çocuklar! Ben Hep evdeyim” repliği ile sona eren “Ya Evde Yoksan” sahnesi başta olmak üzere iyi kotarılmış pek çok bölüm var. Sağlam bir Amerikan müzikalinde görmeyi bekleyeceğiniz bir düzeyde olan bu bölüm müziği ve koreografisi ile dört dörtlük. Buna karşılık aksayan bölümler de var; örneğin Ferhat karakterinin televizyon programına konuk olmaya çalıştığı bölüm hayli zorlama (Özcan Deniz’in tüm filme yayılan olmamış oyunculuğunun da payı var bunda) ve filmin ortalamasının çok altında kalmış. “Yüzü son sahnesine kadar görünmeyen tetikçi” karakteri ile amaçlanan da elde edilememiş açıkçası; bu karakteri canlandıran oyuncunun kimliği üzerinden bir espri yakalanmak istenmiş olabilir ama en azından seyirci için pek de bir anlamı yok bunun. Filmin bir başka kusuru ise aralara serpiştirilen ünlüler; Müslüm Gürses’ten Işın Karaca’ya Ciguli’den Burcu Güneş’e pek çok isim çıkıyor karşımıza ve müzikal performansları ile filme önemli bir renk katıyorlar ama varlıklarını hiç de doğal kılamamış senaryo.

Toplu intihar girişimi ve sonrası, ve öykünün kaçıncı gününde olduğumuzu gösteren karelerin üzerinde özenle düşünülmüş olması gibi diğer başarılı öğelerini de anmamız gereken filmde Ender Akay ve Sunay Özgür’ün gerek orijinal müzikleri gerekse eski şarkılara yaptıkları yeni düzenlemeler oldukça başarılı ve filmin soundtrack’ini her zaman ve filmden bağımsız olarak da dinlenebilir kılmış. Düğündeki kaos sahnesine “Maskeli Balo” şarkısının seçilmesinin tuhaflığı bir yana, müzikler öykünün ve filmin vazgeçilmez bir unsuru olmuş kesinlikle ve çok iyi değerlendirilmişler. Bir otelin ve bir hastanenin adının örneği olduğu gibi, ürün yerleştirmenin seyircinin bu adları kaçırmamasını garanti edecek şekilde vurgulu bir şekilde kullanılmasının rahatsız edici olduğu yapıtta, Demet Akbağ’ın Firuze karakteri iyi bir buluş ve filme kendisini baştan belli etse de, çekici bir sürpriz katıyor ama onun ve arkadaşlarının dahil olduğu plan pek de gerçekçi değil. Neyse ki Akbağ’ın güçlü performansı bu sorunu gideriyor çoğunlukla. 9 günlük bir öykü anlatan eser, renklerin karakterlerin ait olduğu gruba göre seçilmesinin bir örneği olduğu gibi özenle düşünülmüş ve “sınırsız” bir hayal gücü ile çekilmiş bir “Türk filmi” ve görülmesi gerekli bir modern klasik.

Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü? – Ezel Akay (2006)

“Başka bir adam var, dedi. Ancak onunla olur, dedi. Bu onunla, o bununla olur, dedi”

Gölge oyunu kahramanları Hacivat ile Karagöz’ün hikâyesi.

Metin Erksan’a ithaf edilerek açılan, kapanışta çeşitli Türk mizahçılarına teşekkür ederek sona eren film Ezel Akay’ın yönettiği ve Levent Kazak ile birlikte senaryosunu yazdığı bir çalışma. Karagöz ve Hacivat’ı anlatırken onların kahramanı olduğu gölge oyununun tarzını takip eden, yoğun, dinamik, eğlenceli, bol konuşmalı ve bir parça da fazla gösterişli olan bu filmin Türk sinemasının aykırı örneklerinden biri olduğu kesin. Gerçekliği tartışmalı olan iki karakteri yaşadıkları varsayılan tarihsel dönemin koşulları içinde anlatmaya soyunan bu cesur film kimi eksikliklerine rağmen ilgiyi kesinlikle hak ediyor.

Türk sinemasının ustalarından ve ayrıksı isimlerinden Metin Erksan kendisine ithaf edilen bu eser için kaleme aldığı övgü dolu yazısında film için “kışkırtıcı, düşündürücü, coşturucu” gibi sıfatlar kullanırken filmin “tarihbilimci, sanattarihibilimci, tiyatrobilimci, edebiyatbilimci, masalbilimci, halkbilimci, söylence/efsanebilimci, kültürbilimci” olduğunu söylemiş ve “Türk sinema tarihinin en istisnai” filmi olarak nitelemişti Ezel Akay’ın eserini. Erksan Karagöz/Hacivat oyunlarının “gülmek/eğlenmek için seyredin” diye değil, “seyredin, bilin, ögrenin” diye başladığını söylüyor ve Akay’ı filmini tam da bir Karagöz/Hacivat oyunu gibi çektiği için takdir ediyor. Erksan aynı yazıda Yavuz Turgul’un 1992 tarihli “Gölge Oyunu” filmini de anıyor ve onun da bu gölge oyunundan esinlendiğini belirterek öncü yaklaşımını övüyor. Erksan’ın Ezel Akay’ın filmi için kullandığı sıfatların pek çoğuna en azından Akay’ın hedefledikleri düşünülürse katılmamak imkânsız ama filmin genel olarak sorunu bunların tümünü hedeflemiş olması sanırım. Tıpkı gölge oyununun kendisinde olduğu gibi aralıksız diyalogları olan film, bu diyaloglara ağırlık verip görselliği asla ihmal etmemiş ve daha önce de Akay ile çalışmış olan Hayk Kirakosyan’ın hareketli ve rengarenk görüntüleri de filme diyaloglar kadar damgasını vurmuş. Buna Ender Akay’ın yine sesini çıkarmaktan hiç çekinmeyen ve kimi anları hayli görkemli müziklerini de ekleyince, film hem olumlu hem olumsuz bir anlamda “yoğun” sıfatını hak eden bir çalışma olmuş. Ezel Akay oyuncularını da gösterişli oynamaya teşvik etmiş görünüyor bu yoğunluğun derecesini artıracak şekilde ve Karagöz rolündeki Haluk Bilginer ve kadı rolündeki Güven Kıraç hariç ve Hacivat rolündeki Beyazıt Öztürk dahil olmak üzere oyuncuların hemen hepsi de serbest stil ve sık sık abartıya başvuran bir tarz benimsemişler. İşte tüm bunlar filmi gereğinden fazla yoğun ve gürültülü yapmış kesinlikle. Akay’ın amaçladığı tam da bu muhtemelen ama ortaya çıkan sonucun zaman zaman yorucu olabildiğini söylemek gerek.

Haluk Bilginer’in gösterişin dozunda tutulduğunda nasıl etkileyici bir oyunculuğa katkıda bulunabileceğini ispatladığı film, Hacivat rolündeki Beyazıt Öztürk’ün hikâyede daha fazla ağırlığı varmış gibi görünmesine rağmen asıl olarak Bilginer’in çarpıcı performansı ile zenginleşmiş görünüyor. Onun tam aksi yönde ise Güven Kıraç tüm o abartılı performansların içinde hayli sade görünen oyunu ile oyunculuk dersleri veriyor seyredenlere. Beyaz’ın oyunu ise belki aksamıyor ama televizyon programındaki bir skeçte sergilediğinden de ileri geçemiyor. Sinemamızda örneğine az rastgeldiğimiz bir prodüksiyon kalitesine sahip olan film 14. yüzyılın Bursa’sını ve köylerini özenilmiş kostüm ve mekan tasarımları ile getiriyor karşımıza. Zaman zaman kendini fazlası ile belli eden bilgisayar efektleri ise çok da rahatsız edici değil açıkçası.

Senaryodaki söz oyunları için ise Kazak ve Akay ikilisini takdir etmek gerekiyor kesinlikle. Örneğin Hacivat’ın Karagöz’e sayı saymayı öğrettiği bir sahne var ki keyiflenmeden seyretmek için duygusuz olmak gerekiyor. Senaristlerin bir cesaret gösterisi olarak konuşmalarda dönemin Türkçesini tercih etmeleri (en azından onu hedeflemeleri) ise filme kattığı otantik hava açısından önemli ama geniş seyirci kitlesi için hayli yoğun konuşmaları olan filmi takip etmeyi bir parça zorlaştırıyor. Hikâyenin Osmanlı Beyi Orhan’ı ve eşi Nilüfer Hatun’u, ve dinsel anlayışları eleştirmesi, iki baş karakterin ağzından devlet yönetimini, toplumsal ve ekonomik düzeni eleştirel mizahının parçası yapması ise çok doğru bir seçim ve açıkçası aradan geçen 8 yıldan sonra bugünün “Yeni Türkiye”sinde Kültür Bakanlığı böyle bir filme destek sağlamaz artık diye düşünerek üzülmemek ve tedirgin olmamak da mümkün değil.

Bir Ortodoks Bizans şehrinden müslüman Türk şehrine hızla dönüşen ve 14. yüzyılın özellikle o dönemine özgü olarak kozmopolit bir yapısı olan Bursa’nın (Erksan’a göre Türkçe, Rumca, Ermenice, Yahudice, Farsça, Arapça, Tatarca, Moğolca, İtalyanca ve İspanyolca konuşulan bir yerdir o sırada Bursa) havasını hissetmenizi sağlayan filmde Akay ve filmin diğer yaratıcıları finalde Osman Hamdi Bey’in ünlü “Kaplumbağa Terbiyecisi” tablosunu canlandırmak gibi hoş sürprizler ile daha da renklendiriyorlar seyir keyfimizi. Sonuçta film bir efsanenin ve onun iki temel karakterinin ortaya çıkışına, popüler olmasına ve trajik sonuna tanık ediyor sizi. İkilinin gerçekten ilk karşılaşmaları böyle mi olmuştur, gerçekten ilk oyunlarını kendileri de farkında olmadan böyle mi sahneye koymuşlardır ve daha da önemlisi Hacivat ve Karagöz gerçekten yaşamışlar mıdır bilmek mümkün değil ama sonuçta Ezel Akay onları hak ettikleri saygı ve sevgi ile getiriyor karşımıza bu filmde. En az onun kadar önemli olmak üzere de “sanatçının” yöneticiler için neden her zaman tehlikeli olacağını ve “kutsal değerler” hakkındaki “hassasiyetlerin” her zaman nasıl bir baskının aracı olacağını hatırlamak açısından da ilgiyi hak eden bir film bu.

(“Killing the Shadows”)