The Counterfeit Traitor – George Seaton (1962)

“Vicdanın her zaman iyi eğitilmiş bir köpek gibiydi. Bir köşeye çekilip sessizce oturmasını söylediğinde, bunu yapardı. Seni tanıdığım günden beri artık o kadar uysal değil. Senin vicdanının izin vermediğini yapmam için bağırıp duruyor bana”

İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’dan petrol ithal ettiği için Amerikalılar tarafından kara listeye alınınca, onlar için Nazilere karşı casusluk yapmayı kabul eden İsveçli bir petrol tüccarının hikâyesi.

Alexander Klein’ın aynı adlı romanından uyarlanan, senaryosunu ve yönetmenliğini George Seaton’ın üstlendiği bir ABD yapımı. Gerçek bir karakter olan ABD doğumlu İsveç vatandaşı Eric Erickson’un hayatını anlatan ve kurgudan çok, bir biyografi olan kitaptan yola çıkan Seaton sinema açısından bakıldığında iyi bir hikâye çıkarmış ama ilginç ve gizemli bir adam olan Erickson için kitapta ve dolayısı ile filmde anlatılanların bir kısmı aslında pek de yaşanmamış ki filme asıl heyecan katanlar da onlar. Dış sahnelerinin çekimleri İsveç, Danimarka ve Almanya’da olayların gerçekten yaşandığı (ya da yaşandığının iddia edildiği) yerlerde gerçekleştirilen filmden başrollerdeki William Holden ve Lilli Palmer’ın klasik oyunculuğun izlerini taşıyan sağlam performansları, hikâyeye iyi bir şekilde dağıtılmış gerilim anları ve Seaton’ın klasik sinema dili ortaya seyri keyifli bir eğlencelik çıkarmış.

İsveç göçmenlerin çocuğu olarak 1890’da ABD’de doğan ve o ülkenin vatanadaşı olan Erickson 1924’te İsveç’e göç etmiş ve 1930’ların ortalarında İsveç vatandaşı olmuş. 2. Dünya Savaşı sırasında tarafsız konumunu koruyan ve savaş boyunca Almanya ile petrol ve demir alım satımı başta olmak üzere ticarî ilişkileri sürdüren İsveç bu arada Alman işgali altında bulunan Norveç ve Danimarka’dan gelen mültecilerin ülkelerinin bağımsızlığa kavuşması için verecekleri savaşa eğitim desteği sağlarken, bir yandan istihbarat bilgilerini de paylaşmış onlarla. Savaşın son iki yılında ise topraklarının müttefikler tarafından kullanılmasına da izin veren İsveç’in tarafsız konumu elbette çok dikkat gerektiren bir statü yaratmış ülke için. Hikâye boyunca zaman zaman anlatıcı rolü de üstlenen Erickson’un ifadesine göre, “Lizbon, İstanbul ve diğer tarafsız şehirler gibi, Stockholm de ziyaretçi kisvesi altında gizlenen insanlarla doluydu. Dünyanın dört bir yanından geliyor ve düzinelerce farklı dilde gevezelik ediyorlardı. Bazıları İsveç bilyalı rulmanlarını ve Bofors’un ürettiği silahları almaya gelmişti. Diğerleriyse, sevkiyatların yerine ulaşmasını engellemek için ellerinden geleni yapan casuslardı”. Casusların cirit atması için çok uygun bir ortamı tarif ediyor film burada bize ve George Seaton’ın filmi de bir klasik Hollywood yapıtı olarak bu ortamı keyifli bir şekilde değerlendiriyor.

Gerçek yaşı konusunda yalan söyleyen Erickson 1. Dünya Savaşı sırasında ABD ordusunda istihbarat subayı olarak çalıştığını da iddia etmiş ama bunun da gerçekle hiçbir ilgisi olmadığını biyografisini yazanlar ortaya çıkarmış. Bu gizemli adam hakkında uydurulanların bir kısmı ise Klein’in kitabından ve ondan yola çıkarak çekilen George Seaton filminde çıkmış ortaya ilk kez. Örneğin hayli etkileyici “cezaevi avlusunda infaz”dan bir mezarlıkta Gestapo subayını alt etmeye ve Almanya’dan kaçarken yaşananların hemen tamamına kadar pek çok olayın gerçekle hiçbir ilgisi yok. Benzer şekilde, Lilli Palmer’ın canlandırdığı Marianne Möllendorf karakterinin akıbeti de filmde gösterilenden çok farklı olmuş. Sinema filmlerinin gerçek karakterleri ve olayları sinemanın “gerçekler”i nedeni ile değiştirdiği çok sıklıkla görülen bir durum, özellikle de Hollywood’da. Burada ise gerçeklerden uzaklaşma sadece filmden değil, hatta asıl olarak karakterin gerçek hayattaki yalanlarından ve onun “biyografi”sinden kaynaklanıyor ilginç bir şekilde. Sonuçta bu durum aslında bir yandan da Erickson karakterinin ilginçliğini hatırlatıyor bize ki bu da filmi önemli kılan bir unsur.

William Holden’ın canlandırdığı Erickson karakteri zaman zaman bir anlatıcı olarak olayların öncesini ve kendi hislerini açıklıyor bize. Her zaman çok da gerekli görünmüyor bu açıklamalar ama yine de içerikleri ve seyirciyi ana karakterin ruh hâline yaklaştırmaları sayesinde çok da işlevsiz değiller. Amerikalıların Almanya ile ticaret yaptığı için kara listeye aldığı ve savaş bitince bu listeden çıkarılma sözü karşılığında kendileri için casusluk yapmasını istediği bir iş adamı Erickson. Kendisinden beklenen, serbestçe girip çıkabildiği Almanya’da gözünü ve kulağını açık tutması ve edindiği bilgileri Amerikalılar ile paylaşmasıdır ama elbette işler o kadar kolay olmayacak ve iş adamı kendisini düşündüğünden çok daha büyük tehlikelerin içinde bulacaktır. Özetle kendisine yapılan bir şantajla girmiştir bu casusluk işine ve hikâyede daha sonra yaşanan gelişmeler onun bu işe gönüllü olarak devam etmesini sağlasa da bir mutlak kahraman resmi çizilmemesi film adına olumlu bir puan. Hugh Griffith’in keyifli bir performansla oynadığı, ABD adına çalışan İngiliz adamın soğuk duyarsızlığının -finalde yaptığı jest ile bu olumsuzluk azaltılsa da- sık sık vurgulanması da filme değer katıyor. Erickson’un, durumdan habersiz olan eşinin kendisinin rol gereği Nazi sempatizanı olmasına verdiği tepkiyi “En azından kimin bana güvenmiş olduğunu anladım” cümlesi ile yargılaması ise sadece adamın bencilliği değilmiş ve film de aynı bakış açısına sahipmiş gibi göründüğünden, bu olumlu ögelerin karşısında duruyor ne yazık ki. Onca farklı milletten insanın kendi aralarında bile İngilizce konuştuğu (Çünkü ortalama bir Amerikan seyircisi alt yazı okuyamaz!) filmde en iyi arkadaşı olan Yahudi adamı herkesin içinde aşağılayarak kendisinden uzaklaştıran Erickson’un “Başkalarının sizden nefret etmesi talihsizliktir. Kendinizden nefret etmeniz ise katlanılması mümkün olmayan bir durumdur” ifadesi ise filmin üzerine yeterince gitmeyip aksiyon ile yetinmeyi tercih ettiği bir ikilemi işaret ediyor.

Bir iş adamı olarak sahip olduğu ayrıcalıkları kaybetmemek için casusluğu kabul eden adamla vicdanını kaybetmemek için aynı işe soyunan kadın arasındaki romantizm bu tür filmlerde genelde pek görülmediği kadar sağlam işlenmiş. Bunda senaryonun kadını neredeyse ana karakter kadar önemsemiş olmasının ve Lilli Palmer’ın da sağlam bir performansla onu inançlarının yönlendirdiği bir karakter olarak gerçek kılabilmesinin payı var asıl olarak. Verilen istihbarat ile bombalanan Alman rafinerisinin aynı zamanda 120 çocuğun da ölümüne yol açmış olması Erickson’un “Ama daha fazlasını da kurtardın” yaklaşımı ile kolayca affedilebilecek bir trajedi değildir onun için. Birinin baştan zoraki girdiği ama acımasız bir infaza tanık olduktan sonra isteyerek yaptığı işi, baştan istekli olan ama ölen çocukları gördükten sonra terk etmeye karar veren iki karakterin çatışmasını etkileyici bir dille sergileyen film bu ve benzer yanları ile sıradan bir aksiyon olmanın ötesine geçmeyi başarıyor kolayca.

Her ne kadar gerçek olmasa da ve gerçekleri bu denli çarpıtması rahatsız edici olsa da hayli iyi çekilen cezaevi infazı sahnesi ile göz dolduran film arada Almanların ampuldeki farklılığın anlaşılacağını akıl edememesi ya da Erickson’un mezarlıkta James Bond becerileri sergilemesi gibi inandırıcı olmayan bölümlere de sahip. İçinde değerli nesneler olan parayı elinden kapan küçük Nazi muhbirinin peşinde koşan kahramanımızın yaşadıkları gibi çekici bölümleri olan ve üç farklı Avrupa ülkesinde geçmesine rağmen turistik görüntülerden özenle uzak duran filmde William Holden’ın da sade oyununun hakkını verelim ve karakterinin son bir kez Berlin’e gideyim cümlesinin klişe tanıdıklığının rahatsız etmemesinin bir örneği olduğu gibi, sağladığı inandırıcılıkla hikâyeye renk kattığını ekleyelim son olarak.

(“Sahte Casus”)

The Country Girl – George Seaton (1954)

the country girl“Kendinden nefret ediyor. Bu yüzden, başkaları tarafından sevilmek için elinden geleni yapıyor”

Bir tiyatro yönetmeni, yeni oyununda birlikte çalışmak istediği alkolik bir oyuncu ve onun eşinin hikâyesi.

1955 yılının Oscar’larında en iyi filmin de dahil olduğu yedi dalda aday olup kadın oyuncu ve senaryo dallarında bu ödülü kazanan bir klasik. Clifford Odets’in aynı adlı oyundan George Seaton tarafından uyarlanan ve yönetilen film, üç yıldız oyuncusu (Grace Kelly, Bing Crosby ve William Holden) ile baştan bir çekiciliği garanti eden, Odets’in oyunundan gelen kimi güçlü diyalogları ile dikkat çeken ve Seaton’ın pek bir yaratıcılık içermese de klasik anlatım yöntemini ustaca benimseyen mizansen anlayışından aldığı destek ile görülmeyi hak ediyor. Hollywood’un o klasik günlerinden esintileri taşıyan filmin bugün bir parça eskimiş göründüğünü ve kaynağı olan tiyatro oyununun havasını gerektiği kadar sinemalaştıramadığını da söylemek gerekiyor.

McCarthy soruşturmaları sırasında, kısa süreli komünist parti üyeliği ve “sol” görüşleri nedeni ile başı derde giren ama “itiraflar”ı ve soruşturma komitesine verdiği isimler nedeni ile kara listeye girmekten kurtulan Clifford Odets’in oyunu sadece bu filme değil, ileriki yıllarda çekilen iki televizyon filmine de kaynaklık etmiş. Oyunun çekiciliği Odets’in güçlü diyalogları ve üç güçlü karakterinden kaynaklanıyor temel olarak ve elbette bir de yönetmen karakterinin seyirci ile eş zamanlı olarak alkolik oyuncu hakkındaki gerçeği keşfetme süreci. Bunlara yeteri kadar çekici oluşturulamamış olsa da aşk üçgenini ve Holden’ın karakterinin boşandığı eşi üzerinden vurgulanan “kadın nefreti” (mizojini) temasını da eklersek, film görülmeyi hak ediyor kesinlikle. Odets’in diyaloglarını çoğunlukla senaryosuna taşımış George Seaton ve üç yıldız oyuncunun ağzından duyduğumuz cümleler doğal bir çekicilik kazandırmış filme elbette. Özellikle Grace Kelly ile William Holden’ın ikili sahnelerindeki konuşmalar hayli iyi yazılmış. Buna karşılık bu sahnelerin ve pek çok diğerinin tiyatro havasından yeteri kadar kurtulamadığını belirtmekte fayda var. Oyunun gücünü üç oyuncu ile desteklemeyi yeterli görmüş gibi Seaton ve klasik sinema dilinden hiç şaşmadan anlatmış hikâyesini. Konuşmasız hemen hiçbir anının geçmediği filmin bugün biraz eskimiş görünmesinin en büyük nedeni de bu olsa gerek.

Yönetmen rolündeki William Holden’ın karakterinin telaşını ve önyargılarını doğru bir tonla sergilediği filmde her ikisi de Oscar’a aday olan ve ilki bu ödülü alan Grace Kelly ve Bing Crosby için bir iki şey söylemekte yarar var. Kelly hikâyenin büyük bir kısmında “sıradan ve vasat” bir ev kadını kıyafeti içinde ve üstelik hem yönetmenin hem seyircinin gözünde olumsuz görünen bir karakteri canlandırırken bir şekilde hem çekiciliğini korumayı başarıyor hem de karakterinin yorgun ama mücadeleyi yine de elden bırakmayan yanını başarı ile sergiliyor. Buna karşılık Seaton’ın filmin geneli için yaptığı tercihlere uygun olarak zaman zaman teatral bir hava takındığı da dikkat çekiyor. Bing Crosby ise özellikle ikinci yarıdaki dramatik anlarda alışılan tiplemelerinin çok dışındaki bir karakteri başarılı bir şekilde oynuyor ama tüm o müzikli sahnelerde o bildiğimiz Bing Crosby mimiklerinden bir milim bile sapmadan adeta kendisini canlandırıyor. Filmdeki müzikli sahneler, hikâyede hazırlıklarına ve sergilenmesine tanık olduğumuz müzikalden kaynaklanıyor ve Harold Arlen ve Ira Gershwin imzalı şarkılar gerçekten güzel ama seyrettiğimiz filme değil, filmde sergilenen müzikale ait bu şarkılar ve bu denli de eğreti duruyorlar açıkçası. Adeta Bing Crosby’nin varlığı üzerinden ilave bir çekicilik kaynağı olarak eklenmişler filme ve kesinlikle hikâyenin temposunu da bozuyorlar.

Senaryodaki “kadın düşmanlığı” Holden’ın karakterinin sona eren evliliğindeki kötü tecrübelerinden kaynaklanıyor ve bu tecrübeler onu ve onunla birlikte seyirciyi de önyargının sonucu olarak yanıltıyor uzun bir süre Kelly’nin karakteri hakkında. Elbette sosyolojik veya tarihsel bir analiz yok ortada ama, yine de filmin kadın erkek ilişkileri ve kadının konumu üzerine değinmeleri de önemli. Alkolik erkek oyuncu ile eşi üzerinden zayıf ve güçlü karakterler, erkeğin başarısının arkasında her zaman bir kadının olup olmadığı ve ikili ilişkilerde geleneksel rollerin doğruluğu üzerine de bir şeyler söylüyor filmimiz hikâyesini ilginç kılacak şekilde. Özetle, başta üç yıldızı ve Odets’in oyununun gücü olmak üzere, filmi seyre değer kılan unsurlar kesinlikle mevcut burada ve Holywood’un hikâye anlatmaktaki klasik ustalığı ile de bu unsurlar filmi görülmesi gerekli bir klasik yapmaya yetiyorlar.

(“Taşra Kızı”)