Le Otto Montagne – Felix van Groeningen / Charlotte Vandermeersch (2022)

“İyi bir ateş, ızgara balık, etrafımda dağlar… ve sen; planım bu”

Çocukluklarında tanışan ve ilişkileri sık sık bir araya geldikleri dağlar etrafında şekillenen iki erkeğin yıllara yayılan dostluklarının hikâyesi.

İtalyan yazar Paolo Cognetti’nin 2016 tarihli ve aynı adlı romanından uyarlanan, senaristliğini ve yönetmenliğini Charlotte Vandermeersch ve Felix van Groeningen’in üstlendiği bir İtalya, Fransa, Belçika ve Birleşik Krallık ortak yapımı. Cannes’da Jüri Ödülü’nü Jerzy Skolimowski’nin “Eo” adlı filmi ile paylaşan yapıt, İtalyan Alpleri’nin doğasını başarı ile öyküsünün parçası yapan; İsveçli müzisyen Daniel Norgren’in eserin atmosferini çok iyi besleyen şarkılarından önemli bir destek alan; erkekler arasında dostluk, hayatının doğru yolunu bulma, baba – çocuk ilişkisi ve doğa ile insanın uyumu gibi kolayca duygusal etkiler yaratmaya uygun temalarını sade ve hatta soğuk görünmekten çekinmeyen bir dil ile anlatmayı seçen ilginç bir film. İki bireyi on iki yaşlarında ele alıp onları otuzlu yaşlarına taşıyan filmde karakterlerin yetişkinliklerini canlandıran Luca Marinelli ve Alessandro Borghi’nin yönetmenlerin yalın anlatımına uygun oyunculukları ile dikkat çektikleri film Ruben Impens’in görüntüleri ile zenginleşen bir çalışma ve sadeliği kimi sinemaseverleri yeterince mutlu etmeyecek olsa da, kesinlikle ilgiyi hak eden bir sinema eseri.

Paolo Cognetti’nin bizde “Sekiz Dağ” adı ile yayımlanan ve ilk romanı olan “Le Otto Montagne” pek çok prestijli ödülün sahibi olan güçlü bir eser. Tıpkı sinema uyarlaması gibi, sade bir dil kullanılan kitap ilişkileri (sadece insanlar arasındakileri değil, insanlarla dağlar arasındakileri de) ele alırken, doğanın en heybetli parçalarından biri olan dağlara duyulan tutkuyu ve bu tutkunun birleştirdiği ve ayırdığı insanları, adını da aldığı Budizm inançlarından biri ile anlatıyor. Kendisi de yılın belli dönemlerinde dağlık bir bölgedeki kulübesinde yaşayan Cognetti’nin, dilinin sadeliği dağların azameti ile dengelenen kitabının tüm bu özellikleri Charlotte Vandermeersch ve Felix van Groeningen’in uyarlamasına da taşınmış. Karakterlerinden birinin yaşamı boyunca hiç terk etmediği bir yöreyi sık sık ziyaret eden diğerinin yirmi yıla yayılan arkadaşlıklarının sağladığı gücü iki yönetmen başarı ile değerlendirmiş ve bunu üstelik doğal bir anlatımı hiç yitirmeyerek başarmışlar.

İtalyan Sinema Akademisi’nin verdiği David di Donatello ödüllerine on dört dalda aday gösterilen ve bunların dördünü (Film, Uyarlama Senaryo, Görüntü ve Ses) kazanan film hikâye boyunca zaman zaman karşımıza çıkacak olan bir anlatıcının sesi ile açılıyor. Dağ görüntüleri üzerine konuşan bu ses hikâyenin baş karakterlerinden Pietro’ya (Luca Marinelli) ait ve şöyle söylüyor açılışta: “Hayatımda Bruno gibi bir arkadaşı bulacağımı hiç ümit etmemiştim; arkadaşlığın, kök salabileceğin ve seni bekleyen bir yer olmasını da”. 1984 yazında başlıyor öykü; babası (Filippo Timi )Torino’da büyük bir fabrikada mühendis olan Pietro annesi (Elena Lietti) ile birlikte İtalyan Alpleri’nde bir köy olan Grana’da kiraladıkları bir eve gelmiştir yaz tatili için. Bir şehir çocuğu olan ve Torino’daki zamanının büyük bir kısmı ev içinde geçen Pietro burada yörenin yerlisi olan Bruno (Alessandro Borghi) ile tanışır. Babası yurt dışında işçi olarak çalışan (“annen nerede” sorusunu sessizlik ile yanıtlar) Bruno amcası ile yaşamaktadır ve Pietro ne kadar şehirli ise, o da o kadar köylüdür. Her yıl yaz tatilinde tekrarlanan arkadaşlık günleri, önce Pietro’nun ailesinin Bruno’nun okula gidebilmesi için yaptığı iyi niyetli bir teklif, sonra da Pietro ile babasının “dağ tutkusu” üzerinden doğan tartışmaları ile sekteye uğrar. On beş yıl sonra tekrar bir araya geldiklerinde (aradaki bir tesadüf “O başını salladı, ben elimi kaldırdım ve hepsi bu kadardı” ile özetlenen dokunaklı bir sahnede geliyor karşımıza) dostlukları kaldığı yerden devam edecek ama hayatlarının yolunu bulma konusundaki arayışları iki genç adamı farklı meseleler ile karşı karşıya getirecektir.

İki genç oğlanın kendi babaları ile ilişkileri farklı kalite de olsa da, bu iki baba – oğul ilişkisinin benzer akıbetleri olması hikâyenin ilginç yanlarından biri. Buna Bruno’nun babasının kendi atalarının aksine,dağlardan ve özellikle de hayvanlarla ilgilenmekten hoşlanmayarak köyünü terk etmesi, buna karşılık Pietro’nun babasının doğanın bu heybetli objelerine büyük bir tutku duyması arasındaki zıtlığı da eklemek gerekiyor. Hikâye boyunca bu ilişkiler biçim değiştirir, kaybolur veya yenileri kurulurken; özelikle Pietro’nun yaşamı ve arayışları üzerinden film baba ile oğulları arasındaki ilişkilerin güzelliği ve zorluğu hakkında düşünmemizi de sağlıyor. Bırakılan bir miras (“Babamdan bana kalan kayıp rüyası ile ve benim vermediğim bir sözle ne yapmam gerekiyordu?”) üzerine kurulan öykünün ikinci kısmı bu konular üzerinde saygıyı ve ilgiyi hak eden bir şekilde ilerliyor. Duygusal zorlamalara, aksiyona, büyük sözlere başvurmaması söylemini daha da gerçek kılıyor ama öte yandan aynı hikâyenin bir Hollywood yapıtında anlatılacağı şekline aşina ve yatkın olanlar filmin bu tercihini soğuk bulabilirler. Aslında film Hollywood değil ama Amerikan sinemasının bir başka türüne hayli yakın duruyor. Daniel Norgren’in İngilizce şarkılarının da melodileri ve indie-folk havaları ile desteklediği bir Amerikan bağımsız filmi havası var bu Avrupa filminde. Öyle ki film İtalyanca değil, İngilizce olsa ve olaylar İtalyan Alpleri’nde değil de, ABD’nin kırsal yörelerinden birinde geçse, hiç yadırgamazsınız seyredeceğiniz öyküyü.

Evet, film duygusal patlamalardan özellikle uzak duruyor ve ortalama bir seyirci için karakterlerle özdeşleşmek bu nedenle vakit alabilir ama Charlotte Vandermeersch ve Felix van Groeningen ikilisi duygusallığı zarif bir yaklaşımla pek çok kez yaratmışlar filmlerinde. Pietro’nun çıktığı zirveden Bruno’ya seslendiği ve dans ettiği sahne, “Gelecek yıl tekrar gelir miyim bilmiyorum”u ve “Gelmemi ister misin?”i takip eden kısa sessizlikler veya âni bir sarılma pek çok sözün, kamera oyununun yaratacağından daha elle tutulur ve dürüst bir duygusallık sağlıyor filme. Filmin bu sadelikten uzak durduğu ve bir parça büyük sözlere (neyse ki fazla değil bu anlar) yöneldiği anların hikâyenin zayıf anları olması da kanıtlıyor bu başarıyı. Bu bağlamda değerlendirince, dini kozmoloji boyutunun öykünün çok da gerekli olmayan bir unsuru olduğunu söylemek gerek. Himalayalar gezisi, Asya’daki günler ve filme adını veren “sekiz dağ, sekiz deniz ve ortadaki zirve” efsanesinin Pietro karakterinin arayışı içinde bir yeri olsa da, öyküye çok anlamlı bir boyut kattığı tartışmaya açık. Bruno’nun Pietro’nun şehirden gelen arkadaşlarına söylediği “Sadece siz şehirliler buna doğa dersiniz. Bu sizin zihninizde o kadar soyut ki kelimenin kendisi bile soyut”
İfadesi sanki filmin bu öğesi için de söylenebilirmiş gibi duruyor; çünkü bir parça soyut kalıyor.

Anlatıcı sesin öyküye doğru anlardaki katılımı ve bir günlükten satırlar havası taşıması ile katkı sağladığı filmin Pietro odaklı anlatılması Bruno’yu bir parça geride bırakıyor. Öykü ya Bruno ile Pietro’yu birlikte anlatıyor ya da sadece Pietro’nun yaşadıklarını görüyoruz. Bu tercih temel bir sıkıntı yaratmıyor ama Bruno’nun yaşadıklarının etkileyiciliğini azaltıyor; çünkü seyirciyi ister istemez onu “Pietro’nun arkadaşı” olarak görmeye yönlendiriyor. Evet, romanda da böyleymiş ama filmi kendi içinde ele aldığımızda, arkadaşlık ilişkisi başta olmak üzere, farklı ilişkilerin öyküleri olarak niteleyebileceğimiz bir hikâyede ilgili taraflara birbirine yakın ağırlıklar verilmesi seyrettiğimizi daha etkileyici kılabilirdi. Bu farklı ağırlık durumu doğal olarak Luca Marinelli’yi oyuncu olarak öne çıkarıyor ve o da kendisine sunulan fırsatı mükemmel denecek bir performansla değerlendiriyor. Alessandro Borghi’nin de rolünün hakkını güçlü bir biçimde verdiği ve öyküsünü acele etmeden ve zarif sahnelerle anlatan filmde Ruben Impens’in doğanın kıymetini bilen, insanın onun içindeki yerini ve “küçüklüğünü / önemsizliğini” gösteren görüntüleri de ayrıca takdiri hak ediyor. Özellikle ilk yarısında Terrence Malick’i hatırlatan görsel atmosferi ve anlatıcı ses kullanımı (“The Thin Red Line”da olduğu gibi) ile de çekici olan ve bir parça kısaltılabilir ve böylece zaman zaman oluşan tekrara düşme havasından kurtulabilirmiş gibi duran, kesinlikle önemli bir yapıt bu. Doğanın nefes kesen (bir sahnede Pietro’nun yaşadığı gibi) dik görünümünü vurgulamak için tercih edilmiş görünen çerçeve oranının da (sinema dünyasında “akademik oran” olarak bilinen 1.375:1 oranı) ek bir çekicilik kattığı film görülmesi gerekli bir çalışma.

(“The Eight Mountains” – “Sekiz Dağ”)

De Helaasheid der Dingen – Felix van Groeningen (2009)

“Sen benim yediğim haltları yemeyeceksin, evlat. Gözlerine bakınca anlıyorum… bilmiyorum, ailedensin ama farklısın”

Hiçbiri bir baltaya sap olamamış alkol düşkünü babası ve üç amcası ile birlikte, ailenin tek düzenli gelir sahibi ferdi olan babaannesinin evinde yaşayan on üç yaşındaki bir oğlanın, kaçınılmaz görünen “onlar gibi olmak” kaderinden kurtulma çabasının hikâyesi.

Belçikalı yazar Dimitri Verhulst’un aynı adlı ve 2006 tarihli yarı-otobiyografik romanından uyarlanan senaryosunu Felix Van Groeningen ve Christophe Dirickx’in yazdığı, yönetmenliğini Felix Van Groeningen’in yaptığı bir Belçika filmi. Yönetmenlerin On Beş Günü bölümünde gösterildiği Cannes’da C.I.C.A.E. (Uluslararası Sanat Sinemaları Konfederasyonu) Ödülü’nü ve İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale’yi kazanan yapıt sinemanın en sefil ve sefih karakterlerinden olan 4 erkek kardeşin yaşlı annelerinin emekli maaşının tek düzenli geliri olduğu bir evdeki alkol, kadın düşkünlüğü ve serserilik dolu yaşamlarının ortasında büyümeye çalışan bir oğlanı anlatıyor. Verhulst’un kendi zorlu çocukluğundan yola çıkan romanından uyarlanan film zaman zaman onun günümüzdeki yazar olma çabalarının ve zor yaşamının araya girdiği ama temel olarak eğlencesi bol sefil çocukluk günlerinin öyküsü olan bir senaryoya sahip. Bir çocuğun en olmaması gereken bir ortamdaki yaşamının trajik, zor ve yanlış yönlerinin korkunçluğu ile o hayatın eğlencesi arasında gidip gelen ve bu nedenle zaman zaman odağına karar verememiş görünen yapıt; güçlü ve gerçekçi oyunculukları, hikâyeye çok uygun düşen sinema dili ve kamera kullanımı ve seyirciyi hiç rahat bırakmayan kurgusu ve temposu ile ilgiyi hak eden bir çalışma.

Tüm denemeleri yayın evleri tarafından ret edilen ama yetenekli olduğuna inandığı yazma işine ısrarla devam eden Gunther’in (yetişkinliğini Valentijn Dhaenens’in canlandırdığı karakterin çocukluğunu Kenneth Vanbaeden oynamış) görüntüleri ile açılıyor film. Hikâyenin günümüz ve geçmiş bölümlerinde zaman zaman anlatıcı olarak sesini duyduğumuz Gunther daktiloda bu filme kaynaklık eden romanını yazmaya başlıyor. Zaman zaman siyah-beyaza dönen ama renkli / renksiz tercihinin özel bir anlamış varmış gibi görünmeyen filmin kahramanı; babası, üç amcası ve büyükannesi ile geçen günlerini “Garip bir ortamda büyüdüm” cümlesi ile tanımlayarak başlıyor romanına. Gerçekten de garip, çok garip günler bunlar; Belçika’nın Felemenkçe konuşulan Flandre bölgesinde, 1980’lerde geçen (bir sahnede duvarda asılı takvimde 1988 tarihini görüyoruz) bu çocukluğu garip kılan, Gunther’in babası, Celle lakaplı Marcel (Koen De Graeve) ve üç amcasının (Petrol lakaplı Lowie’yi Wouter Hendrickx, Breejen’i Johan Heldenbergh, Koen’i ise Bert Haelvoet oynamış) sefih yaşamlarından kaynaklanıyor. Sürekli alkol tüketen, kadın peşinde koşan ve düzenli işleri olmayan ya da varmış gibi görünmeyen bu dört adamın tüm yükünü anneleri (Gilda De Bal) üstleniyor. Çocuklarını çok seven yaşlı kadın Gunther’e de annelik yapmaktadır bir bakıma; çünkü oğlanın annesi ayrıdır babasından ve çocuğu ile de görüşmemektedir. “On üç yaşındaydım ve onlar gibi olmak kaderimdi” düşüncesi ile yaşıyor oğlan ve o da erken yaşta içmeye başlamıştır amcalarının teşviki ile; hikâyenin ilerleyen aşamalarında göreceğimiz gibi bu alkol problemi adeta ailenin tüm erkeklerinin genlerine yerleşmiştir. Çok uygunsuz bir yaşamdır Gunther’in sürdürdüğü (odasını paylaştığı amcalarından birinin seks hayatına tanık olmaktadır örneğin); film sadece dört yetişkin adamı değil, yaşadıkları kasabanın başka karakterlerini de sefil ve sefih yaşamların içinde göstermesi ile bu uygunsuzluğu ailenin dışına da taşıyor ki açıkçası hikâyenin meselesine çok da uygun olmamış bu seçim.

Amcalardan birinin, arabası ile yanlışlıkla Gunther’in bisikletinin üzerinden geçmesini dört adamın çocuğun hayatını olumsuz bir şekilde etkilediğinin akıllıca seçilmiş bir sembolü olarak kullanan film, aile lanetinin belirlediği kader ile bireysel seçimler arasındaki mücadeleyi de anlatıyor bir bakıma. Gunther’in yazar olarak yeteneği onu ailenin diğer erkeklerinden farklı bir yere koyuyor ama babasının ve amcalarının yaşamlarının tam içinde olan ve tüm o sefahatın tadını kendisi de çıkaran oğlanın seçiminin ne olacağı (ya da olabileceği) hikâyenin önemli meselelerinden biri; senaryonun bunun üzerine bekleneceği kadar güçlü gitmemeyi seçmesi filme hem olumlu hem olumsuz yönde etki etmiş görünüyor ama artıların daha ağır bastığını söylemek mümkün. Ailenin kuruluşu, büyümesi (bir kafenin arkasındaki ayaküstü bir sevişmenin sonucu olarak!) ve aile dinamikleri üzerine de düşündürten film aile bağları ile bireysel özgürlük arasındaki çatışmanın hikâyesini anlatıyor bir bakıma. Bu anlatımın gücünü zedeleyen iki farklı unsur var: Gunther ve ailesinin yaşadığı kasabada gördüğümüz karakterlerden bazılarının ve kasaba yaşamının bazı öğelerinin, en az kahramanlarımız kadar sefih bir niteliğe sahip olmaları ve çocukların istismarı denebilecek bazı durumların komedi havası içinde karşımıza getirilmeleri. Bu unsurların ilki (erkeklerin “bacaklarını traş ederek, kadın kıyafetleri giyerek” katıldıkları ve dozu her bakımdan kaçan eğlenceler, erkeklerin katıldığı çıplak bisiklet yarışları, “kim daha çok içebilir” yarışmaları vs.) ailenin durumunu özel olmaktan çıkarıyor ki bu da Gunther’in hayatındaki dram ve trajedilerin önemini azaltıyor bir parça; ikincisi de yine Gunther’in yaşamını hafifletiyor bu kez mizah nedeni ile.

“Hayat eskisi gibi devam ediyordu. Zaten zor olan da buydu” diyor anlatıcı olarak Gunther bir sahnede. Bu rutini kırma yolundaki çabanın oğlandan ve babaannesinden geldiği filmde hikâyeye kızı ile birlikte bir süreliğine girip çıkan hala karakterinin işlevi yeterince doyurucu görünmüyor. Küçük kızın parçası olduğu rahatsız edici sahneler filmin yukarıda anılan problemini artırıyor sadece. Öyküye uygun bir şekilde dengesiz ve hareketli bir kameranın tempoyu hep yüksek tuttuğu filme kaynak olan romanın yazarı Dimitri Verhulst şiir kitapları da olan bir sanatçı; hikâyeye zaman zaman hâkim olan karanlık havanın bir şiirsel yanının da bulunmasını açıklıyor bu durum. Jeff Neve imzalı orijinal müziğin, hikâyenin çılgın yanlarına çok iyi yakışan orkestra havası ile önemli bir katkı sağladığı film sevginin zarar vermeye engel olmadığını kanıtlayan aile ilişkilerini dürüst bir şekilde sergilemesi ile de önem taşıyor.

Amerikalı eleştirmen Jeanette Catsoulis filmin öyküsü için, “Ken Loach ve Roberto Benigni birlikte bir bara gidip kendilerini tamamen kaybedene kadar içseler ve sabah ellerinde bir senaryo ile çıkıp gelseler, o senaryo işte bunun gibi olurdu” demiş Felix Van Groeningen’in yapıtı için. Ne var ki Loach’un filmleri çok daha gerçekçi boyutları ve sergilenen sefalet manzaralarının nedenini burada olduğu gibi kolayca atlanabilecek bir iki cümle (“Sen eşyalara sahip olamazsın, eşyalar sana sahip olur”, “Bu onun bizi kapitalizmin ayartmalarından korumasının yoluydu”) ile kısıtlamayan derinlikleri sayesinde çok farklı bir yerde duruyorlar. Set ve kostüm tasarımlarının da övgüyü hak ettiği, tüm kadronun karakterlerine mükemmel uyan performanslar sergilediği film -problemleri olsa da- görülmeyi hak eden bir sinema eseri.

(“The Misfortunates” – “Çölde Kutup Ayısı”)

Beautiful Boy – Felix van Groeningen (2018)

“Bazen ona baktığımda; kendi ellerimle yetiştirdiğim, içini dışını bildiğimi sandığım oğluma yani, onun aslında kim olduğunu merak ediyorum… Kullanmadığı uyuşturucu kalmadı ama metanfetamine tam anlamıyla bağımlı. En korkuncu da oymuş galiba. Sanırım buraya gelmemin sebebi de elimden tam olarak ne gelebileceğini öğrenmek istemem. Düşmanınızı tanımanız gerekir, değil mi? Çok önemli iki sorum var: Bu uyuşturucu oğluma ne yapıyor ve ben ona yardım etmek için ne yapabilirim?”

Yetenekli ve başarılı oğlu bir uyuşturucu bağımlısına dönüşen bir babanın onu ve aile ilişkilerini kurtarma çabasının hikâyesi.

Senaryosunu Felix van Groeningen ve Luke Davies’in yazdığı, yönetmenliğini Belçikalı sinemacı Groeningen’in yaptığı bir ABD filmi. Gerçek bir hikâyeyi anlatan filmin senaryosu, bu hikâyenin kahramanları olan bir baba (David Sheff) ve oğlunun (Nic Sheff) ayrı ayrı yazdıkları ve kendi perspektiflerini yansıtan anı kitaplarına dayanıyor: David Sheff’in 2005 tarihli “Beautiful Boy: A Father’s Journey Through His Son’s Addiction” ve Nic Sheff’in 2008 tarihli “Tweak: Growing Up on Methamphetamines”. Groeningen’in ABD yapımı olarak çektiği ilk ve şimdilik son film olan yapıt iki başrol oyuncusunun (Steve Carell ve özellikle de tipik bir Hollywood uyanıklığı ile, başrolü paylaştığı halde yardımcı oyuncu ödüllerine aday gösterilen Timothée Chalamet) performansları ile dikkat çeken, zaman zaman sorumluluk duygusunun fazlası ile öne çıktığı bir hassasiyetin zarar vermesine rağmen çok önemli bir konuyu ele alması ile önemli ve ana karakterlerin hemen tümüne en az bir kez gözyaşı döktürdüğü gibi seyircisini de duygusal açıdan etkileyebilecek bir çalışma. Yönetmenin Avrupalılığını anlaşılan bir kenara koyarak, Hollywoodlu olmayı tercih ettiği sinema dili pek de güçlü ve orijinal değil açıkçası ama yine de vasatın üzerine çıkan bir yapıt olarak ilgi ile izlenebilir.

New York Times ve Rolling Stone gibi ünlü yayın organları için makaleler hazırlayan bir serbest yazar David Sheff; boşandığı eşinden olan büyük oğlu Nick ve yeni eşinden olan iki çcocuğu ile mutlu bir hayatı olmuştur geçmişte ama açılış sahnesinde onu yüzünü görmediğimiz bir uzmana danışırken seyrediyoruz. Üniversiteye hazırlanan büyük oğlu metanfetamine bağımlı olmuştur bir yıldır ve çaresizlik içindedir adam. Hikâye buradan bir yıl geriye gidiyor ve daha sonra da sık sık bugün ile geçmiş arasında gidip gelerek, Nick’in içine düştüğü sarmalın neden olduğu sonuçları gösteriyor bize. Çok sevdiği ve yakından tanıdığına inandığı oğlunun elleri arasından kayıp gitmesinin şaşkınlığını yaşayan babanın Nick’in odasını araştırırken eline geçen kitaplardan biri F. Scott Fitzgerald’ın 1922 tarihli “The Beautiful and Damned” (Güzel ve Lanetli) romanı; hâli vakti yerinde bir çiftin 1920’ler ve 30’larda hâkim olan “Caz Çağı”ndaki hedonistik yaşamına odaklanan bir “ahlak hikâyesi”dir bu kitap ve hem güzel olan hem de kendilerini lanetli bir hayatın içine atanları anlatır. Filmin kahramanı Nick de güzel, malî durumu iyi ve mutlu bir ailede yaşamaktadır, yazmaya yeteneklidir ve uyuşturucuya başlamasına neden olacak bir sıkıntısı da yok gibidir ama o da kendi kendini lanetleyenlerden biri olacaktır: “Onu ilk kez denediğimde hiç hissetmediğim kadar iyi hissettim. Bu yüzden kullanmaya devam ettim”. Defalarca teşebbüs edecektir kurtulmaya bağımlılığından ve ailesinden de her türlü desteği alacaktır ama her defasında hem kendisini hayal kırıklığına uğratacaktır hem de onu sevenleri.

Yaşadıklarını kitaba döken ve filmde danışman olarak çalışan David ve Nic Sheff’in hikâyelerinin kuşkusuz başka benzerleri de yaşandı ve yaşanıyor; ama bu onların başından geçenlerin önemini azaltmıyor kesinlikle. Filmin uyuşturucu kullanımına, daha doğrusu başlamaya özel bir neden göstermemesi bu bağlamda doğru bir seçim; çünkü bu nedensizlik hem olası tüm nedenleri kapsıyor hem de nedenden çözüme gitme kolaylığını yok ediyor. Çok önemli ve çok büyük bir sorun bu ve belki de bu nedenle senaryo kendisini fazlası ile sorumluluk altında hissediyor ve zaman zaman sinemadan uzaklaşan, uyaran bir yapıya dönüşüyor. Sadece kapanış jeneriğinden önceki bilgilendirmelerin içeriği (ABD’de 50 yaş altındaki ölümlerin birinci nedeninin uyuşturucu olduğunu öğreniyoruz yazılanlardan) ve kullanım şekli (bağımlıları yardım istemekten çekinmemeye ve seyirciyi bu konu ile tüm maddî ve manevî destek eksikliğine rağmen savaşanlara destek vermeye çağırmak gibi) değil bu duyguyu yaratan; örneğin babanın bir doktorla konuştuğu sahnenin kamu spotu havası taşıması da destekliyor bu problemi. Filmin bu öğretme ve vurgulama tercihi -elbette seyrettiğimizin sinema değerini azaltıyor olsa da kesinlikle önemli ve doğru aslında- onlarca şarkının kullanıldığı soundtrack seçimine de yansımış. Çok fazla sayıda şarkı kullanılmış filmde ve her birinin o ânın seyirciye vermesi planlanan hissi artırmak için seçildiği fazlası ile belli oluyor. Öte yandan bu sıkı soundtrack’in filme ek bir keyif kattığı ve hikâyeye zaman zaman oldukça yakıştığı da bir gerçek. Örneğin Perry Como’nun seslendirdiği ve aslında “Fiddler on the Roof (Damdaki Kemancı) müzikalinden bir şarkı olan “Sunrise Sunset”in sözleri hikâyenin baba ağırlıklı bakışına çok uygun. Şarkı kızının düğününde onun ne zaman büyüyüp de evlenecek yaşa geldiğine şaşıran bir ebeveynin ağzından seslendirilir müzikalde; filmde ise, sık sık oğlu ile ilgili güzel çocukluk anılarını hatırlayan babanın onun nasıl kendisini şaşırtacak bir şekilde değiştiğini hüzünle sorgulamasının aracı oluyor bu klasik parça. Nirvana’dan John Lennon’a (Lennon film ile aynı adı taşıyan şarkıyı oğlu Sean için yazmıştı ve onu kâbusuna giren canavara karşı rahatlatan bir babayı anlatıyordu), Tim Buckley’den Sigur Rós’a ve Neil Young’a pek çok müzisyenin şarkıları peş peşe kulaklarımızın pasını siliyor hikâye boyunca; ama karakterlerinin hiçbirinin yaşamında müziğin hikâyenin ana elemanlarından biri olmasını gerektirecek bir yeri olmadığını düşününce, bir parça fazla da gelmiyor değil bu soundtrack.

Bir çaresizlik öyküsü seyrettiğimiz ve bu açıdan bakılınca da, çocuktan çok babanın filmi. Adamı büyük bir sevgi ile bağlı olduğu oğlunu kurtarmak için koşulsuz ve sınırsız yardım gayretlerinden “artık yeter”e götüren bir sürece tanık olmak ise oldukça hüzünlü ve etkileyici seyirci açısından. Bir baba için, bir ebeveyn için daha doğrusu, “Ben artık yokum” demek hayal etmesi bile zor bir nokta ama işte karşı karşıya kalınan durum o denli yorucu ve, ruhu ve bedeni sömürüp bitiren bir sorun. Sürekli olarak umutla hayal kırıklığı arasında gidip gelmek -Fassbinder’in filmine gönderme yaparak söylersek- “ruhu kemirir” çünkü. Nick’in sevgilisi ile arasındaki bağın aşka değil, bağımlılığın zorunlu ortaklığına ve sefaletine dayandığını anladığımız sahneden final sahnesine (bir bahçede yana yana otururken, sessizce ağlayan oğlanın başını babasının kucağına koyması ve adamın onun başını okşamasından etkilenmemek için taş yürekli olmak gerek) güçlü anları olan filmin akıllıca uyguladığı bir yöntem de şu olmuş: Benzer içerikli ama aralarında uzun yıllar olan sahneleri (örneğin babanın oğluna sevgisini gösterdiği anlar) bazen de peş peşe kullanarak, “neydi, ne oldu” veya “umut edilen neydi, sonuç ne oldu” sorusunu sorduruyor seyirciye senaryo ve belki bir parça kolaycı bir seçimde bulunuyor ama duygusal açıdan hedeflediğine de ulaşıyor açıkçası.

Filmin kültürel referansları şarkılar ve Fitzgerald ile sınırlı değil; Charles Bukowski’nin “Let It Enfold You” adlı şiiri de iki kez kullanıyor hikâyede. Önce Nick’in üniversiteye başladığı gün sınıfta bir kısmını okuduğu favori şiiri olarak ve daha sonra da kapanış jeneriği sırasında yine onun sesinden ve bu kez tamamını dinliyoruz bu güçlü şiirin. Bukowski, gençliğinin her şeyden nefret eden ve sıkılan ruh halinden yetişkinliğindeki alaycılığı ile dalga geçer bu şiirinde ve mutluluğun benimsenmesi ve “içeri girmesi”ne izin verilmesini öğütler ama Nick’in hikâyesi ile ne kadar örtüşüyor bu söylem tartışılır; sonuçta Nick’i trajedisine götüren bir sıkılma veya her şeyden nefrete bağlı değil hikâyede gördüğümüz kadarı ile. Buna karşılık şiirdeki “İyi hissetmeye başladım / İyi hissetmeye başladım / En kötü durumlarda bile / Ve çokça vardı bunlardan” benzeri dizelerin şiirin kullanımını doğruladığını söylemek mümkün. Her gerçek hikâyede olduğu gibi, sinemaya uyarlanırken atlanan, değiştirilen unsurlara burada da rastlıyoruz ki onlardan biri Nick’İn hayatındaki işte bu “en kötü durumlar”dan biri. Nick gerçek hayatta parasız kaldığında uyuşturucu alabilmek için, heteroseksüel olduğu halde, eşcinsel erkeklerle yatarak fahişelik de yapmış ve yazdığı kitapta açıkça belirtmiş de bunu ama anlaşılan Amerikan sineması için fazlası ile ”sert” bir gerçek bu. Oysa hikâyenin o didaktik yanından çok daha uyarıcı bir işlev üstlenebilirmiş bu gerçek seyirci üzerinde.

Hikâyede babayı canlandıran Steve Carell ve özellikle de üvey anne rolündeki Maura Tierney rollerinin hakkını veriyorlar ama filmin yıldızı elbette Timothée Chalamet. Karakterinin kırılganlığına uygun fiziksel yapısı ile, günümüzün en güçlü oyuncularından biri olan Chalamet yine oyunculuğun zirvelerinde geziniyor. Duyguların sahiciliğinin çok önemli olduğu yakın planlardan vücut dilini inanılmaz bir yetenekle kullandığı sahnelere seyirciyi bir kez daha kendisine hayran bırakıyor bu genç yıldız. Ailesinin maddi ve manevî desteği olmayanlar için filmdeki gibi bir bağımlılığın ne olduğunu değil (çünkü öyle bir hikâye Hollywood’un pek de sevmediği alt sınıfları anlatmayı gerektirir), durumu iyi bir aileyi anlatan film, bu tercihinin de gösterdiği gibi güvenli sularda yüzmeyi seçmesi ile sinema değerini düşürüyor ve özellikle eski ve yeni eş karakterlerini geliştirmekte de sıkıntı yaşıyor ama yine de ilgi ile izlenebilir. Bir kötücül bağımlılığın karşısına tam zıt yönde bir başkasını, bir babanın oğluna duyduğu ve yine “tedavisi olmayan”ı koymak gibi çekici bir yönü de var üstelik.

(“Güzel Oğlum”)

Film Ekimi 2013 – 1

Son Durak (Fruitvale Station) – Ryan Coogler : Gerçek bir olayı anlatan ve Coogler’ın ilk uzun metrajlı yönetmenlik çalışması olan film hikâyesi ile özellikle Gezi sürecine dahil olmuş veya takip etmiş olanları oldukça etkileyecek bir içeriğe sahip. Vizyona da çıkacak olan filmin Türk dağııtımcıları da bunun farkında olsalar gerek ki filmin sonundaki “sonra ne oldu” açıklamalarına orijinalinde olmayan “… polis şiddetinin sembolü oldu” ifadesini eklemişler gereksiz bir fırsatçılık yaparak. Film yılbaşı gecesi bir tren istasyonunda polis tarafından öldürülen gencin gerçek olay anı görüntüleri ile başlıyor ve sonra olayın yaşandığı 31 Aralık gününü sabahtan başlayarak gerçekçi bir tarz ile anlatıyor. Hayatı pek yolunda gitmeyen siyah gencin değişmesi gerektiğini hissettiği ve yeni yılı bunun için bir fırsat olarak gördüğü bir sırada başına gelenleri anlatan film özellikle istasyonda geçen bölümleri ile kesinlikle çok etlkileyici. Sonunu baştan gösteren film, istasyondaki bölüme kadar kahramanımızın bir gününü ve onu olumlu/olumsuz yanları ile ele alarak anlatıyor. Michael B. Jordan’ın karakterini tüm insani boyutları ile perdeye taşıdığı filmde olay anına kadar geçen bölümlerde yönetmen Coogler sıradan bir karakterin sıradan bir gününü anlatıyor ama gerek küçük olaylar, gerek diyaloglar ve özellikle geriye dönüşle gösterilen cezaevi sahnesi ile sinema dilini ustalıkla kullandığını gösteriyor seyirciye. Baş karakterini bize ustaca tanıtan senaryo gerçekçi ve duygusal tarzı ile seyirciyi sarsacak bir güce sahip ve el kamerası kullanımı da bu gerçekçiliği destekliyor. Şiddetin (özellikle de devletten ve/veya onun temsilcisi olan güçlerden gelen şiddetin) küresel bir gerçek olduğunu –bir kez daha- hatırlamak ve başka ülkelerde bu şiddete başvuranların şu ya da bu şekilde cezalandırıldığına şaşırmak için izlenmesi gereken bir film. Gezi bağlantılı devlet şiddetini yaşayanları veya o şiddete tanık olanları çok daha fazla etkileyecek olan bu çalışma “güç sahiplerinin” siyah/terörist/çapulcu vb.isimleri taktıkları insanlara karşı sahip oldukları önyargıların sonucunu da gösteriyor bizlere.

Büyülü Tarla (A Field in England) – Ben Wheatley : İngiliz sinemacı Ben Wheatley’den “saykodelik-psychedelic” sıfatını tam anlamı ile hak eden film görüntülerinin (“flashing images and stroboscopic sequences”) uyarısı ile başlıyor ve bu uyarının ne kadar ciddi ve doğru olduğunu da filmi seyrederken çok net anlıyorsunuz. Siyah-beyaz olarak çekilen filmde Laurie Rose’un çarpıcı olarak nitelendirilebilecek görüntüleri, kamera açıları vs. değil sadece bu uyarıyı gerektiren. Görüntü ve ses kurgusu ile sara hastalarına atak geçirtebilecek bir biçim benimsemiş filmin yaratıcıları. Belki saliselik denebilecek süresi olan görüntüler peş peşe gelebiliyor, görüntü yavaşlıyor veya hızlanıyor, bir bomba sahnesinde filmin karakterlerinden birinin yaşadığı geçici kulak rahatsızlığını seyredenin de yaşaması muhtemel vs. Oldukça stilize olan çalışma bu tercihi ile bir yandan kesinlikle çok etkileyici olurken bir yandan da dozun bir parça kaçırılmış olduğunu düşündürtüyor seyredene açıkçası. Beş ana karakterin 17. Yüzyıl ortalarında İngiltere’deki iç savaş sırasında yaşadıklarını anlatan hikâye yoğun diyalogları ile de saykodelik ve Shakespeare havasını taşıyan bir tiyatro oyunu olarak da değerlendirilebilir; karakterlerin sürekli çatıştığı, yüzleştiği filmde yönetmenin tüm görsel oyunlarına rağmen bu karakterlerin ruhlarına erişebilmesi ve bize gösterebilmesi de ciddi bir başarı ve bu anlamda da sıkı bir tiyatro oyunu olarak düşünülebilir. Bir yandan seyirciye çoğunlukla sesler aracılığı ile yansıtılan savaş atmosferi, diğer yandan simyacı/büyücü karakterleri ile film etkileyici ama yorucu özet olarak. Başta Reece Shearsmith ve Michael Smiley olmak üzere tüm oyuncular da performansları ile seyir zevkini artırmışlar “mantar” yeme sahnesi ve sonrası ile “uyuşturucu” etkisi verebilecek bu filmde. Karakterlerinin sembolik özelliklerine de dikkat!

Kırık Çember (The Broken Circle Breakdown) – Felix Van Groeningen : Festivalden çok vizyona yakışan bir film bu Belçika yapımı. Amerikan Country müziğinin bir alt türü olarak nitelendirebileceğimiz “Blue Grass” türünde müzik yapan bir grubun elemanı ile dövmecilikle uğraşan bir kadının trajik aşk hikâyesi karşımızdaki. ABD’nin her şeyine hayran olduğunu ilan eden adam neden bu tür müzikle uğraştığı sorusunu da bu hayranlıkla açıklıyor ve açıkçası film de tam bir Hollywood filmi havasında ilerliyor. Müzikler ve performanslar kesinlikle çok başarılı ama filmin havasına çok yakışsa da ve şarkılar hikâyeye zenginlik katıyor olsa da müzikli anların dozunun biraz kaçmış olduğunu söylemek gerek; filmi de bu bağlamda müzik, trajedi ve erotizm başlıkları altında ele almak mümkün. Zaman zaman geriye dönüşlerle anlatılan ve böylece bir biyografik filmin düz kronolojisinden kendisini kurtarabilen filmde trajedi oyuncularının performanslarının da katkısı ile kesinlikle etkileyici, erotizm havası fena değil ve müzikler şarkıların tüm güzelliğine rağmen bir parça fazlaca. Johan Heldenbergh ve Veerle Baetens’in oyunculuklarının oldukça parlak olduğunu da ekleyelim bunlara. Yönetmen Felix Van Groeningen bir önceki filmi olan ve İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale kazanan “De Helaasheid der Dingen – Çölde Kutup Ayısı” filminde olduğu gibi burada da –müzik grubu aracılığı ile- sıkı bir erkekler arası dostluk örneği veriyor ama o filmdeki sıcaklık burada yerini Amerikan sinemasına yakışır bir trajedi anlatım biçimine bırakınca, film yeteri kadar çekici olamıyor. Hikâyenin sonda asıl odağı haline gelen ama başta yeterince işlenmediği için seyirciyi hazırlıksız yakalayan bilim ve din çatışmasının (kök hücre çalışmalarını yılllarca veto etmiş olan Bush’un konuşmaları ve bu veto için öne sürdüğü gerekçeler üzerinden dile getiriliyor bu çatışma) hızla muhafazakârlaşan Türkiye için ayrıca dikkat edilmesi gereken bir tema olduğunu ve kahramanımızın ABD hayranlığını ona ve bize sorgulattığını da söyleyelim son olarak.