Slaughterhouse-Five – George Roy Hill (1972)

“Zamandan koptum. Yaşamımın farklı dönemleri arasında ileri geri sıçrıyorum ve kontrol bende değil”

Zamanda kontrolsüz bir şekilde seyahat ederek yaşamının farklı dönemleri arasında gidip gelen bir adamın hikâyesi.

Kurt Vonnegut Jr.’ın 1969 tarihli “Slaughterhouse-Five” (Mezbaha 5) adlı romanından uyarlanan, senaryosunu Stephen Geller’ın yazdığı ve yönetmenliğini George Roy Hill’in yaptığı bir ABD filmi. Yarı-otobiyografik bir bilim kurgu romanı olan ve savaş karşıtı edebiyatın en önemli eserlerinden biri olarak kabul edilen kitaptan yapılan uyarlama Cannes’da Jüri Ödülü’nü kazanıp, Vonnegut’un da takdirlerini almış ama gişede hayal kırıklığı yaratmıştı. Seyirciden beklenen ilgiyi görmemesi, herhalde ortalama bir Amerikan seyircisi için bir parça fazla sembolik ve karmaşık olması ile açıklanabilecek olan yapıt, açıkçası romanın edebî gücünün hak ettiği sinemasal karşılığını yaratamamış ve zamanlar arasında gidip gelmesinin hikâyeyi bir yerinden yakalamayı zorlaştırmasına tam anlamı ile engel olamamış ama da yine de kesinlikle ilginç bir çalışma. İlk sinema filminde başroldeki Michael Sacks’ın duygularını yansıtmaktan özellikle uzak duran ilginç oyunculuğu ile zenginleşen film, romandan beyazperdeye taşıdığı temaları ve İkinci Dünya Savaşı sırasında Dresden’de neden olduğu yıkımlar ve sivil kayıplar yüzünden bugün hâlâ tartışılan hava saldırılarını ana konularından biri yapması ile önemli bir sinema eseri.

Yönetmen George Roy Hill 1969’da “Butch Cassidy and the Sundance Kid” (Sonsuz Ölüm) ve 1973’te “The Sting” (Belalılar) ile hem eleştirmenlerin hem seyircilerin beğenisini toplamış ve bu filmlerin ilki 4, ikincisi ise aralarında En İyi Film’in de olduğu 7 dalda Oscar kazanmıştı. Hill’in bu iki popüler yapıt arasında çektiği “Slaughterhouse-Five” ise Oscar’da görmezden gelinse de Cannes’da ödül aldı. Usta görüntü yönetmeni Miroslav Ondříček’in başarılı görüntü çalışmasının sağladığı avantaja rağmen Hill burada bir başyapıt veya bir klasik ortaya koyamamış açıkçası; öyle ki romanın bir kült olmasını izah edemiyor bu görsel sonuç. Bu durum filmin ilgiyi hak etmediği ya da vasat olduğu anlamına gelmemeli ama.

Aslında tüm uyarlamalar gibi, bir başka sanat eserinden yola çıkan tüm filmlere kaynağından bağımsız da bakmak gerekiyor, hatta asıl bakış belki de bu yönde olmalı. George Roy Hill’in filmi bu bakışı (da) hak eden bir öneme sahip kesinlikle. Hikâyenin kahramanı Billy Pilgrim’in (Michael Sacks) savaş sırasında yaşadıkları Vonnegut’un kişisel tecrübeleri aslında; yazar 1943’te Amerikan Ordusu’na katılmış ve 1944 sonlarında Alman güçlerine esir düşmüş. Bu esaret sırasında tıpkı Billy gibi mezbahadan bozma bir yerde yaşamış ve savaşın en tartışmalı saldırılarından biri olan ve Dresden’de yaklaşık 25 Bin kişinin ölümü ile sonuçlanan bombardımanların neden olduğu katliama tanık olmuş. Bu bombardımanın gereksiz olduğu bugün savaşın taraflarının kimler olduğundan bağımsız bakabilen tarihçilerin çoğunluğu tarafından kabul gören bir görüş. Almanya’nın en güzel şehirlerinden biri olan ve Alman güçlerinin ciddi bir şekilde savunmadığı şehrin yoğun bombardımana tabi tutulması Vonnegut’un savaş karşıtı romanının bu tanımlamayı en tartışılmaz şekilde hak eden eserlerden biri olmasını sağlayan bir içeriğe yol açmış. Hill’in filmi bir şehrin acımasızca yok edilmesini (şehir merkezinin %90’ı yok olmuş) yalın ama güçlü sahnelerle karşımıza getiriyor, yaşananların insanî boyutunu öne çıkararak. Billy Pilgrim’in hayatının farklı dönemleri arasında gidip gelen hikâyesinin önemli bir kısmı da savaş sırasında geçiyor ve farklı karakterler üzerinden militarizmi, faşizmi (bu açıdan Nazilerden çok, komünizme karşı onları bir müttefik olarak gören ve özellikle bir karikatür gibi çizilmiş Amerikalı subay dikkat çekiyor) ve savaşın neden olduğu travmaları ince bir şekilde ele alıyor film. “… çünkü savaş gereksiz bir aşağılanmadan ibarettir” sözünü duyduğumuz hikâye bu aşağılanmaya karşı onurunu korumanın güçlüğünü gösteriyor bize.

Farklı zamanlar arasında ani bir şekilde ileri geri atlayan filmin sahnelerinin kurgusu da hayli başarılı; Hollywood’un pek çok klasiğinde imzası bulunan Dede Allen’ın çalışması filme önemli bir katkı sağlamış kesinlikle. Ünlü piyanist Bach’ın farklı konçertolarını yorumlayan Glenn Gould’un müzik çalışması da benzer bir önem sahip. Bach’ın klasiklerinin gücü hikâyeye özellikle savaşın ezelî ve galiba ebedî varlığını hissettiren bir kalıcılık sağlıyor ve seyir zevkini artırıyor. İşte bu etkileyici kurgu ve müziklerin desteklediği hikâye Vonnegut’un farklı romanlarında karşımıza çıkan Tralfamadore adındaki gezegendeki sahneler üzerinden felsefeye de uzanıyor. Tüm zamanlarda aynı anda var olabilen ve bu nedenle geleceğe de hâkim olan varlıkların yer aldığı gezegendeki anlayış (hayatın rastgele ve güzel bir şekilde sıralanmış anlardan oluşması; gelecek ve geçmiş diye bir şeyin olmadığı ve hayatın sadece anlardan ibaret olması; iyi anlara odaklanıp, kötü olanları görmezden gelmek gerektiği) Billy’in işleneceğini bildiği cinayeti umursamamasını sağlıyor. Komediye de göz kırpan hikâyeye hâkim olan duygunun kötümserlik olmasının bir nedeni de bu felsefe aslında; kader karşısında bir nevî pasifizme işaret eden felsefe gezegendeki bir sesin dile getirdiği gibi “özgür irade tüm evrende sadece dünyada adı geçen bir şey”dir düşüncesine de sahip. Özgür iradenin dünyayı getirdiği nokta ise filmde önemli bir yer tutan savaşın da gösterdiği gibi hiç de savunulabilir değildir. Burada hikâye özgür iradeye karşı bir tutum almıyor; aksine özgür iradenin önemini, insanların onu yanlış ve kötücül bir biçimde kullanmasının sonuçları üzerinden gösteriyor.

Billy’i Almanlara esir düştüğü andan itibaren hep yakası kürklü bir kadın paltosu ve bir süre sonra da gümüş renkli çizmeler içinde gösteren ve o ortamın erilliğine aykırı bir görüntü yaratan filmin ABD dışındaki çekimleri Prag’da gerçekleştirilmiş. Bu savaş sahneleri bir militarizm eleştirisinin aracı olurken, Billy’nin Amerika’da geçen savaş sonrası sahneleri Amerikan usulü yaşamla dalga geçiyor sık sık ve bir düzen eleştirisi içeriyor bir bakıma. Bu bölümler filmin kara komediye yaklaşan mizahının da en etkileyici anlarını oluşturuyor. Örneğin kocasının içinde olduğu uçağın düştüğünü öğrenen kadının arabası ile trafikte neden oldukları ve kendi akıbeti oldukça çekici anları seyircinin karşısına peş peşe çıkarıyor. Travmalar, elektroşok tedavi gibi unsurlar üzerinden ruhsal rahatsızlıkları da sık sık gündemine alan hikâyenin kahramanı Billy’i canlandıran Michael Sacks bu ilk oyunculuğunda kariyerinin tek başrolünü oynamış ve toplam yedi sinema film ve yedi televizyon yapımından sonra 1984’te oyunculuğu bırakarak üniversitede aldığı bilgi işlem eğitimi üzerine kurmuş kariyerini. Burada zor bir rolün altından, özellikle de karakterinin orta ve ileri yaşlarında daha da etkileyici olan bir performansla başarı ile kalkmış. Henry Bumstead’in set tasarımlarının da dikkat çektiği film kaynak romanın ruhunu tam anlamı ile beyazperdeye taşıyamasa da, ilginç bir çalışma olarak görülmeyi hak ediyor son bir söz söylemek gerekirse.

The Sting – George Roy Hill (1973)

the-sting“İntikam almak aptallara göre; 30 yıldır dolandırıcıyım, hiç intikam almadım”

Ortağını öldüren çete liderinden intikam almak isteyen bir küçük dolandırıcının işinin ustası bir başka dolandırıcı ile yaptığı işbirliğinin hikâyesi.

George Roy Hill, iki büyük yıldız oyuncu Paul Newman ve Robert Redford’u bir araya getiren 1969 tarihli “Butch Cassidy and the Sundance Kid – Sonsuz Ölüm” filminden dört yıl sonra onlarla tekrar bir işbirliğine girmiş ve ortaya aralarında En İyi Film ve Yönetmen ödüllerinin de olduğu yedi Oscar alan (ilk film de dört Oscar kazanmıştı) ve bugün elbette artık bir klasik olarak kabul gören bir eser çıkmıştı. David S. Ward’ın orijinal senaryosundan yola çıkan film dört temel cazibe kaynağına sahip: Hikâyesinin zekice yazılmış olması, Newman ve Redford ikilisinin varlığı ve aralarındaki mükemmel uyum, set ve kostüm tasarımlarının başarısı ve yönetmen Hill’in hikâyeyi mizahı, dinamizmi, zarafeti yerinde bir sıcaklığı olan bir sinema dili ile anlatması. Finaldeki sürprizi ve sonuçta yasadışı işler yapan iki kişi olan baş karakterlerinin akıbetini içtenlikle merak etmenizi sağlaması ile de önemli olan film, o tarihten sonra çekilen onca benzerinden sonra bugün belki o denli zekî veya büyük görünmüyor ve hatta bir parça eskimiş de duruyor olabilir ama bunlar filmin değerini düşürmüyor. Görülmesi gerekli bir klasik bu.

Charley ve Fred Gondorf adlarını taşıyan iki kardeşin gerçek maceralarından esinlendiği söylenen hikâyenin eğlenceli olduğunu belirtmek gerekiyor öncelikle. Robert Shaw’ın keyifli biçimde canlandırdığı çete reisinin içine çekileceği tuzağın hazırlıkları ve tüm oyun aşaması eğlenceli bir dille anlatılıyor bize ve hafif bir mizah bu suç filminin çekiciliğini artırıyor kesinlikle. Hikâye, “kahraman”ı olan iki suçlunun yaşadıklarını anlatıyor bize ve onların karşısına bir başka suçluyu koyuyor; böyle bakınca da aslında bir masum yok filmde. Ne var ki hikâye öyle ilerliyor ve, Newman ve Redford ikilisi o denli samimi olarak oynuyorlar ki karakterlerini, onların suçlu olduklarını unutuyorsunuz bir süre sonra. Tıpkı dört yıl önceki birlikteliklerinde olduğu gibi ikili yine karakterlerine “aşık” olmasını sağlıyorlar seyircilerin ve kendi taraflarına çekiyorlar onları. Oynadıkları zekî oyun, bu oyunun hazırlık ve oynanma süreçleri doğru bir tempo ile (ne abartılı bir hız ne de sakin bir tempo bu ve tam da olması gerektiği gibi) karşımıza gelirken hem heyecanlandırmayı hem de eğlendirmeyi başaran, bunu yaparken de ne gereksiz sertiklere ne de ucuz erotizme başvuran bir anlatım tercihi çok doğru olmuş film için ve yönetmen George Roy Hill de filmin tüm öğelerini (teknik ve artistik) usta bir orkestra şefi gibi idare etmiş görünüyor aldığı ödülü hak ettiğini kanıtlayacak şekilde.

Hikâye 1936 yılında geçiyor olsa da, müzik olarak hem Scott Japlin’in 1900 ile 1910 arasında bestelediği eserler seçilmiş hem de bu müzikleri yeniden düzenleyen Marvin Hamlisch film için özgün besteler üretmiş. Soundtrack çalışmasının keyif kattığı film, Robert Redord’un oyuncu olarak Oscar’a aday olduğu tek film ve senaryo gereği burada Newman’ın önüne geçmiş görünüyor. Gerçekten güçlü bir oyun sergiliyor Redford ve karakterinin intikam arzusunu ve arada yaşadığı tedirginlikleri ve endişeleri çok iyi yanısıtıyor seyirciye. Çeteye karşı rol yaparken karakterini farklı bir vücut dili ile konuşturması ve yürütmesi akıllı ve etkileyici bir numara olmuş kesinlikle. Newman ise daha olgun olarak çizilmiş karakterini eğlenceli de olmayı başaran daha ekonomik ve doğru bir performansla sergilemiş. Evet, iki oyuncu da bireysel olarak hayli başarılı ama filme daha da büyük bir katkıyı aralarındaki uyum aracılığı ile yapıyorlar. Tüm ikili sahneleri, birbirleri ile konuştukları veya konuşmadan bakışarak anlaştıkları tüm sahneler görüntüye ancak gerçekten bir yıldızın yaşıyabileceği bir parıltı getiriyor ki etkilenmemek mümkün değil. Üstelik burada bir değil, iki yıldız birden var karşımızda!

Her ikisi de Oscar kazanan sanat yönetmenliği ve kostüm (bu dalda tam sekiz Oscar’ı olan Edith Head’e ait kostüm tasarımları) çalışmalarının titizliği ve göz alıcılığı filme değer katarken, gerek açılışta gerekse bölüm başlıkları ile birlikte ve ayrıca kapanışta gördüğümüz zarif çizimler de (Jaroslav Gebr çizmiş bu resimleri) benzer şekilde filmin görsel gücüne katkı sağlamış. On yıl sonra, 1983’te yine David S. Wards’ın senaryosu ama farklı yönetmen ve oyuncularla çekilen ve pek başarılı bulunmayan bir devam filmi de (“The Sting II”) olan bu klasik, finalde pek çok karakteri gibi seyircisini de şaşırtmayı başaran sürprizi ile de ilgi topluyor ve işte o “saf ve özenli” bir eğlenceyi sunan hâli ile kesinlikle görülmeyi hak ediyor. Newman’ın sevgilisi rolünde başarılı bir oyun veren Eileen Brennan’ın yüzündeki ifadeden açılışta tanık olduğumuz sokaktaki evsizlerin görüntülerine dönemin kriz içindeki Amerikan hayatının trajedisine üstü örtülü göndermeleri olan, Robert Surtees’in sarı/kahverengi ağırlıklı görüntülerinin yarattığı sıcak ve nostaljik havası, hikâyesindeki boşlukları keyifle unutmanızı sağlayan samimiyeti ve, Newman ve Redford ikilisinin büyüsü ile görülmesi gerekli bir klasik bu özetle.

(“Belalılar”)

Butch Cassidy and the Sundance Kid – George Roy Hill (1969)

butch cassidy and the sundance kid“26 yaşındayım, bekârım ve öğretmenim ve zaten berbat durumdayım. Sahip olduğum tek heyecan, burada sahip olduğum. Sizinle geleceğim, sızlanmayacağım, çoraplarınızı yamayacağım, yaralarınıza bakacağım ve bir tek şey dışında benden istediğiniz her şeyi yapacağım. Burada kalıp ölmenizi izlemeyeceğim. Sizin için sakıncası yoksa, bu sahneye tanık olmak istemiyorum”

Butch Cassidy ve Sundance Kid lakaplı iki soyguncunun kanundan ve peşlerindeki kelle avcılarından kaçış hikâyesi.

ABD sinemasının ve aslında genel olarak sinemanın gerçek klasiklerinden biri. ABD’nin western tarihindeki iki gerçek karakterden esinlenen orijinal senaryosunu William Goldman’ın yazdığı ve George Roy Hill tarafından yönetilen film, iki baş oyuncusu Paul Newman ve Robert Redford’un dört yıl sonra ve yine Hill’in çektiği “The Sting – Belalılar” filminde de tekrarlayacakları çekici beraberlikleri, sonradan Hollywood’un pek çok filmde kopyalarını yaratacağı “cesur ve mizah duygusu da olan iki sıkı dost erkek” hikâyesi, bir klasik olmuş şarkısı ve daha başka pek çok unsuru ile bugün de sevilerek seyredilen bir sinema eseri olma özelliğini koruyor.

Bir zamanlar bir kasapta çalıştığı için “Butch” lakabı ile anılan Cassidy ve Sundance’te yakalanmışlığı olduğu için “Sundance” lakabını taşıyan iki sıkı dost filmimizin kahramanları. Birbirlerinin gerçek adlarını hikâye boyunca diğer başka gerçeklerle birlikte keşfeden ve bu keşifler sırasında bizi de eğlendiren (“yüzme bilmiyorum” sahnesi unutulmazlar arasındadır, örneğin) ikili, Butch’ın lideri olduğu bir çete ile banka ve tren soyarak kazanıyorlar hayatlarını. Butch’ın “kadını” olan ama her ikisini de seven ve her ikisi tarafından sevilen bir de kadın var hayatlarında. Hikâyenin büyük kısmı ikilinin, bir kısmına kadının da eşlik ettiği, kaçış maceralarını getiriyor karşımıza. Goldman’ın senaryosu heyecanı ve mizahı eksik etmeden ve klasik bir dil ile anlatıyor derdini ve filmin de en büyük artılarından biri oluyor. Senaryonun küçük mizahı, iki oyuncunun sağlam ve ekonomik oyunlarının da etkisi ile, seyirciyi de kendisi ile birlikte sürüklüyor ve ilgiyi hep ayakta tutuyor. Newman ve Redford ikilisinin sıkı dostluğu üzerine de bir şeyler söylemek gerekiyor burada, hazır senaryoyu överken. Her ne kadar hikâyeye bir kadın karakter de girmiş olsa ve hikâyede önemsiz olmayan bir yeri de olsa bu karakterin, anlatılan kesinlikle iki erkeğin hikâyesi. Çok “yakın” bir dostluk var aralarında ve fiziksel olarak değilse de (veya fiziksel olarak belli bir çizginin altında kalsa da) ruhsal olarak bir kadını rahatça paylaşabiliyorlar. Kadının onları “terk etmesinde”, ikili arasındaki sarsılmaz ve araya girilemez bağın da etkisi olsa gerek. Burada bir “eşcinsellik”ten söz etmiyorum ama iki kahramanın her anlamı ile birbirine yettiğini ima ediyor hikâye bize. Örneğin, senaryoda olmayan ama yönetmenin eklediği ve iki adamın birbirlerinin yaraları ile ilgilendikleri sahne, daha önce kadının yaralarını sarmak konusunda söyledikleri ile birlikte düşündüldüğünde, farklı okumalara açık. Bu bağlamda hikâyenin bana zaman zaman Barış Bıçakçı’nın “Bizim Büyük Çaresizliğimiz” romanını hatırlattığını da söylemek gerekiyor. Tıpkı oradaki gibi bir büyük çaresizliğin içinde bu iki karakter, başka nedenlerle de olsa.

Filmin teknik kadrosu da hayli sağlam. Conrad L. Hall zaman zaman sepya renkler alan görüntüleri ile kaçış sahnelerinin dağlık ve kayalık bölgelerdeki anlarında görsel olarak ciddi bir başarıya imza atıyor. Burada belki bu “doğal güzellikler”in bir parça fazla kullanıldığı düşünülebilir ama yönetmen George Roy Hill hikâyesinin doğal bir parçası yapmayı başarmış bu görüntüleri, doğru bir mizansen anlayışının aracılığı ile. Görsel tercihler de filme dinamizm katmış açıkçası. Siyah – beyaz değil ama sepya bir sessiz filmden kareler seyrettiğimiz bölümler, finalde son görüntünün donması, kameranın hep doğru zamanlarda hareketlenmesi gibi tercihleri ile Hill sağlam bir iş çıkarmış kesinlikle. John C. Howard ve Richard C. Meyer’ın kurgu çalışması da sakin anlarda bile dinamizm üretmeyi ve yapay oyunlara başvurmadan hikâyeyi doğru bir akışa kavuşturmayı başarıyor. Ve elbette müzik: Burt Bacharach’ın bugün biraz eskimiş görünen orijinal müziğinin yanında asıl öne çıkan filmin şarkısı. Pop müziğe pek çok hit armağan etmiş Bacharach ve Hal David ikilisinin, B. J. Thomas tarafından seslendirilen şarkısı (“Raindrops Keep Fallin’ on My Head”) en sevilen sahnelerden birine (bisikletle gezinti) eşlik ederken, filmin uçarı havasını destekleyen ve bugün de her dinlendiğinde eğlenceli bir nostalji duygusu yaratan bir eser kesinlikle.

Atın yerini bisikletin almaya başladığı, kapitalizmin ve sermaye sahiplerinin sisteme iyice egemen olmaya başladığı günlerde geçen hikâye doğrudan olmasa da “kaybolan eski güzel günler”i anlatıyor bir bakımdan da. İki kahramanın yaptığı tüm o soygunlar vs. herhangi bir eleştiri konusu yapılmıyor kesinlikle ve aksine gerek güvenlik güçleri gerekse sermaye sahipleri geçilen dalganın, eleştirinin ve hatta öfkenin konusu oluyorlar. İki kahramanın peşine düşmak için adam toplamaya çalışan bir kasaba şerifinin acizliği ve onun konuşmasını bölen bisiklet pazarlamacısının konuşması bu bağlamda sembolik bir anlam taşıyor olsa gerek. Benzer şekilde, Butch’ın ülke dışına kaçmaya karar verdikten sonra, bisikletten kurtulurken söyledikleri de onların bu yeni düzende kendilerine yer bulmakta sıkıntı yaşayacaklarının bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.

Yönetmen Hill, zengin iş adamının, onlar tarafından soyulduğu için, kahramanlarımızı yakalamak üzere oluşturduğu fidye avcısı grubu hikâye boyunca sürekli uzaktan çekimlerle ve nadir olan kısa çekimlerde de yüzlerini hiç göstermeden karşımıza getirmekle ilginç ve doğru bir seçimde bulunmuş. Gruptaki bazı kişilerin adlarını sık sık telaffuz ediyor iki adam ama seyirci olarak biz hiç tanık olmuyoruz onların görüntüsüne ve bu tercih seyirci olarak bizi hep iki baş karakterin yanında tutuyor ve onlar ne kadar görüyorsa biz de o kadar görüyoruz bu grubu. Kısacası, onların varlığı sadece iki baş karakterin onları gördüğü ve algıladığı kadar var bizim için de. Buna karşlılık peşlerine düşen Bolivyalı askerlerin sürekli olarak doğrudan gösterilmesi ise benzer şekilde, bu askerlerin kahramanlarımızla yüz yüze gelmesinin sonucu.

Klasik western’in dışında duran (ve tam da bu nedenle İngiliz yönetmen John Boorman tarafından bu türü “öldürmekle” suçlanan) film şiddet sahnelerini az tutması, uçarı bir tavır ile hikâyesini anlatması ve sonradan örneğin Bruce Willis’in iyice sömürdüğü esprili kahraman türüne kattığı unutulmaz iki karakteri ile bir klasik olarak mutlaka görülmesi gerekli bir çalışma. Newman ile Redford arasındaki -ne yazık ki sadece iki filmde tanık olabildiğimiz- müthiş enerji, onlara eşlik eden Katharine Ross’un onların tarzına zıt düşüyor gibi görünen ama kesinlikle doğru seçilmiş klasik oyun biçiminin de önemli kıldığı filmin ilk gösterimi girdiği tarih ile kıyaslandığında bugün o kadar da orijinal görünmemesi mümkün günümüz seyircisine ama bu onun kusuru değil, sadece defalarca bir şekilde taklit edilmesinin sonucu daha çok. Filmin başarılı senaryosu da seyredeni yanıltmamalı aslında; anlattığı hikâyeden çok, bunu anlatırken yarattığı atmosfer ile gelen bir başarı bu. Son bir not olarak, filmin gösterime girdiği 1969 yılının, 1968 olaylarının etkisinin sürdüğü ve Vietnam savaşı’nın ABD’de ciddi bir huzursuzluk kaynağı olduğu bir döneme sahip olduğunu ve bu bağlamda filmdeki otorite/devlet karşıtlığının ve iki adamın ülkeden kaçmalarının (Vietnam’a gitmemek için askerllikten kaçan ABD’liler gibi) bir gönderme olduğu düşünülebilir o tarihte yaşananlara.

(“Sonsuz Ölüm”)

The World of Henry Orient – George Roy Hill (1964)

“Bu onun bana hiç yazmadığı ilk aşk mektubu”

On dört yaşındaki iki kız, onlardan birinin aşık olduğu garip bir piyanist ve gelişen komik olayların hikâyesi.

Amerikan sinemasının televizyon ve sahne kökenli yönetmenlerinden ve daha sonraki yıllarda art arda çekeceği “The Sting”, “Slaughterhouse-Five” ve “Butch Cassidy and the Sundance Kid” filmleri ile hayli başarılı bir seyir çizen yönetmen George Roy Hill’in ilk dönem filmlerinden biri. Peter Sellers’ın varlığına rağmen asıl olarak iki genç kızın filmi olan çalışma ilk yarısında bir Walt Disney aile filmine yakın dursa da ve ikinci yarısında da gençlik filmi olmakla bir Sellers filmi olmak arasında kalmış görünse de özellikle ikinci yarısında eğlendirmeyi başaran, hafif ve keyifli bir film.

Oyunculuk kariyerleri çok kısa süren iki genç oyuncu, Merrie Spaeth ve Tippy Walker’ın sürükledikleri ve 1964 yılında Amerika’nın resmi seçimi olarak Cannes ‘da Altın Palmiye için yarışan film Cannes’ın bugün çağrıştırdığı sinemasal biçim ve içerikten uzak ve genel olarak Hollywood kalıpları içinde hareket eden bir eser. Başlangıçta Walt Disney’in aile filmlerini fazlası ile çağrıştıran film hem kazandığı tempo hem de Sellers’ın katkısı ile ivmeleniyor ve daha eğlendirici ve kayda değer bir hal alıyor. Nora Johnson’ın kendi romanından yola çıkarak babası ve ünlü senarist/yönetmen Nunnally Johnson ile birlikte yazdığı senaryo, hikâye kurgusu olarak yeterince sürükleyici ve ilgi çekici olmakla birlikte, Sellers karakteri ve aslında Sellers’ın kendisi filme hem ciddi bir katkıda bulunuyor hem de filmin odağını saptırıyor biraz. Senaryo Sellers’a pek de yardımcı değil aslında; iki genç kız yüzünden aşık olduğu evli kadınla bir türlü birlikte olamaması dışında senaryo kendisine yeterince mizah malzemesi sağlamıyor çünkü. Filmin en komik anlarından biri olan sahnede evine gelen kadını baştan çıkarmaya çalışan Sellers’ın oyunculuğu komediyi asıl yaratan ve sanatçının benzer şekilde film boyunca iki farklı aksanla konuşması gibi tercihler de yine onun kişisel şovu örneğin. Sellers’ın piyanist karakterinin soyadı Orient ve bu kelime hikâyedeki kimi doğulu öğelerin de açıklayıcısı oluyor. İki kızın taktıkları Çin usulü hasır şapkalar veya Doğu geleneklerini çağrıştıran tütsüler hikâyenin bu kelime oyununun bazı örnekleri.

Üç yıl sonra, 1967’de müzikal olarak yine George Roy Hill tarafından sahneye de uyarlanan film iki genç kızın büyüme ve ilk aşk hikâyesini anlatırken yeni pek bir şey söylemiyor ama 60’ların özgür ruhundan soluk da olsa bazı esintiler taşımıyor değil. Bu iki baş karakterin tüm dış sahnelerindeki dinamizmleri ve zaman zaman yavaşlatılmış çekimlerle görüntülenen atlayıp zıplama ve uçma kareleri ve kızlardan birisinin annesinin ve onun gibi boşanmış bir kadın arkadaşın aynı evde mutlu bir hayat sürmelerinin gösterilmesi (herhangi bir cinsel iması yok filmin bu konuda kesinlikle ama erkeksiz bir mutlu ve sıradan ailenin sergilenmesi dönemin Hollywood’u için yeterince radikal) filme bir uçarılık katıyor. Filmin John Barrymore’dan Gregory Peck’e sinemaya yaptığı kimi göndermelerde romanın yazarı Nora Johnson’ın babasından dolayı sinema dünyasının içinde büyümesinin de katkısı olsa gerek.

Ünlü film müzikçisi Elmer Bernstein’ın filmin komedi, hayaller ve kalp kırıklığı atmosferine uygun havasını destekleyen ama bugünün sinema anlayışına göre biraz yoğun kullanılmış gibi duran müziği hikâyenin rahat akmasını sağlayan başarılı bir çalışma olarak dikkat çekiyor. Bu müzik eşliğinde anlatılan hikâye on dört yaşlarındaki ve hayal güçleri hayli gelişmiş iki genç kızın büyümesi sırasında yaşanan sorunları gereğinden yumuşak bir hikâye ile anlatıyor gibi görünebilir ama sonuçta karşımızdaki komedisi ağır basan bir dram. Kızlardan birinin annesi rolündeki Angela Lansbury’nin sağlam oyunu ile karşımıza getirdiği duygusuz anne rolü ile de ilginç olan film, davranışları asıl tehlikeli olanların genç kızlar değil yetişkinler olduğunu vurgulamasıyala da ilgi toplayabilir. Rolü kızların rollerinin yanında ikinci planda kalmış gibi görünse de Peter Sellers’ın varlığı da başlı başına yeterli olabilir kimileri için; avantgart piyano konçertosunu orkestra ile birlikte çaldığı sahne örneğin, kesinlikle eğlendirecektir. Sellers’ın karakterinin ve yarattığı mizahın filmin asıl karakterleri ve hikâyesi ile yeterince kaynaşmaması ise ayrı bir konu ve filmin zayıflığı elbette.

(“Henry Orient’in Dünyası”)