I Am Legend – Francis Lawrence (2007)

“Adım Robert Neville. Hayatta kaldım ve New York’ta yaşıyorum. Bütün frekanslardan yayın yapıyorum. Her gün öğle saatlerinde Güney Caddesi Limanı’nda olacağım. Güneşin en tepede olduğu zamanda. Oradaysanız, orada herhangi biri varsa; yiyecek sağlayabilirim, barınak sağlayabilirim, güvenlik sağlayabilirim. Beni duyan varsa, kim olursa, lütfen… yalnız değilsiniz”

Dünya nüfusunun büyük bir bölümünün hayatını kaybettiği, hayatta kalanların önemli bir kısmının ise tuhaf yaratıklara dönüştüğü bir salgında, bağışıklığı nedeni ile hastalıktan etkilenmeyen bir askerî bilim adamının virüse çare bulma çabasının hikâyesi.

Richard Matheson’un 1954 tarihli aynı adlı romanından ve bu romandan yola çıkılarak çekilen önceki iki filmden uyarlanan senaryosunu Mark Protosevich ve Akiva Goldsman’in yazdığı, yönetmenliğini Francis Lawrence’ın yaptığı bir ABD filmi. Başrolünde yer alan ve filmin önemli bir kısmının tek oyuncusu olan Will Smith’in aksiyon kahramanı olarak işini yaptığı ama bilim adamı olarak çok da güçlü bir oyunculuk sergilemediği film -ilginç bir şekilde- tipik görünen aksiyonundan çok, düşünsel boyutu ile öne çıkıyor. Bu nedenle ilk yarısı, teknik açıdan başarılı ama sıradan bir kıyamet-sonrası hikâyesine dönüşen ikinci yarısına göre çok daha başarılı filmin. Yönetmenliğe müzik videoları ile başlayan Lawrence, o çalışmalarından oluşturduğu teknik beceriyi etkileyici bir şekilde kullanıyor ama bu da filmi üst bir düzeye taşımak için tek başına yeterli olmamış.

Richard Matheson’un romanları ve hikâyeleri sinemaya epey ilham sağlamış. Geniş kitlelerin onun en fazla aşina olduğu çalışması 1971 tarihli kısa hikâyesi “Duel” olsa gerek; çünkü Steven Spielberg bu hikâyeden uyarlanan ve aynı adı taşıyan televizyon filmi ile ilk uzun metrajlı yapıtını (1964’te çektiği “Firelight” adlı ve sadece 500 Dolar’a mal olan amatör çalışmasını saymazsak) çekmiş ve büyük bir ilgi toplamıştı. Matheson’un “I am Legend” adlı romanı Francis Lawrence’ın filminden önce iki kez daha uyarlanmış sinemaya: Ubaldo Ragona ve Sidney Salkow’un yönettiği ve ABD-İtalya ortak yapmı olarak çekilen 1964 tarihli “The Last Man on Earth” (Hepimiz Vampiriz) ve Boris Sagal’ın 1971 ABD yapımı “The Omega Man” (Tek Adam). Ayrıca çizgi roman uyarlamasının da yapılması, Matheson’ın romanının görselleştirilme açısından içerdiği potansiyelin bir diğer kanıtı olsa gerek. Gerçekleşmeyen pek çok girişimden sonra, Mart 2022’de yapılan bir açıklama ile devamının çekileceği belirtilen bu Francis Lawrence uyarlaması yüksek gişe geliri getirerek seyirciden epey ilgi gören ve eleştirmenler tarafından da genellikle beğenilen bir çalışma olmuş. Sinema yazarları özellikle ikinci yarıyı olumsuz ifadelerle eleştirirken, Will Smith’in henüz bir aksiyon kahramanına dönüşmediği ilk yarıyı daha başarılı bulmuşlar genellikle.

Kanserin kesin tedavisi için geliştirilen bir yöntemi müjdeleyen bir haberle açılıyor film. Emma Thompson’ın kısacık bir rolde döktürdüğü ve yaşanacak kıyameti tedirgin edici bir biçimde hissettirdiği bu sahneden 3 yıl sonraya atlıyor film ve insansızlaşmış, binaları ve yollarını otların kapladığı bir kıyamet-sonrası New York’una geçiyoruz. Bilgisayar efektlerinin, zaman zaman varlıklarını hissettirseler de belli bir çarpıcılık sağladığı şehir görüntüleri içinde yanında köpeği ile kahramanımızı görüyoruz önce; Robert Neville (Will Smith) daha sonra geriye dönüşlerle öğreneceğimiz gibi, orduda görev yapan bir doktordur ve 3 yıl önce kanser için geliştirilen yöntemin neden olduğu felaketten bağışıklığı sayesinde sağ çıkmıştır. Dünya nüfusunun yüzde 90’ı yok olmuş, kalan %10’un çok önemli bir kısmı ise tuhaf bir yaratığa dönüşmüş ve bağışıklıkları sayesinde (bu doğal bağışıklığı sağlayanın ne olduğunu öğrenemiyoruz hiç) sağ kalabilen diğer herkesi yok etmiş görünmektedir. Robert bir yandan virüse karşı bir antikor geliştirmek için laboratuarında çalışmaya inatla devam etmekte ve bir yandan da yaptığı radyo yayını ile eğer varsa -hâlâ insan olarak kalabilmiş- diğer insanlara ulaşmaya çalışmaktadır. Havadan yayılan (tıpkı Covid-19 gibi) virüsün sıfır noktası olan New York’taki bu adam -romanın ilk uyarlamasına verilen isimden esinlenirsek- dünya üzerindeki son insan mıdır yoksa başkaları da var mıdır yaşayan? İşte tam burada filmin en çok eleştirilen ve tipik bir Amerikan yaklaşımının sonucu olan “inanç” konusu giriyor devreye.

“Tanrı’nın bir planı vardır” yaklaşımını, insanlığın başına gelenleri öne sürerek çok sert bir şekilde eleştiren, hatta aşağılayan Robert’ın finale doğru takındığı tutum ve bu yaklaşımı benimsemiş -en azından mutlak bir şekilde reddetmekten uzaklaşmış- görünmesi dikkatlerden kaçmıyor. Hikâyeye ikinci yarısında giren bir karakterin arabasının dikiz aynasına asılan haç ve “kelebek” motifini de (Robert’ın küçük kızının ağzından duyduğumuz sözcüğün yine bu karakterin boynundaki bir dövme olarak karşımıza çıkması) bu kapsamda görmemiz gerekiyor. Finaldeki ABD bayraklı, eli silahlı erkeklerin nöbet tuttuğu ve etrafı yüksek duvarlarla çevrili “kurtarılmış bölge”yi Trump’ın ve peşindekilerin ideal Amerikası gibi görmemek de elde değil; sonuçta göçmen (burada mutantlar) karşıtı, maço (tüm o silahlı erkekler) ve milliyetçi (bayrak) bir resim veriyor o sahne. Karantinaya alınmak üzere olan New York’tan panik halinde kaçmaya çalışan binlerce insanın içinde albay doktorun ve ailesinin hangi ayrıcalıkla, askerlerin oluşturduğu güvenlik koridoru içinde kendilerine tahsis edilen helikoptere götürüldüklerini ise sorgulamamak gerekiyor sanırım!

Robert Neville’ın hikâyenin başlarındaki yalnızlık anları (bir müzik ve film mağazasında cansız mankenlerle olan sahneleri), mutant köpeklerle karşı karşıya kalan kahramanımızın tek umudu olan ve yüksek binaların arasından sızan ve yavaş yavaş kaybolan gün ışığı bölümü veya bir “dostu yok etmek zorunda kalmak” ânı gibi etkileyici sahneleri olan, efektlerin başarılı bir şekilde kullanıldığı filmin bir diğer başarısı da Neville’in kendisini yok etmek için saldıranlar karşısındaki çaresizliğine (“Durun, durun! Sizi kurtarabilirim… Size yardım edebilirim, tedaviyi buldum…”) bizi tanıklık ettirmesi. Karakterinin psikolojisini, ikinci yarısında epeyce ihmal etse de, yansıtmakta da belli bir başarı yakaladığını söyleyebiliriz filmin.

Kötülüğün bilimden kaynaklandığı, çözümün ise bilim ve inanç ortaklığı ile geldiği film başlangıçtaki çekici ve umut veren seviyesini süratle bir Hollywood yapıtına dönüşerek kaybetmesi ile hayal kırıklığına uğratan ama heyecan, gerilim, aksiyon arayanları mutlu edecek bir çalışma.

(“Ben Efsaneyim”)